Amerikalı oyun yazarı Sam Shepard tarafından yazılan ve ilk olarak 1983'te Magic Theatre'da sahnelenen Fool for Love ya da Türkiye'de oynana gelen haliyle Aşk Aptalı, Amerikan kimyasına astığı paltosuyla, izleyicisini perdeleri açık bir halde misafir eden bir oyun. Oyuna bu kez Ankara Tatbikat Sahnesi'nde misafir olduk.
Aşk Aptalı, misafirlerini bir anda karşı kıtaya götürecek kadar cüretkâr, bir o kadar çıplak, bir yandan da fazlaca insanın içinde bir yerlerde. “Ben seni korurum” diyerek aşılmadık duvarların yakın ama uzak şeritlerine seni sokuveren ama tehlikenin ortasında konumlandığında sadece sen olduğunu sana hissettirecek kadar soğukkanlı. Bu soğukkanlılık gücünü alışılmış çaresizlikten alıyor. Karakterler yere basıyor; yeri kavramaya çalışıyor, kavramak için çaba sarf ediyor; tutunmak ve sanki kavramış gibi olmak için başı ve sonu belli o dört duvar arasında köşe kapmaca oynuyorlar. Hikayenin baş karakterleri May (Burcu Özberk) ve Eddie (Aytek Şayan) bir yandan kendilerini sabit bir noktada saptamak isterken diğer yandan o noktadan bir an önce kaçmak istiyorlar. O aptal olma hali -baştan söylemekte fayda var-, aşkın kendisinden değil; bilmek istemediğimiz ve bizden çok önce bir yerlere depolanan bilginin kendisinden. Hani bilginin uzamı ne de geniştir ya… Çoğu kez ucuz bir TV dizisi gibidir bilgi. Bir önceki sezonu bitirmeden, bir sonrakine çengel atamazsınız. Sizi doruk noktasında bırakır ve bir sonraki limandan almak üzere randevulaşır. Oyun bu anlamda kurgulanan gerçeklik ve alımlayıcı arasındaki köprüyü klasik devinim örgüsü ile sahneye koyuyor. Dramatik kurgunun öykü içindeki gelişim eğrisi olay-karakter içinde vur-kaç grafiği dediğimiz bir sistem ile bütünlük kazanıyor.
Tek perdenin içinde perdesiz bir oyun Aşk Aptalı. İlk buluşmadan, son buluşmaya kadar süregelen vakit içinde çitlerde bekleyen seyircisini bir rüyanın ortasında bırakıyor. Baba karakterine hayat veren Nusret Çetinel'in varlığıyla öyküsünü anlatmaya başlıyor oyun. İlahi, kudretli, erkek, var olan birkaç şeye değil; her şeye hükmeden ve senaryoyu çekim aşamasında defalarca değiştirme hakkını kendinde gören bir anlatıcının eşliğinde ilerliyoruz. O kişi: İlahi anlatıcı. Ve başlıyor bir kadın ve erkeğin bitmek bilmeyen kavgası. Bu kavga kaçmak ve kalmak üzerine kurduğu sahanlığında May ve Eddie'nin bildikleri kadar nerede dahil olacaklarını bilmedikleri bir çıkış yolunda ilerliyor. Mağarada küçük bir ışık var ama bu ışık mağarada mı sahi? O ışıklardan belki de en gerçeği, May'in MoJave Çölü'nde kaldığı motel odasında devamlı kırılan, hırpalanan ama yerinden ve varlığından emin olmak için her düşüşte yerine yeniden konulanı.
“Biri sönse de, başucumdaki diğer ışık hep sağlam kalsın, olur mu; yoksa ben o hep girdiğim banyodan bir daha hiç çıkmam Eddie”. May için bir sığınma noktası olur o küçük motel banyosu. Öğrendikleri ya da bilmeye yeltenmediklerini hazmedeceği bir mutfak gibidir zaman zaman. Anne rahmi kadar güvenli, yapraklarını dökecek kadar kendi halinde bir yer.
Oyunda Eddie, baba ile özdeşleşen, onu devam ettiren ancak bir yandan aile kurumuna öfke duyan bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Eline aldığı kement ile sahip olmak istediklerini elde etmeye çalışan, tüfeği ile iktidarını nesnel boyuta kazandıran ve atlarıyla bir yerlerde onu bekleyen kaçma edimini “bir gün” gerçekleştireceğine inanan bir adam.
Tüm bu çıkmazlar içinde oyunun merkezine aldığı ve satır aralarında oyunu fazlaca flaşlara maruz bırakan May ve Eddie arasındaki ensest ilişki ise temel olarak insan olma halinin ucunda ya da kıyısında bir yerlerde duran bir öge. Öykü için ağlamak, gülmek kadar belirli bir zaman aralığında sindirilen bir noktada duruyor. Oyun Erdal Beşikçioğlu'nun başarılı sanat yönetimi içinde Amerikan markalı bir yorganın altında nefes alıp verirken markasız bir nefes alış verişi seyircisine üfleyen bir atmosfer kuruyor. En az Amerikan gecesi kadar mavi, en az biz olmak kadar çalkantılı.