Kurtuluş Günü: Yeni Tehdit’in kötü uzaylıları ve Midnight Special’ın masum çocuk uzaylısı sinemalarda... Gönlümüz ‘iyi uzaylı’dan yana...
H.G. Wells’in klasik romanı Dünyaların Savaşı (The War of the Worlds) şu uzun cümleyle başlar:
“19. yüzyılın sonlarında hiç kimse bu dünyanın insanoğlundan daha akıllı, yine de onun kadar ölümlü varlıklar tarafından merakla ve yakından izlendiğine; insanlar pek çok tasaları ile meşgulken, belki bir insanın mikroskopla bir damla suyun içinde kaynaşıp hızla çoğalan kısa ömürlü yaratıkları inceleyeceği gibi kılı kırk yararcasına incelendikleri ve araştırıldıklarına inanmazdı.”
İnsanın bilmediği bir ‘öteki’yi merak etmesi, ondan korkması, onunla ilgili fanteziler yaratması hem çok anlaşılır bir şey, hem de her türlü sanat eseri için güçlü bir çıkış noktası.
Öncelikle bilim-kurgu edebiyatının ‘uzaylı istilası’ romanları en çok da dünya tarihinin büyük savaşlarından ilham alır. Wells’in kitap olarak ilk kez 1898 yılında basılan romanı Dünyaların Savaşı’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan çok önce yazılmış olmasına aldanmayın, Wells’in romanını 1871 yılında İngiltere’nin güney sahillerine yapılan sürpriz bir Alman hava saldırısından esinlenerek yazdığı da söylenmektedir. Diğer yandan Wells’in romanı Viktorya dönemi İngiltere’sinin sivri bir eleştirisidir aslında. Ama Dünyaların Savaşı her nesil için farklı şeylerin ifadesi oldu. Howard E. Koch’un 60 dakikalık bir radyo draması olarak adapte ettiği eser, Orson Welles’in sesinde hayat bulunca insanlar Marslıların gerçekten de dünyaya saldırdığını sanıp sokaklara dökülmüş 1938’de. Yani insanlar eskiden beri uzaylıların bir gün dünyayı istila edebileceği fikrinden çok da uzak değillermiş anlaşılan...
Uzaylıların insanlığın sonunu getireceği paranoyası ‘korku’yu kullanan bütün odakların sık sık kullandığı bir araç haline gelmedi de değil. Sinemada uzaylılar bir dönem komünizmi simgelediler. Bazen dinsizliğin, inançsızlığın cezası oldular, otoriteye güven duygusunu pekiştirmek için de kullanıldılar...
Oysa insanlığın sonunu insanlardan daha ustalıkla kim getirebilir ki? Yabancı ya da ‘farklı’ olan her şeyi kötü bilen insanlar içlerindeki yabaniliğin farkında değildir çoğu zaman. Bu yüzden dünyaya indiklerine bin pişman olan uzaylıların hikayeleri kötü niyetli olanlardan daha iyi filmlere konu olmuşlardır.
Uzaylılar iyi, insanlar kötü
Meseleye biraz tersinden bakacak olursak, insanlığın kötücüllüğü yabancılara bırakmadığı filmlerin çok daha anlamlı ve değerli olduğu aşikardır. Mesela; 1950’lerin Amerikan sinemasında uzaylı istilası filmlerinin fazlalığı dikkat çekicidir. Ama bunların arasında en çok anılanı ve klasikler arasında kabul göreni, içinde insanları dünyanın sonunun geldiğine dair uyarmaya gelen bir uzaylının olduğu Dünyanın Durduğu Gün’dür (The Day The Earth Stood Still, 1951). Evrendeki diğer gezegenlerde yaşayan canlıları temsil eden ve fiziken insanlara çok benzeyen Klaatu, eğer insanlar barış içinde yaşamayı seçmezlerse yok edilecekleri mesajını getirmiştir. İnsanların bu savaş merakı ve önemsiz hırsları yüzünden evrenin huzur dengesi bozuluyordur. İnsanlar kendilerine çekidüzen vermezlerse dünya yok edilecektir...
Bu anlamlı hikaye 1950’lerin diğer paranoyak uzaylı istilası filmlerinden bir parça ayrılır. Dünya bu mesajı ciddiye alır ama çözmekte zorlanırlar, savaşmaktan vazgeçmek kolay bir karar değildir nitekim! Klaatu evin babasının ölümünden sonra birbirlerine sığınmış bir anne-oğul sayesinde insanlığın içindeki iyiliği keşfedince insafa gelecektir sonunda...
İnsanların arasında aşkı keşfedince Mecnun’a dönen uzaylının romantik hikayesini ise 1984 yapımı John Carpenter filmi Starman anlatır en güzel. Genç yaşta dul kalmış bir kadın, kocasının suretine bürünmüş bir uzaylıyı devlet yetkililerinden kaçırıp korumaya çalışır. En başta kocasına benziyor diye ama sonra da özgün kişiliğine aşık olur uzaylının. Çünkü o masumdur, iyi kalplidir, vicdanlıdır... Jeff Bridges ve Karen Allen’ın canlandırdığı bu ikilinin romantik gerilimi gerektiği kadar ilgi görememiş bir klasik sayılabilir aslında.
Tabi, dost uzaylıların en ünlü temsilcisi şüphesiz E.T.’ydi (1982). Dünyada unutulan uzaylı bir çocuğun, babasız büyümeyle başetmeye çalışan mutsuz dünyalı çocuk Elliot ile arkadaşlığının hikayesini anlatan bu Steven Spielberg filmi, dostluk üzerine yapılmış ve her çocuğun izlemesi gereken büyük bir klasiktir hâlâ. Çocuk masumiyeti taşıyan “E.T.”, ilk kez sinemada bir uzaylıyı bu kadar ‘dost’ olarak sunuyordu bize.
Uzaylıların dünyaya gelmekten dolayı çok pişman olduğu filmler seyircilerini kendi ırkıyla alakalı kötü hissettirebiliyor doğrusu. Dünyaya Düşen Adam’da (The Man Who Fell To Earth, 1976) David Bowie’nin dünyada kaldıkça insanlaşması, başlı başına bir dramdır aslında. Under The Skin’de seksi bir kadın olarak -yani Scarlett Johansson!- dünyaya düşen uzaylımız ise onun muhteşem cazibesinin peşine düşen erkekleri birer birer etkisi altına alarak hiç eder. İnsan olmanın ne mene bir şey olduğunu her kurbanından sonra daha çok anlamaya başlamıştır. Ama bununla beraber eril bir dünyada güzel bir kadın olmanın da bedelini ödeyecektir sonunda...
İnsanların uzaylı da olsa ‘zayıf olan’ı bulunca ezme merakı Under The Skin’in sonunda zirveye ulaşır ama Yasak Bölge 9’da (District 9, 2009) fakirliğe mahkum edilen ve ‘değersiz göçmenler’ konumuna itilen zavallı uzaylıların haline daha çok üzülmek mümkün. Uzay Oyunları’nda (Ender’s Game, 2013) ise onları daha kötü bir final beklemektedir. Kötü uzaylılarla savaşmaları için eğitilen çocukların en yeteneklisi olan Ender, sonunda büyükleri tarafından bir soykırım yapmaya zorlandığını keşfediyordur..
İnsanlar iyi, uzaylılar kötü
Beyazperdenin uzaylıları her zaman da Üçüncü Türden Yakınlaşmalar’daki (Close Encounters of the Third Kind, 1977) gibi insanlarla iletişim kurmaya çok hevesli değillerdi. Ya da insanlarla notaları kullanarak iletişime geçmeyi çok tercih etmediler de diyebiliriz. Kötü uzaylılar teması daha da sık karşımıza çıkmış ve çıkmaya da devam etmekte...
1950’lerin Hollywood’u, ABD’nin komünizm hassasiyetine filmleriyle destek oldu: The Man From Planet X (1951), Them! (1954), It Came From Outer Space (1953), Invaders From Mars (1953), Earth vs. The Flying Saucers (1956), Forbidden Planet (1956), Invasion of Body Snatchers (1956), I Married a Monster From Outer Space (1958), The Angry Red Planet (1959) gibi filmler seyircilerini sadece eğlendirmekle ve para kazanmakla kalmadılar. İçten içe toplumun komünizm paranoyasını da körüklediler.
Kötü uzaylılar aynı adlı romanından uyarlanan Yıldız Gemisi Askerleri’nde (Starship Troopers, 1997) dev bir çekirge sürüsü gibidir. Onlardan ancak sıkı bir militarizmle kurtulmak mümkün olur.. Filmin bunu eleştirdiğini düşünenler olduğu kadar, propagandasını yaptığını düşünenler de vardır. Kötü uzaylıların çirkin olduğu düşüncesi genelde bu filmlerin en ortak noktasıdır aynı zamanda. Mesela Av’da (Predator, 1987) Arnold Schwarzenegger ile karşı karşıya kalan uzaylı, sadece dayak yemekle kalmaz, kaskını kıran Arnold tarafından da aşağılanır: “Sen de ne çirkinmişsin be!”
The Blob’da (1958) jöle gibi bir şeyken Mars Attacks!’da (1996) beyinleri büyük, patlak gözlü çirkin kurukafalardı, Kurtuluş Günü’nde (Independence Day, 1996) Will Smith’ten yumruğu yemeden önce ahtapot kollarını sallayan vıcık vıcık bir şey olduklarını görüyorduk!
Ancak meselenin konuşulacak tarafı nasıl göründüklerinden ziyade nasıl altedildiklerinde saklı. Bize dayatılan uzaylı figürüne en yakın tasarımı sunan İşaretler’de (Signs, 2002) karısının ölümünden sonra Tanrı inancını yitirmiş bir rahibin inancına tekrar kavuşma hikayesini izliyoruzdur aslında. Mel Gibson’ın inancına yeniden kavuşması için gelmişlerdir sanki uzaylılar!
Yine Spielberg’in 2005 yılında Tom Cruise’lu bir aksiyon olarak tasarladığı Dünyalar Savaşı’nda Cruise’un canlandırdığı sorumsuz baba, aile olmanın önemini hem kendi öğrenir hem de bize öğretirken işgalci uzaylılar aynı Wells’in yazdığı gibi dünya üzerindeki basit bir mikroba yenilirler. Uzaylılar bu sefer Hollywood’un tipik ‘kutsal aile’sini güçlendirmek için dünyayı istila etmişlerdir!
İki Kurtuluş Günü filminde de uzaylıların istilası, tipik felaket filmlerinin hileleriyle bertaraf edilir. Güçlü bir liderin ve diğer kahraman erkeklerin altında bir araya toplanmayla. Başkan, aile babası, lider ruhlu profesyoneller... Onlara güvenin ve dediklerinden ayrılmayın!
Oysa tipik bir Amerikan lisesinin öğrencilerinin okuldaki tüm öğretmenlerin içine uzaylıların girdiğini keşfettikleri Fakülte (The Faculty, 1998) gibi terköşe filmler de arasıra görünmekte. Gençler uzaylı öğretmenlerini onlara uyuşturucu enjekte ederek yok ediyorlar Fakülte’de. Ne demek istiyorsunuz ki şimdi!
Mesele mesaj vermekse John Carpenter’ın Yaşıyorlar’ının (They Live, 1988) üstüne yoktur. Her ne kadar kimi senaryo sorunlarından mustarip olsa da aramızda yaşayan insan suretli uzaylıların gerçek yüzlerinin ve onların subliminal mesajlarının özel bir gözlük sayesinde ‘görünür’ olmaları şahane sahnelerle anlatılmaktadır. Filmin kahramanı bir arkadaşına gözlüğü takmaya ikna etmesi için onunla tam 10 dakika boyunca kavga etmek zorunda kalır. 93 dakikalık filmde bu sahnenin 10 dakikayı kapsaması bazılarının ‘önyargı’sını, gerçeği görmeye gösterdikleri direnişlerini kırmanın ne kadar da güç olduğunun altını çizmektir.
Bir sokak çetesinin uzaylılarla olan savaşını, neşeli bir çete savaşı filmiymiş gibi anlatan Uzaylıların Şafağı (Attack The Block, 2011) tansiyonu yüksek ve yaratıcı fikirler barındırıyor olsa da aynı yıl çekilen ve adeta 11 Eylül terör saldırısını simgeleyen Dünya İstilası: Los Angeles Savaşı (Battle Los Angeles, 2011) ve bir sene sonra gelen Amiral Battı kutu oyunundan uyarlanan, Top Gun ile Kurtuluş Günü kırması Battleship ise kötü ve yüzeysel filmlerdi. Tıpkı çok para harcandığı her karesinden belli olan o kuru gürültü Transformers filmleri gibi...
Bütün bu filmleri toplamda alt alta yazınca aralarındaki en iyi olanlarıın en az aksiyon içeren ve dünyaya inmiş uzaylı karakterlerin insanlar tarafından sudan çıkmış balığa döndürülen filmler olması dikkat çekicidir. Zaten yaşadığımız çağın insanlarının uzaylılardan daha çıkarcı, vahşi ve karanlık olabileceğine dair yeterince kanıtımız yok mu sizce de?