Dünyanın Şubat Ayında Bir Kadın: Amy Winehouse
Kısa hayatı, inanılmaz yeteneği ve kurtulamadığı bağımlılıklarıyla hiç şüphesiz son 15 yılın en çok konuşulan müzisyenlerinden biriydi Amy Winehouse. Ağırlığını kaldıramadığı bir şöhret, yoğunluğuyla baş edilemeyen duygular ve bolca uyuşturucu… Yeteneği mi daha büyüktü yoksa umutsuzluğu mu bilinmez ama gerçek şu ki o artık hayatta değil ve elimizde yetinebileceğimiz iki albümü dışında harika bir belgeseli de var artık: Amy.
Winehouse’un çocukluğundan başlayıp, 16 yaşında profesyonel olarak adım attığı müzik kariyerine ve yaptığı ilk plak anlaşmasına kadar hayatının tüm kırılma noktalarını ele alan Amy, şimdiden kendine en iyi müzisyen belgeselleri arasında kalıcı bir yer açtı.
Amy Winehouse, fazla kalmayacağını bildiği için mi bu kadar hızlı yaşıyordu, yoksa bu kadar hızlı yaşadığı için mi dünyada az kalmayı tercih etti hiçbir zaman bilemeyeceğiz ama belgesel bize az da olsa yetinebileceğimiz bir açıklama veriyor. Amy’nin şöhret olmayı hiçbir zaman çok istemediğini, asıl meselesinin iyi bir müzisyen olmaktan başka bir şey olmadığını, fakat bir türlü kurtulamadığı bağımlılıklarının buna engel olduğunu anlıyoruz. Amy’nin arkadaşları, menajeri ve ailesiyle yapılan konuşmalar, bugüne kadar hiç yayınlanmayan çocukluk ve gençlik görüntüleri, albüm kayıtlarındaki ruh hali, kısacası her şeyiyle çırılçıplak bir portre var karşımızda.
Belgesel bittiğinde ise tüm tanıkların anlattıklarından Amy için yapılabilecek çok şeyin olmadığını hissediyoruz. Bütünüyle tükenmeye adanmış ama paradoksal şekilde bütün yaratıcılığını da o tükenişten alan bir hayat var karşımızda: Amy’nin hayatı. Evet, o “kafası karışık bir kızdı” ve de “iyi değildi.” The Perks of Being a Wallflower’da Patrick’in ağzından duyduğumuz ve filmin de mottosu olan cümleyi rahatlıkla Amy Winehouse da kurabilirdi: Kimseyi kurtaramazsın.
Kurt Cobain: Bir Giriş
Kurt Cobain üzerine bugüne kadar birçok belgesel ya da kurmaca film yapıldı. Fakat bu yapımlar içinde hiçbiri HBO tarafından finanse edilen Cobain: Montage of Heck kadar etkileyici değildi. Bu belgeseli Cobain ile ilgili diğer kurmaca ve belgesel filmlerden ayıran en önemli özelliği ise belirli bir mesafe gözetip, olan bitene ekstra bir yorum katmadan, tanıklıklar ve arşiv görüntüleri üzerinden Cobain’in hayatına eğilmesiydi.
Pek çoğu ilk kez gün yüzüne çıkan Cobain’in çocukluk hatta bebeklik yıllarından görüntülerle başlayan belgeselde, sanatçının hiperaktif geçmişine tanık oluyor ve tüm hiperaktifliğinin altında, böyle bir hayatı kaldıramayan kırılganlığına da şahit oluyorduk. Aberdeen’deki çocukluk yıllarından, Nirvana’nın büyük bir rock grubuna dönüştüğü Seaatle yıllarına kadar, Cobain’in bir nevi öngörülebilir çöküşüne odaklanan belgeselde, Smells Like Teen Spirit, Sliver gibi Nirvana video kliplerindeki çeşitli sekansların Cobain’in kişisel tarihinden beslendiği gibi ayrıntıları görüyor, Cobain’in şöhreti arttıkça hızlanan ruhsal çöküşüne de yakından tanık oluyoruz.
Kurt Cobain’in ailesi, çocukluk arkadaşları, ilk sevgilisi ve onunla yakınlık kurabilmiş neredeyse tüm dostları belgeselde yer alıyor ve olaylı evliliğinden, sorunlu aile ilişkilerine kadar her şey Cobain’in yavaş yavaş karanlık tarafa geçen ruh halinin griliğiyle karşımıza çıkıyordu. Olaylı evlilik demişken, Courtney Love’dan bahsetmemek olmaz. Belgeselde ondan nefret edenlerin bile kabul edebileceği samimiyetiyle dikkat çeken Love’ın yanı sıra, Krist Novoselic de bütün hüznüyle olup biteni anlatmaya çalışıyor. Kurt Cobain’in kendi doldurduğu bir kasetten ismini alan Cobain: Montage of Heck, inanılmaz malzeme yoğunluğunu rafine hale getirdikten sonra, iki buçuk saatlik bir başyapıta dönüşmeyi başarıyordu.
Yollar Bize Memleket: Bob Dylan
Geldik müzisyen belgesellerinin büyük patronuna. Anlatılan kişi Bob Dylan, kameranın arkasındaki yönetmen ise Martin Scorsese olunca ister istemez ortaya bir başyapıt çıkıyor zaten.
Bob Dylan’ın kariyerinin ilk dönemindeki turneler, röportajlar ve olaylı konserlere odaklanan No Direction Home: Bob Dylan’da iki bölüm halinde sanatçının müzik kariyerinden sahnelere tanık oluyoruz. Dylan’ın folk müzik yaptığı ilk dönemi ve Like a Rolling Stone ile başlayan modern döneminin iki ayrı bölümde anlatıldığı belgesel, aşağıda bir örneğini verdiğimiz diyaloglarıyla da kendini unutulmaz kılmayı başarıyordu:
Gazeteci: Bu kadar şöhret olmayı bekliyor muydunuz? Bu nasıl oldu?
Bob Dylan: Bilmiyorum. Bu oluyor. Diğer şeyler nasıl oluyorsa, bu da öyle oluyor işte.
Bob Dylan’ın ozanlık ile rock starlık arasındaki medcezirleri, üstüne yapıştırılan etiketleri ve ona kodlanan rolleri reddedişi, ironik, sinik ama kesinlikle mizahi tavrı, belgesel boyunca 60’ların ruhunu da sonuna dek hissettiriyor.
Bob Dylan’ın 1966’da geçirdiği motosiklet kazasıyla sona eren No Direction Home’da, Dylan ile yollara düşüyor, yuhalandığı ilk rock’n roll döneminden, Joan Baez ile kurduğu ikircikli ilişkiye kadar, tüm ilham kaynakları ve tabii ki şarkılarıyla yaklaşık dört saatlik yakın bir dostluk kuruyoruz.
Kendisi Bir Garip Melek: Elliott Smith
Akşam birkaç tek atmak için uğranan loş bir bar ve o barın ufak sahnesinde elinde gitarı, alabildiğine alçak bir sesle dünyanın en derinlikli şarkılarını söyleyen bir adam. Elliott Smith’i düşününce aklınızda böyle bir sahne oluşabilir. Nitekim, hayatının hatırı sayılır bir kısmı da öyle geçmiştir.
Portland’da muhtemelen bir kış günü şarkılar yapmaya başlayan Elliott Smith, başlarda lokal bir şöhrete sahip olsa da, zamanla kendine has ve sadık bir dinleyici kitlesi edinmişti. Birçok kişi ise onu ilk olarak 1998’de, Oscar gecesinde, Good Will Hunting’in soundtrack’inde yer alan şarkısı Miss Misery’i söylerken tanımıştı.
Elliott Smith’te bütünüyle bir yok olma isteğinden beslenen bir yaşam arzusu vardı. Bu paradoks, pratikte ise ölüm isteğine dönüşüyordu. Onun hayatını anlatan belgesel Heaven Adores You’yu izlerken bir şekilde merak edebilirsiniz; bu kadar sakin ve naif bir adam, kalbine bir bıçak saplayarak ölmeyi, daha doğrusu şarkılarının ve karakterinin tam tersine, şiddetli bir ölümü seçmeyi neden tercih eder?
Elliott Smith’in kadife sesi, fısıldar gibi şarkı söyleyişi ve şarkı sözlerindeki olağanüstü derinliği gün geçtikçe ona olan ilgiyi de artırıyor. Onun dünyasına girebilen, sözlerini yakalayabilen herkes kendi hayatında bu eşsiz müzisyene kalıcı bir yer açıyor. Bazen ufak barlar, bazen radyo programları bazen ise en büyük sahneler… Nereye giderse gitsin sağ kolu gibi yanında taşıdığı hüzün artık Elliott Smith’in son bulan hayatından da taşıyor ve Heaven Adores You sayesinde önümüze kadar geliyor.
Kickstarter üzerinden toplanan bağışlarla finanse edilen belgeselin yapımcılığını üstlenen Kevin Moyer, Smith’in lise arkadaşı. Belgeselde Elliott Smith’in kardeşi Ashley Smith’ten eski grup arkadaşları Jon Brion, Larry Crane, Neil Gust’a kadar birçok ismi de görmek mümkün
Joe Strummer Hakkında Bildiğim İki veya Üç Şey
Punk, bugün sadece sağı solu dağıtan ve herhangi bir müzik aleti çalmayı bilmediği halde konser veren kişilerden mürekkep bir akım olarak bilinmiyorsa, bunun en önemli nedenlerinden biri Joe Strummer’dır. 1977 ile 1985 yılları arasında The Clash ile yedi yılda çıkardığı ve punk tarihine sağlam bir düğüm attığı altı albümün ardından, 1985’ten itibaren, birkaç ortak çalışma ile solo albümü saymazsak 2001’e kadar süren bir müzikal sessizliğe bürünmüştü Joe Strummer. 2001’de ise hayattayken çıkardığı son solo albüm olan Global a Go-Go ile muhteşem bir geri dönüş yapmış ve Balkan ezgileri ile Afrika ritimlerinin birbirine karıştığı bu eklektik albümle adeta küllerinden doğmuştu. Diğer punk gruplarının hedonist, hatta nihilist diyebileceğimiz tavırlarının karşısında The Clash ile sınıf mücadelesi ya da hak ve özgürlükler gibi meselelere değinen Joe Strummer, hakiki punk ruhunu 2002 yılında, 50 yaşında öldüğü güne kadar yaşatmayı başarmıştı.
İşte 2007 yapımı belgesel Joe Strummer: The Future is Unwritten tüm bu hikâyeleri muhteşem bir soundtrack eşliğinde önümüze seriyor. Joe Strummer’ın Ankara’da doğmasıyla başlayıp, 1976’da ilk grubu The 100ers ile Sex Pistols’ın ön grubu olarak sahneye çıkmasına kadar hikâyesini devam ettiriyor. The Future is Unwritten, Strummer’ın ilginç takıntıları, başka belgesellere de konu olan (I Need a Dodge) İspanya seyahatleri, kız arkadaşı ve diğer arkadaşlarıyla yaşadığı uyumsuzluklara bolca değindikten sonra, bu kült figürün, nevi şahsına münhasır dünyasına bir giriş yapmamıza olanak sağlayarak değerini bir kat daha artırıyor.
Rodriguez’in Tuhaf Hikâyesi
Ülkesinde kimsenin adını bile duymadığı Amerikalı bir müzisyen, ona ne olduğunu öğrenmeye çalışan Güney Afrikalı hayranları ve tüm bunları belgesel haline getiren İsveçli bir yönetmen! Böyle yazınca tuhaf görünüyor olabilir ama Searching For Sugar Man tam olarak bu hikâyeden yola çıkıyor.
Rodriguez’in tuhaf hikâyesi, 70’lerin başında iki tane albüm yapmasıyla başlıyor. Fakat bu iki albüm Amerika’da toplamda 20 civarı satılınca kısa süre sonra raflardan kaldırılıyor. Detroit’te yaşayan ve oradan beslenen Rodriguez, bu hayal kırıklığının ardından müzik işlerinden elini ayağını çekiyor ve gizemli bir şekilde kayboluyor. Hatta bu gizem öyle bir hale geliyor ki, Rodriguez’in öldüğü ve bu ölümü de sahnede kafasına sıkarak ya da kendini yakarak pratiğe yansıttığı söyleniyor.
Ama işler burada bitmiyor ve olayı inanılmaz hale getiren her şey burada başlıyor. Çünkü Rodriguez’in albümleri nasıl oluyorsa Güney Afrika’ya ulaşıyor. Bu albümler Güney Afrika’da kopyalama yoluyla yaklaşık 1 milyon kişiye ulaşıyor ve Rodriguez Güney Afrika’da bir süper star haline geliyor. Fakat Rodriguez “ölü” olarak bilindiği için doğal olarak Güney Afrika’da bir ikona dönüştüğünü öğrenemiyor. 70’ler ve 80’lerde Güney Afrika oldukça kapalı ve “ kıyıcı” bir yer olduğu için de Rodriguez’in bu ünü lokal bir konumda kalıyor.
Buraya kadar yeterince tuhaf görünmediyse biraz daha devam edelim: 90’lı yılların sonunda Güney Afrikalı bir gazeteci Rodriguez’e “gerçekten” neler olduğunu merak edip olayı araştırmaya başlayıp, Rodriguez’in nerede ve nasıl öldüğünü bulmaya çalışıyor En sonunda olaylar Rodriguez’in sapasağlam Güney Afrika’da bir konser vereceği boyutlara kadar ilerliyor.
Bu olağanüstü belgeselde, bir taraftan da Rodriguez’in müziğinin protest yapısına tanık oluyor, onun müziğinin de bir incelemesine şahit oluyoruz. Anlıyoruz ki, Rodriguez’in kendini kolay ele vermeyen sözleri ve durağan besteleri onun şöhret olamamasının da ana nedeni. Searching for Sugar Man, bir taraftan Rodriguez’den beslenen müzik yapımcıları üzerinden genel bir sektör eleştirisi içerirken, diğer yandan Güney Afrika’da Rodriguez’in albüm kapağını dövme yaptıran ya da bir Rodriguez şarkısından esinlenip adını “Sugar Man” olarak değiştiren insanlarla bizi tanıştırıyor.
Rodriguez’in yaşadığı tüm talihsizliklere rağmen koruduğu vakarı, “daha iyisini yapamazdım” diyerek bıraktığı müzik çalışmaları ve geç yaşta da olsa yıldız olmanın iyi mi kötü mü olduğunu pek de bilmeyen utangaç tavrı insanı büyülüyor. Belgesel sona erdiğinde ise bu muhteşem karaktere hayran kalmaktan başka bir şey yapamıyorsunuz.
Roger Waters Bu Kez Kamera Arkasında
Pink Floyd’un 1979 yılında çıkardığı The Wall albümü 1982’de Alan Parker tarafından film haline getirilmişti. Her ne kadar bugün sinema ve müzik ilişkisine dair yapılmış en iyi filmlerden biri olarak kabul görse de, Pink Floyd The Wall, Roger Waters’ı hiçbir zaman tatmin etmemişti. Senaryosunu yazdığı projenin planlanan haliyle, ortaya çıkan film arasında Roger Waters’ı memnun etmeyen farklar vardı.
Roger Waters, yaklaşık 30 yıldır The Wall için yeni bir film yapma niyetinde olduğunu belli ediyordu. En sonunda o büyük gün geldi ve işini şansa bırakmayı asla sevmeyen Roger Waters bu kez Sean Evans ile birlikte kameranın arkasına geçerek Roger Waters The Wall filminin yönetmenliğini de üstlendi.
Waters’ın 2010-2013 yılları arasında dünyanın çeşitli yerlerinde verdiği 219 konserden derlenmiş görüntülerin filme alındığı belgeselde, Roger Waters’ın hem olağanüstü konserlerine hem de bu büyük sanatçının iç dünyasına, yıllar içinde geçirdiği ruhsal dönüşüme ve dünyevi meseleler hakkındaki görüşlerine yakından tanık oluyoruz. Sinema, müzik ve politikanın ortak bir zeminde buluşmasını daha ilk The Wall filminden beri hayal eden Waters, bu amacını Roger Waters The Wall ile sonunda gerçekleştirmiş görünüyor. Belgesel ile ilgili verdiği röportajlarda bu projenin hayatının en önemli işi olduğunu söyleyen Waters, yaklaşık üç yıllık turnesi sona erdiğinde kendisini sudan çıkmış bir balık gibi hissettiğini belirtiyor.
İlk olarak geçtiğimiz yıl Toronto Film Festivali’nde gösterilen belgesel, o günden beri bir sır gibi saklanıyordu. Ama sonunda beklenen oldu ve planlandığı gibi 29 Eylül’de, Roger Waters The Wall tüm dünyada aynı anda özel olarak gösterime girdi.