14 ŞUBAT, CUMA, 2025

Yaşamlarımıza Bir Oyun Alanı Olarak Bakmak: “Evcilik”

Ümit Ünal ile kısıtlı bir alana sıkışmış iki aile üzerinden sınıfsal çatışmaları anlattığı, başrollerinde Nejat İşler, Öykü Karayel, Fatih Artman ve Deniz Işın’ın yer aldığı Evcilik filmi hakkında konuştuk.

Yaşamlarımıza Bir Oyun Alanı Olarak Bakmak: “Evcilik”

Ege kıyılarındaki sakin bir küçük otel: Evcilik. Hayatlarından sıkılmış genç bir çift, Fırat ve Filiz, Evcilik'e gelirler. Oteli işleten Özkan ve yaşı ondan hayli küçük karısı Aysun ile tanışırlar. Özkan ve Aysun arasında çok doğal, sınırsız bir aşk vardır. Birbirlerine takma isimlerle Kınalı ve Duman diye hitap ederler. Filiz ve Fırat köylü çiftin aşkına özenir, onların aksanını komik bulup, bir oyun gibi onları taklit ederler. Ama Aysun ve Özkan bu oyuna şahit olunca kendilerini aşağılanmış hisseder ve Evcilik cinsel, sınıfsal ve kültürel gerilimlerin savaş alanı hâline gelir.

​Ümit Ünal, yazıp yönettiği Evcilik’te iki ailenin birbirlerinin arzu nesnesi hâline gelmelerini sınıfsal bir çatışma üzerinden anlatıyor. Film, insanların hayatlarındaki gerilimlerin ufacık bir şeyden ortaya çıkıvermesini, günümüz insanının kendi hikâyesine ne kadar yabancı olduğunu sınırlı alanda, küçük bir kıskançlık ve özenme oyununun içerisinde izletiyor. Günümüz insanının hikâyesine mesafelenip bakma cesareti göster(e)memesi de filmin bıraktığı etkili mesajlardan.

Evcilik filminin ortaya çıkış hikâyesini anlatabilir misiniz? Niyetiniz neydi? Hangi kavramların içini açmak istediniz?

Neredeyse 30 sene önce Milan Kundera’nın Otostop Oyunu adlı bir kısa hikâyesini okumuştum. Orada kendi aralarında şaka gibi başlayan, oyun oynayan bir çift hikâyesi anlatılır bize. Bir kadın ve adam yoldalar, adam kadına otostopçuymuş gibi davranmaya başlar. Kız da bunu kabul edip, buna göre rol yapar. Fakat bir süre sonra birbirlerini neredeyse tanıyamaz hâle gelirler. Ve yoldan filan vazgeçerler. O hikâyeden, altındaki fikirden çok etkilenmiştim ve uzun metraj bir film senaryosu yazmaya kalkışmıştım. Bu sefer evli bir çift vardı. Atıf Yılmaz’a önermiştim. Onun da çok hoşuna gitmişti hikâye. Üzerinde biraz çalışmıştık, Evcilik, Yolculuk adında bir senaryoydu. 1994’te büyük bir kriz yaşandı. O dönemin ekonomik krizleri dolayısıyla kaldı o senaryo. Hiçbir zaman çekilemedi. Fakat o hikâye benim aklımda kaldı.

​Yıllarca eğdim büktüm hikâyeyi. Başka şeylere benzettim. Bu yazdığım senaryonun Otostop Oyunu ile hiç ilgisi yok, hikâyeyi okuyanlar ve filmi görenler anlayacaktır. Bambaşka bir hikâye fakat ilk ilham Otostop Oyunu’ndan çıkmıştı. İnsanların hayatlarındaki gerilimlerin ufacık şeyden bir anda patlaması ve her şeyin ortalığa saçılması fikri çok hoşuma gidiyor. Bu hâlini de 9 – 10 sene önce yazmıştım. 2013 yılında Asos’ta tam da filmin çekildiği otelde kalmıştık. Filmin başında otelin sahibi hastalanmış, rezervasyonları iptal etmişler ama işte bizim çiftimiz internetten rezervasyon yaptırdığı için kalabiliyorlar. Bomboş otelde bir hafta geçirebiliyorlar. Bu aynen bizim başımıza gelmişti. Filmin içinde olan diğer şeylerin gerçekten yaşadığımızla alakası yok ama ilk kısım gerçek, öz yaşamsal diyebilirim. O otelde bir hafta geçirip döndükten sonra kafamda otelde geçen bir hikâye şekillenmeye başladı. O hikâye de farklı yapımcılarla görüşmeme rağmen uzun bir süre çekilemedi. Çekmecemde duruyordu senaryo. 2023 yılının ağustos ayında Nejat İşler, İskoçya’ya yanıma geldi. Glasgow’da bir şeyler içmek için buluştuğumuzda yapımcı olma niyetinden, projeler aradığından bahsetti. Ben de hemen Evcilik’i anlattım. Ondan sonra Nejat projeyi beğenip, sahip çıkınca bir yıl bile geçmeden proje hayata geçti.

Filmin adı ilk bakışta bir oyun, oyun alanı vaat ediyor. Çocukken oynadığımız oyunlara bizi götürebilecek çağrışımı var. Evcilik ismini seçmenizdeki nedeni sorabilir miyim?

Yıllar önce yazdığım minicik, bir paragraflık hikâyem vardı. Orada, aslında hiçbir zaman büyümediğimizi, çocuk kaldığımızı anlatıyordum. Hayatı öğreniyoruz, işte oturup kalkmayı, yemek yemeyi, içmeyi, dönmeyi biliyoruz ama temel taraflarımız, yanlarımız aynen çocukluktaki gibi kalıyor. Çocuk kalmamıza gönderme aslında. Cinsellik başta, hayatın en temel şeyleri büyüsen de değişmiyor. Cinsellik söz konusu olduğunda özellikle içgüdülerimize teslim oluyoruz her zaman. Bütün bunlara gönderme yapmak istedim.

Taşra kent gerilimini iki ailenin çatışması üzerinden kuruyorsunuz. Böyle bir alan kurarken çatışmalarınızı buradan kurmak sizin için ne ifade ediyor?  Bu filmde neden tek bir mekânda iki aile üzerinde çatışmanızı kurarken hangi meseleleri deşmek istediniz?

Taşra kent meselesinden çok sınıfsal mesele aslında. Bu tamamen İstanbul’da geçen bir hikâye de olabilirdi. Filmdeki işçi sınıfından, çalışan bir çiftle daha beyaz yakalı, burjuva çift arasındaki gerilim her durumda yaşanan bir şey zaten. Burada dar alanda sıkışıp kaldıkları için daha yoğun bir şekilde yaşıyorlar bunu. Birbirlerini kıskançlık nesneleri hâline getiriyorlar. Daha doğrusu şehirli çift köylü çifte bir hasetle, kıskançlıkla bakıyor. Onların aşkını, masumiyetini kıskanıyorlar, onlar gibi olmaya çalışıyorlar. Aslında köylü çift de şehirli çiftin rahat hayatını, zenginliğini, parasını kıskanıyorlar diyebiliriz. Onlara yeni bir hayatın kapılarını açabilecek bir umut olarak da bakıyorlar. Filmi çok açık etmeden anlatmaya çalıştığım için biraz belirsiz kalıyor olabilir ama filmi görenler anlayacaktır. Taşra kent ikileminden çok o sınıfsal çatışma meselelerini anlatmaya, bunlardan bahsetmeye çalıştım. Böyle kısıtlı alanlarda geçen, kısıtlı oyuncu kadrosuyla başka filmlerim de var. Benim bir tür uzmanlık alanım geldi neredeyse. Yönettiğim ilk film 9 tek bir sorgu odasında geçiyordu. Bir de en sonunda merdiven planı vardır. Aralarda da el kamerasıyla çekilmiş amatör görüntüler vardır. Onun dışında tek bir odada geçer. Ara mesela bir apartman dairesinde geçer, Nar aynı şekilde bütünü bir apartman dairesinde geçer. Onun gibi Aşk, Büyü vs. mesela biraz daha geniş ama bir adada geçiyor. Evcilik de bir otel ve onun çevresinde, bahçesinde, plajda, lokantada geçiyor. Yakınında harabeler, antik tapınak var. Dağ başına ava gidiyorlar filan. Filmin çoğu otelin içinde geçiyor. Zıt kesimlerden insanları dar bir alana sıkıştırdığın ve aralarına bir çatışma koyduğun zaman hikâye neredeyse kendi kendine yürümeye başlıyor.

İki tarafın, iki ailenin de birbirlerine bakışlarını oyun alanı içerisinde yapmaları hakkında da bir şeyler sormak isterim. Oyun alanı gibi gördükleri her şey çok fazla kural ve kuralsızlık barındırıyor kendi içlerinde ve etik değerlerinde. Sizin aklınızda ne gibi sorular vardı başlangıçta? Hikâye masadan sete gittiğinde ve set sürecinde ne gibi değişikliklere uğradı? Doğaçlama çalışmayı sever misiniz?

Doğaçlama yapmayı çok sevmiyorum. Özellikle küçük bütçeli filmler doğaçlamayı kaldırmıyor. Doğaçlama için daha uzun bir zamana ihtiyacınız var. Küçük bütçe olduğu zaman her şeyi çok sistemli yapmanız ve kısa zamanda çekmeniz gerekiyor. Dolayısıyla doğaçlamaya gitmiyorum ama öncesinde oyuncularla sıkı bir çalışma yapmayı seviyorum. Zaman ve imkân varsa bazen aylara yayılan bir prova süresi olabiliyor. Evcilik’te uzun bir prova yapamadık. Ekip sete gelmeden önce kameraman arkadaşla, sanat yönetmeniyle ve oyuncularla ekibin en çekirdek haliyle Asos’a gidip dört beş gün kaldık. Önce okuma provası, sonra mekânın içinde hareket provaları yaptık. Bu senaryoda ilk defa senaryoyu ilk yazdığımda açık uçlu bıraktım çünkü nerede çekeceğimizi, mekânın neresi olacağını bilmiyordum. Mekâna göre de oyuncuların kökenine karar vermem gerekecekti. Bu hikâye Karadeniz’de de geçebilirdi, köylü çift Karadenizli olabilirdi. Kapadokya’da da geçebilirdi. Bir ara Kıbrıs’ta çekilmesi bile konuşulmuştu. Hepsi mümkündü. O yüzden köylü çiftin konuşmalarını tamamen nötr bir dille aksansız, lehçesiz yazmıştım. Senaryonun başına da “bütün bunlara oyuncular belli olduktan sonra karar verilecek, geçmişlerine dair göndermeler ona göre yeniden yazılacak” notu eklemiştim. İlk yazdığım hâlinde Nejat’ın oynadığı karakter daha gençti mesela. Genç bir köylü çift, daha olgun yaşlarda şehirli bir çift vardı. Oyuncu seçimi dâhil olmak üzere yaşları konusunda da oynayabiliriz gibi bin tane açık uç bırakarak yazdığım ilk senaryo olabilir. Genelde senaryoları çok daha katı, kara kitap gibi yazıyorum. Asos’ta çekilmesi kararı da çok ilginç bir şekilde oldu. Filmde görüntü yönetmeni Aydın Sarıoğlu ile çalıştık fakat öncesinde başka bir görüntü yönetmeni arkadaş vardı. Takvimler uymadı. Onunla konuşurken Sivrice’de yaşadığım otel hikâyesini anlattım. Orası benim evimin hemen aşağısında, hatta şu an boş duruyor dedi. Nejat da bunu duyunca, bir an önce gidelim orayı tutmaya çalışalım dedi. Ve o otel ayarlandı. Senaryoyu yazarken tam olarak hayal ettiğim yerde filmi çekme imkânı buldum. Benim için de ilginç bir deneyim oldu o açıdan.

Senaryonun uzun yıllara yayılan bir geçmişi var anladığım kadarıyla. Günümüz insanının yaşadıklarını bir ekrana hapsetme meselesini çok etkili yerde kullanıyorsunuz filmde. Öykü Karayel’in oynadığı Filiz karakterinin sürekli hikâye/story çekme fikrini hikâyeye nasıl hizmet ettirip işlevsel hâle getirdiniz?

Senaryonun ilk hâlinde bu da yoktu mesela, sonradan dâhil oldu. 10 yıl önce bu kadar da her şeyimizi sosyal medyada paylaşmıyorduk. Aslında ben de internet tiryakisiyim. Bağımlıyım. Kendi kendimi tedavi etmeye çalışıyorum. Twitter’ı bıraktım mesela tamamen. Oradaki her şeyimi sildim. Her gün birkaç şey yazmadan duramıyordum. Kapatmak iyi oldu benim için. Instagram’da hâlâ devam ediyorum. Bir yere gidince hemen orayı çekip paylaşmadan duramıyorum. O karakterde biraz kendimle dalga geçiyorum ama benden çok daha fena bir karakter çizdim. Bir gün uçakta gördüğüm çift konuşuyorlardı aralarında. Kadın, adama “İnince paylaşabilir miyim?” diyordu. Kocası da “Tamam paylaş, artık nazar değmez” diyor. Tatile gitmişler, karısının hiçbir şey paylaşmasına nazar değer diye izin vermemiş anladığım kadarıyla. İndikten sonra paylaşabilecek yani. Bu espriyi de kullandım filmde. Bazı insanlar böyle. Hayatımızı paylaşmadan duramıyoruz. Bir de her şeyi güzel göstermeye çalışıyoruz, olduğu gibi değil. Herkes çok neşeli, çok mutlu, çok dost, birbirini çok seviyor, yediğimiz her şey çok lezzetli, gittiğimiz her yer çok güzel gibi göstermeye çalışıyoruz. Instagram’da kendimizin reklamını yapıyoruz sürekli.

Filmin içinde sofraların hazırlıkları, kurulan sofraları izlemesi çok keyifliydi. Her kırılma anının farkındalığı sofralarda yaşanıyor. Bu tercihinizin nedenini sormak istiyorum.

Beni tanıyanlar bilir, yemeğe düşkün bir insanım. Yemek yapmayı çok severim. Yemek programı izlemeyi de çok severim. Sonuçta, Sofra Sırları diye bir film çekmiş yönetmenim. O filmimin içinde bir sürü yemek tarifi de verdim. Yemek tarifleri de çektim ayrıca. Yemek ile seviyeli bir ilişkimiz var diyelim. Onda da kendimi tedavi etmeye çalışıyorum. Eskisi kadar obur olmamaya çalışıyorum. Yemekle ilgili sahneler çekmeyi seviyorum. Sofralar da sonuçta hepimizin, herkesin sosyal hayatta birleştiği bir araya geldiği en temel yerler. Sofraların yeri çok büyük hayatımızda. Sofralar adında bir mini dizi yazdım. Onu çekemedim hâlâ. Bir gün çekebilirsem onu da konuşuruz. Sekiz bölümden oluşan dizinin her bölümü ayrı sofralarda geçiyor. Bende işler hep yavaş ilerliyor. Bir gün onu da yaparım mutlaka.

Tat dedik, sofralar dedik… Evcilik filmi de bir tat filmi gibi duruyor. Sizce bu film bir tat, yemek olsaydı ne olurdu? Nasıl bir tat bırakırdı?

Kesinlikle bir Akdeniz yemeği olurdu. Evcilik tatlı bir film. Yazlık bir yerde geçiyor, günlük güneşlik. Çiçekler, böcekler, dereler… İçinde kara mizah var, bir yandan eğlenceli tarafları da olan bir film. O yüzden güzel bir Akdeniz yemeği olabilir ama içinden de bir şey çıkması lazım. Dikenli, sürprizli bir şey olması lazım ama öyle bir yemek aklıma gelmedi.

0
818
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage