Woody Allen’ın sinemasını ayrıcalıklı kılan, bir filmini görür görmez ona addetmemize yarayan özelliklerin haddi hesabı yok: Konuşkan karakterler, ucunun nereye varacağı belli olmayan diyaloglar, eski ekol caz şarkıları ve tabii ki -arada birkaç istisna olsa da- silme New York’ta geçen hikâyeler...
Tüm bunlara ek olarak Allen’ın vazgeçemediği bir diğer alışkanlığı da, kendisi kamera karşısında olmadığı durumlarda, hikâyenin kontrolünü alter-egosuna teslim etmek. Nevrozları, kuşkuları ve güvensizliği hayatının her noktasına sirayet eden Allen’ın perdede kendi temsilcisi olarak seçtiği isimler şimdiye kadar epey geniş bir yelpazeye yayıldı. Bullets Over Broadway’de John Cusack’ten Match Point’te Jonathan Rhys Myers’a kadar uzanan bir oyuncu kadrosu, Allen’ın nevrozlarını, şaşkınlığını perdeye getirerek sıralarını saldı. Görevi layığıyla yerine getiren kadar, bu işin altından kalkamayanlar da oldu. Zira Allen’da ete kemiğe bürünmesine alışık olduğumuz bu karakterin her oyuncunun üzerine oturamayacağı açık. Ancak bugün çalışan genç aktörler arasında Allen’ın perdedeki temsilcisi olmaya en uygun adaylar listesi yapılsa sıralamada Jesse Eisenberg’in üst sıralara yerleşeceği aşikar. Ne de olsa 2002’deki Rodger Dodger’dan bu yana Eisenberg de, Allen kadar olmasa bile nevrotik karakterler üzerinde uzmanlaştı, ergenlik döneminden yetişkinliğe kadar aşk ilişkilerinde ne istediğini bilemeyen, bulunduğu koşulları sürekli sorgulayan ve uyum problemleri yaşayan karakterleri oynamakta ustalaştı. Başka bir deyişle Eisenberg ve Allen’ın bir noktada işbirliğine girmesi kaçınılmazdı. Dolayısıyla bu hafta gösterime giren ve ikilinin ilk işbirliği olan Cafe Society’i malumun ilanı saymakta bir sakınca yok.
Ne var ki böyle bir tanım, Cafe Society’nin heyecanını alıp götürmesin. Woody Allen’ınki, her şeyin yerli yerinde olduğu, beklentileri karşıladığı görülünce eski bir arkadaşa rastlamanın sevincini yaşatan türden bir sinema. Cafe Society de bir istisna değil. Sonrasında etkileneni, ondan ilham alanı çok olsa da, tuhaf bir şekilde hâlâ en iyi onun anlatacağı türden bir hikâyesi var Cafe Society’nin. New York - Los Angeles karşılaştırması, yönetmenin hayranlığını her fırsatta dile getirdiği Hollywood’un altın çağına saygı duruşu, sırrına vakıf olunamayan etkileyici kadınlar, onların etrafında ne yapacağını bilemeyen, elleri ayaklarına dolaşan erkekler, Yahudi mizahı ve her fırsatı değerlendiren bir oyuncu yönetimi; hepsi Cafe Society’de mevcut. Allen, “kendini aşmanın”, beklenmediği gerçekleştirmenin illa ki her koşulda elzem bir meziyet olmadığını gösteriyor. Onun gibi sinemacılar söz konusu olduğunda alışkanlıkların yabana atılmaması gerektiği bir kez daha hatırlanıyor. Ancak Cafe Society’nin bir özelliği de bildik Allen dünyasının, her on yılda kendini taze hissettirebildiğini göstermesi. Cafe Society tabii ki yönetmenin başyapıtlarından Annie Hall veya Radio Days ayarında bir eser değil. Ne var ki, günümüzde artık iyiden iyiye şablonların emrine girmiş sinemada gördüğümüz birçok filmin yanında hâlâ parıldıyor. Allen tarzı hikâyeciliğin modasının geçmeyeceği bir kez daha anlaşılıyor. Yönetmenin genç oyuncularla arasındaki kan uyumu bu algının temel sebeplerinden.
Cafe Society bir oyuncunun içinde bulunmaktan her daim mutlu olacağı bir zaman ve mekânı, 1930’ların Hollywood’unu mesken tutuyor. Yönetmen, Annie Hall’da cümle âleme duyurduğu Los Angeles nefretinden biraz olsun vazgeçmiş sanki. Ancak ilk göz ağrısı yine de bariz bir şekilde New York. Kahramanımız, tabii ki New Yorklu Yahudi bir ailenin hayata atılmaya hazırlanan oğlu Bobby (Jesse Eisenberg). Devrin en ünlü menajerlerinden olan amcası Phil Stern’ün (Steve Carrell) himayesinde sinema dünyasına adım atmak için Hollywood’a taşınıyor. Elbette bir kadının, Phil’in sekreteri Vonnie’yle beraber (Kristen Stewart) Cafe Society’de Woody Allen’ın en klasikleşmiş olay örgülerinden biri devreye giriyor. Allen’ın alter egosu, yine etkileyici bir kadının etkisi altında ne yapacağını bilemiyor, aşkına karşılık bulamadığı zamanlarda dünyası başına yıkılıyor, karşısındakinin gizemini çözemedikçe buhranı daha da derinleşiyor. Aslında tam da filmin klasik Hollywood dekoruna uyan bir yapı bu. Ne de olsa Hollywood’un altın çağında da kadın yıldızlar perdede göründükleri anda hikâyenin tüm akışını durdurabilecek bir ihtişamın taşıyıcılarıydı. Bugünün sinemasında eşine rastlamanın zor olduğu, ancak geçmişe referansla perdede yeniden ete kemiğe bürünebilen bir unsur bu. Perdede geçmişi bu yönüyle canlandıracak oyuncuların azlığını da es geçmemek lazım. Dolayısıyla Kristen Stewart’ta böyle bir ışık olduğunu göstermesi, Cafe Society’nin ilk göze çarpan meziyetlerinden biri. Twilight serisiyle dünyaya adını duyursa da ona gelene kadar ki kariyerinde de birçok yapımda dikkate değer performanslar sergileyen genç oyuncu, Allen’ın senaryosunda öngördüğü görkemi layığıyla ete kemiğe büründürüyor. Hollywood’da yaşamasına rağmen “hayattan büyük olmakla” ilgili bir derdi olmayan Vonnie karakteri, tam da bu “uzak ama yakın” havasıyla ihtişamını daha da perçinliyor. Stewart da bu kendi içinde çelişkili ihtişamı perdeye yansıtabilecek sayılı oyunculardan biri olduğunu gösteriyor. Görünüşe bakılırsa Cafe Society’nin açılış filmi olarak gösterildiği Cannes Film Festivali’nde Allen’ın oyuncuyu her fırsatta yere göğe sığdıramaması sebepsiz değil. Allen, yanı başında sade kıyafetiyle, kırmızı halıda düz ayakkabı giymeme kuralını ihlal eden isyankâr tavrıyla duran Stewart için “Bir bakıyorsunuz, taşradan yeni gelmiş genç bir kadının güzelliğine sahip, bir bakıyorsunuz ihtişamlı bir zarafete bürünüyor, ki bu da her oyuncuda bulunabilecek bir özellik değil” demişti. Cafe Society’ye bakınca demek istediği daha da anlaşılıyor.
Ancak Cafe Society’nin en büyük sürprizi bir başkası: Blake Lively. Diğer oyunculara göre perdede çok daha az görünse de hikâyeye girdiği anda tüm bakışları üzerine çekiyor, kaderinin, oynadığı gençlik dizisi Gossip Girl’ün geçmiş gitmiş popülaritesinin hürmetine verilen rollerle sınırlı olmaması gerektiğini gösteriyor.
Üzerinden çok zaman geçmeyen gençlik fenomenleriyle şöhrete adım atmış iki yıldız ve ergenlik halet-i ruhiyesini kariyerinin belkemiği yapmış bir oyuncu… Woody Allen’ın yıllar sonra çektiği en kendine yakışan filmlerden birini böyle bir ekip üzerine şekillendireceğini kim tahmin ederdi? 50 yıllık yönetmenlik kariyerinde Hollywood’un birkaç kuşağından çalışmadık yıldız oyuncu bırakmamış Allen, halen böyle keşifler yapabiliyorsa ABD sinemasında oyunculuğun esamisi halen okunuyor demektir. Yeter ki Woody gibi bu damarı değerlendirebilecek yönetmenler olsun.