İnsanın sosyal ve politik sınırlarını tanıması, bilmesi, koruması, anlaması, kabullenmesi ve belki de zamanı geldiğinde o sınırları yok etmek için kendi ritminden bir isyan doğurması hakkında dans ve müziğin eşsiz katkısıyla sessiz ama kuvvetli hisler aktaran, yönetmen koltuğunda Benjamin Millepied’in, başrollerinde Elsa Pataky, Paul Mescal, Melissa Barrera'nın yer aldığı Carmen filmi hakkında bir yazı.
Yeryüzündeyiz ve birbirimize temas etmeye mecburuz. Birbirimizin hikâyelerine, yaşantılarına çarpa çarpa ilerliyoruz. Kendi gizimize ve başkalarının gizine ancak böyle vakıf olabiliriz. Kendi hikâyemizin tanığı olurken başkasından ona bir şey katmak ve başkalarına bir şey eklemek... Hikâyelerimizin kesişme noktalarıdır bunlar. Etrafımızda dönen bir dünya, yoksa biz mi onun etrafında dönüyoruz? Parçası mıyız onun, yoksa o mu bizim parçamız? Bütün kimden gelir, kime gider? Bu soruların cevabı pek yoktur çünkü herkes kendi baktığı yerden konuşur hayatı. Belki de aradığımız şey tam arkamızda, bir adım önümüzde, bir nefes boşluğu kadar sağımızda ya da solumuzdadır. Aradığımız şey nereden gelirse gelsin, biz nerede olursak olalım buradan, yaşamdan ayrılmadan hemen önce parçası ya da bütünü olduğumuz bu yaşamı, aslında kendimizi tanımış olmayı umarız.
Hayat her an bizi bir duyguya, düşünceye, mekâna, insana ve içinden geçtiğimiz zamana ait hissetmeye yöneltir. Bu durum insana sınırlar verir, sınırların içine hapseder. Bir yandan da biliriz ki; sınırların ardından bir başka hayat vardır. Kendimizi daha iyi tanıma ihtimali mümkündür. Ve bazen de aidiyet hissettiğimiz şeyler arasında mesafeler oluşur. Kendimizi dünyada sürgün hissederiz. Ne geldiğimiz yere bağlanabiliriz ne de gittiğimiz yere. Bundan dolayı bedenimiz tek yurdumuzdur. Gittiğimiz, ayrılmak zorunda bırakıldığımız yerlerde her zaman bize bedenimiz kadar alan bulmak elzemdir. Bazıları için hareket etmek canlı hissetmenin tek yoludur. Kendimize “boş zamanlar, boş sokaklar, boş yerler” yaratmak için başka bir durumdan başka bir duruma taşınmamız gerekir. Bir yerden, bir insandan kalkıp bir başka yere ya da bir başka insana gitmek gerekir. Gitmek istemeseniz bile bazı aynılıklar bizi dürter, bize yeni yollar gösterir. Böylelikle yenilik duygusu bizi hiç terk etmez. Uyanıklık ve farkındalık hâli bu durumun içinden doğar. Yaşamın içinde sürekli uyanık kalarak yaşamı bir düş hâline getirmek istemek aslında ihtimallerin imkânını her an canlı tutmamız içindir.
Her Zaman Kaçtığımız Şeyin Peşinde Koştuğumuz Şey Olduğunu Hatırlamak
“Carmen, büyüleyici ve duygusal bir genç kadındır. Meksika kartelinden kurtulmak için ailesini geride bırakarak ABD'ye kaçar. Ancak kendisini öldürmeye çalışan sınır devriyesi tarafından yakalanır. Sınır devriyesinin şiddetine şok olan Aiden, Carmen'i kurtarır ve kaçmasına yardımcı olur. Carmen'in tutkusuna, özgür ruhuna ve özgürlük için mücadele etme isteğine hayran kalan Aiden, ona Los Angeles'a bir yolculuk için birlikte gitmesine yardımcı olmayı kabul eder ve yolculuk boyunca ona karşı olan ilgisi artar. Aiden de geçmişinin gölgesinden kurtulup yeni bir hayal kurar. Artık geri dönüş yoktur. Yönetmen koltuğunda Benjamin Millepied’in bulunduğu filmin başrollerinde Elsa Pataky, Paul Mescal, Melissa Barrera yer alıyor.”
Film, iki karaktere can havli noktalarında bir karşılaşma verir. Bu karşılaşma anı, Carmen’in kaçtığında bulduğu yerde Aiden’ın da gitmekten imtina ettiği ama bulunduğu yere de ait olmadığı bir mekânda gerçekleşir. Carmen köklerinin ona verdiği her şeyi tanımak ve yaşama kök salmak isterken Aiden ise kaçmak, hiçbir zaman gerçekten tanımlayamayacağı aidiyet hissini kovalamak için bir şeylerin peşine düşer. Bu yolculuk sırasında her zaman kaçtıkları şeyin peşinden koştukları şey olduğunu yaşam ikisine de tekrar tekrar hatırlatır. Yönetmen Millepied, hayatın bilinmezliği ve hikâyelerimizin gidişatlarıyla ilgili çoğu zaman söz sahibi olamama hâline dair gizemli bir atmosfer yaratırken zaman zaman estetik hazzın tuzaklarına düşerek seyircinin odağını kaybediyor. Fakat yine de hem görsel hem de duygusal açıdan büyüleyici bir şekilde ilerleyen film, dans ve müziğin bedenlerimizde yarattığı titreşimleri koltuklarımızda hissetmemizi sağlıyor. Bir kaybın yas sürecini, kendini tanımanın bilinmez yolculuğu gibi konuları bir kaçış hikâyesinde izlemek; bir ritüel gibi filmi yaşamanın, hissetmenin imkânını veriyor. Carmen, bu yanıyla insanın sosyal ve politik sınırlarını tanıması, bilmesi, koruması, anlaması, kabullenmesi ve belki de zamanı geldiğinde o sınırları yok etmek için kendi ritminden bir isyan doğurması hakkında dans ve müziğin eşsiz katkısıyla sessiz ama kuvvetli hisler aktarıyor. Paul Mescal ve Melissa Barrera arasındaki uyum da filmin güçlü yanlarından biri.
Duvarların Aşılmaya Hayatımızın Sızıntılara İhtiyacı Var
Kimim ben? Tüm soruları özetleyen bir soru. Ve bu sorunun cevabını net bir şekilde verebilmenin yolu aitlik hissiyatının arkasında bir yerde gizli. Bir yere, bir düşünceye, bir eyleme, bir topluma ait hissetmekten bahsediyorum. Yani aslında kendimizce varlığına ikna olduğumuz ve varlığıyla kendimizi var eden bir şeye ait olmak. Hiç olmak yoruyor insanı. Bir aitlikten bahsederken kendi içinde bir çeşit bağlılık düşüncesi doğuyor. En azından ben, bu cümleleri kurarken bunu düşünmekten kendimi alamadım. Ve bu düşünce ayağıma dolanıyor. Çünkü inanmak ve aitlik için her şeyden önce kendimizi özgür ve bağımsız hissetmeliyiz.
Peşimize düşen hayatta kalabilme telaşlarının, kaygılarının, endişelerinin gölgelerinin ağırlığı omuzlarımızda. Savaş ya da kaç. Yaşam böyle bir mesele. Kaçmadığımız zamanlarda toplumun yap dediği her şeyi sorgusuz yaptık. Bize verilenlerle, dayatılanlarla etrafımıza bir duvar, bir zırh örmenin kolaylığına inandık. Fakat bunlarla kurduğumuz duvarların, sığınakların içi boş. Unuttuğumuz ya da bastırdığımız her şeyi oraya koyarız. Bulunduğumuz yerden, o eşikleri atlayanları, aşabilenleri ve bir şeyleri oldurabilenleri linç ederiz. Saatlerce yapıp edelim diye konuşanlar değil, yapabilenler kazanıyor. Herkes için örülmüş duvarların arkasında bizi hayata bağlayan nedenleri unuttuk. Kendimize yabancılaştıkça aklımızı da bedenimizi de kontrol edemez hâle geldik. Koca boşluğumuzu, hiçliğimizi giderecek gücü kendimizde bulamadık. Yanlış değerlerin anı kurtarmasındaki cazibeye kapıldık. Duygusal bakımdan zaten tıkanmış durumdayız. Bir şeyler yapmamıza engel olan, durduran şeylerin tarafımızdan gelip gelmediğini onu didikleyen bir unsurla karşılaşmadan bilmemiz zor. İçimizdeki boşluğa bir şeyler sızması için; en küçük nedene, en ufak bir eşelenmeye, başkalarıyla karşılaşmalara teslim olmalıyız. Bir kere kendini yıkıp aştın mı bir daha geri dönmek istemezsin. Tam da bu yüzden duvarların aşılmaya, hayatımızın da dışarıdan gelecek sızıntılara ihtiyacı var.