Yollarda Bulurum Kendimi ve Seni
Yol filmlerinin atası kabul edilir Easy Rider. Zaten izleyip de yollara düşme istediği uyandırmayana rastlamadım. İki hippinin ABD’yi motosikletle gezmesini anlatan film, aslında bireysel özgürlük, hoşgörü gibi temaların üzerine gitmesi insanın bir şeyleri değiştirebileceği duygusunu vermesi bakımında 68 Kuşağı’nın ruhunun da sinemaya bir tezahürüdür. Dennis Hopper yönettiği ve Peter Fonda, Jack Nicholson ile başrolü paylaştığı filmin, içinizde ABD’yi gezme fikri uyandırmanın ötesinde insanı yola çıkmaya teşvik eden bir yanı var. Bunun da sebebi alttan alta yolculuğun insan üzerindeki etkilerini iştahlı bir şekilde anlatması. Zamanı aşan özelliği biraz da bundan kaynaklanır. Bunun için kült kabul edilse de Easy Rider’a bir klasik demek daha doğrudur.
Latin Amerika'nın Tozlu Yolları
Latin Amerika’nın o büyülü cazibesinin insanın içini kıpır kıpır eden bir yanı var. Gitmesek de görmesek de o büyülü cazibe sizi bir şekilde etkisi altına alır ve ‘bir gün mutlaka gideceğim’ hayali kurdurur. Walter Salles’in, o zaman buyurun gerçeklere demeye getirdiği, kitap daha doğrusu günlük uyarlaması Motosiklet Günlüğü (The Motorcycle Diaries), Ernesto Che Guevara’nın içsel yolculuğu ekseninde Latin Amerika coğrafyasını gezdirme imkanı sunar. Che’nin arkadaşı Alberto Granado ile yaptığı motosikletli yolculuğu o büyülü cazibenin çelişkilerini gösterir bize. Ama en temelinde görünen ve gösterilen arasındaki farkı anlamamızı sağlar. Bu yüzyılın Easy Rider’ıdır.
Grönland'dan Himalayalar'a Bir Hayal
Ofislere hapsedilen ve rutin yaşamlar sürmek zorunda kalan insanların yolculuk hayallerinden ilham alan bir film Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı (The Secret Life Of Walter Mitty). Ama Ben Stiller’ın, değişen medya düzenine karşı hakkaniyetli duruşu ve yeni kapitalist anlayışla dalgasını geçmesi de filmin erdemlerinden. (Tabii o başka bir yazı konusu.) Life dergisinin arşiv odasından dünyaya açılan Walter, bir bakıyorsunuz Grönland'a gidiyor, bir bakıyorsunuz İzlanda'da bir yanardağ patlamasının ortasında kalıyor, bir bakıyorsunuz Himalayalar’da ortaya çıkıyor. Efsane bir fotoğrafçının peşinde aslında o. En zorlu maceraları acemice yaşıyor o fotoğrafçıyı bulmak için. Hal böyle olunca insanda macera ruhunu ateşleyen bir film haline geliyor Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı.
Romalıların Roma'sı
Roma, tarihiyle, kültürel zenginliğiyle, pizza ve dondurmalarıyla gideni illa ki etkiler. Ama etrafınızda sürekli sizin gibi turistleri görünce, ‘Peki Romalılar nerede, nasıl yaşıyor?’ diye sormadan edemezsiniz. Muhteşem Güzellik (La Grande Bellezza) filmi bu sorunun cevabını ziyadesiyle veriyor işte. Kimi zaman Kolezyum manzaralı bir terasta, kimi zaman boş sokaklarında, kimi zaman çılgın partilerde dolaşarak, Roma’nın asaletini, görkemini ve şehir sakinlerinin içine işleyen ruhu üflüyor film. Açıkçası gidip gördüğümüz Roma’nın tadıyla filmdeki Roma’nın ayrı düşmesi biraz insanı çelişkilere sürüklüyor. Ama bir İtalyan yönetmen, Paolo Sorrentino bize Roma’yı anlatıyor, hem de Fellini’ye selam çakarak. Ona kulak kabartmamak olmaz!
Yollara Çıkmak Alaska'ya Gitmek
“Gün olur alır başımı giderim...” ABD’li genç Christopher McCandless da böyle düşünüp Into the Wild’de sırtına çantasını alarak yollara düşüyor, Alaska’ya doğru. Yol bu insanı değiştirir. Christopher’ı da değiştiriyor. O, uzun yolculuğun ardından vahşi doğanın ortasında demirliyor ve terk edilmiş bir otobüsün içerisinde yaşamaya başlıyor. Modern yaşamın sunduğu konforu reddetmenin zorluğuna bakalım ne kadar dayanabiliyoruz? Christopher’ın yaşadıklarından sonra sormamız gereken bu soru aslında. Cevabı zor bir soru. Hem gerçek bir öykü hem yolculuk için ilham veriyor film ama sert bir yüzleşme de istiyor!
Napoli'de Loren'in mi Yoksa Roberts'ın mı Pizzası?
Kimi filmler yolculuk duygusunu aşılamaz ama iştahınızı kabartır ve sizin bir şehre gitme nedeniniz olabilir. Napoli Hikayeleri ve Ye Dua Et Sev böyle filmlerden. Ortak noktaları Napoli ve pizza. Malum Güney İtalya’nın en güzel şehri diyebiliriz Napoli için. Bakmayın siz mafya var, suç örgütleri cirit atıyor, dolandırıcılık kol geziyor söylemlerine orası pizzanın ana vatanı. İki film ve iki pizzacı... Napoli Hikayeleri (L’oro di Napoli) filminde (1954), başrolde Sophia Loren var, elleriyle fırına atıyor pizzayı... Çünkü o pizzacının karısı. Materdei Caddesi’ndeki Starita’da çekilmiş film. Geçmişi 1901’e uzanıyor bu pizzacının. Pizzaları enfes, tıpkı filmde söylendiği gibi. İkinci film ise yolu Napoli’ye de düşen Julia Roberts’lı Ye, Dua et ve Sev (Eat Pray Love) (2010). Onun pizzacısının adıysa L’Antica Pizzeria Da Michele. Salaş esnaf lokantası kıvamındaki bu pizzacı 1870’ten beri pizzacılık yapan bir ailenin yeri. İki çeşit pizza yapıyorlar. İkisi de nefis!
Viyana da En az Paris Kadar Romantik
Aslında aşk filmleri kategorisinin vazgeçilmezlerindendir Before Sunrise. Trende tanışan biri Amerikalı diğeri Fransız iki gencin sınırlı zamandaki romantik ilişkisini anlatır. Ama gençlerin Viyana’da inip orada geçirdikleri 14 saat filmin de omurgasıdır. Viyana onların bir günlük ilişkisine ev sahipliği yapar. Yönetmen Richard Linklater, Viyana’yı o görkemli, ağır havasının dışında daha çok tıpkı Paris gibi romantik şehir olarak gösterir bize. Butik kafelerinde şehirle özdeşleşen kahve içerler. Dar sokaklarında gezerler. Böylece Viyana tutkulu bir flörtün yuvasıdır artık. Gitmek böylesi bir sevdayı orada yaşama istediği uyandırır film.
Provence Bölgesi'nin Huzuru
Ridley Scott genel tarzının dışına çıktığı İyi Bir Yıl (A Good Year), bir aşk öyküsüne ev sahipliği yapan ama filmin geçtiği Provence Bölgesi’ni görünce ‘Fırsatım olsa da keşke gitsem’ dedirten bir yapım. Russell Crowe, Marion Cotillard’ın oynadığı filmde Londra’da yaşayan hırslı bir yatırım uzmanının, o paranın getirdiği gücün esaretinden, Provence Bölgesi’nin huzurlu ortamı ve burada tanıdığı bir kadın sayesinde kurtulup daha insani bir yaşama geçmesi anlatılır. Üzüm bağlarının bulunduğu bu bölgede şehir hayatına göre daha sakin akar yaşam. Kimsenin acelesi yoktur. Scott’un ustalığında bu kırsal yaşama özenmemek, yoğun şehir hayatının insanilikte bizi uzaklaştırdığını düşünmemek içten bile değildir.
Brugge'da Son Tango!
Belçika’nın Ortaçağ’dan kalma şehri Brugge, 2. Dünya Savaşı’nda yerle bir edilmemenin avantajını çok iyi kullandığı pekala söylenebilir. Bunun için gidip geleni de çoktur. Yönetmen Martin McDonagh In Bruges filminde şehrin tarihi atmosferinin ve turistler için cazibesinin üzerine bir kiralık katil hikayesi kurguluyor. Ortaçağdan kalma evlere, dar sokaklara, meydanlara uğruyor ve şehrin ruhuna tezat bir hal alıyor bu katillerin varlığı… Karakterlerin kasvetli ruhlarına rağmen yönetmen şehri daha aydınlık portreliyor. Belki bu aydınlık tasvir, hikayeden bağımsız Brugge’a gitmeye özendiriyor sizi.
New York mu Dediniz?
Şehirler ve yönetmenler diye bir eşleme yapılsa Woody Allen ile eşlenecek şehir tabii ki New York’tur. (Onun gibi bir şehre âşık olup da sinemasında sürekli işleyen çok az yönetmen var zaten.) Herkesin hayatta bir kez görmek istediği New York’u defalarca filmlerinin mekanı yaptı Allen. Ama bu şehrin haleti ruhiyesini en iyi anlattığı film olarak Annie Hall olarak kabul ediliyor. Yönetmen, şehrin, o gökdelenlerin gölgesinde kalan dişil ruhunu kadın erkek ilişkileri üzerinden ortaya koyuyor. Ama bu filmin ruhsal akrabası olarak yine Allen’ın Manhattan’ı izlemek New York’u anlamak için bir başka seçenek olabilir.
Anlat Anlat Bitmez İstanbul
Ya İstanbul… Son yıllarda çekilen pek çok film, İstanbul’u mesken tuttuğu için İstanbul her şeyiyle sinemaya yansıyor zaten. Ama özellikle İstanbul’un cazibesinin altını çizen ya da şehrin bir karakter olarak filme dahil olduğu çok az filmimiz var. Bunlar arasında senaryosunu Ümit Ünal’ın yazdığı beş yönetmenli Anlat İstanbul öne çıkar. İstanbul’un her yüzünü insanlarla kurduğu ilişki üzerinden masalları ilham alarak anlatır. Eminönü’nün o mistik havası da girer filme, İstanbul’un modern yüzü de… Yeraltına da iner kamera, sokak aralarında dolaşır, hane içine de uğrar. İstanbul’un altını üstünü gösteren bir masal filmdir Anlat İstanbul.