Damien Chazelle ve Ryan Gosling ikilisini La La Land’ten sonra yeniden birleştiren First Man, uzun zamandır merakla bekleniyor, henüz vizyona girmeden bile hakkında birçok yorum yapılıyordu. 19 Ekim’de nihayet izleyicisiyle buluşan filmin bu denli heyecanla beklenmesinin sebebi ise Neil Armstrong’un hayatını konu alması. Hem de bilmediğimiz yönleriyle.
Uzayla ve gökbilimle ilgili olsun olmasın herkesin gayet yakından bildiği bir isim Neil Armstrong. Hatta hiç alakası olmamasına ve karakteriyle ters düşmesine rağmen bir popüler kültür ögesi. Bu da ister istemez Armstrong’un hayatına karşı duyulan merakı perçinliyor. Günümüzdeki bir şeyi ilk keşfetme hastalığını düşünürsek -tatil yeri, mekân ya da marka ötesine geçememiş bir keşiften bahsediyorum- hâlâ bizim için tüm çekiciliğini ve ulaşılmazlığını koruyan Ay’a ilk defa giden birini yakından tanıma isteği kuşkusuz hepimiz için oldukça güçlü. Dünya genelinde 600 milyon kişi tarafından canlı izlenen bir olaydan bahsediyoruz. 76 saat süren 386 bin kilometrelik yolculuk ve ayda araç dışında geçirilen iki saat. Bu büyüleyici olaya kayıtsız kalmak ne denli zorsa filmi merak etmemek de o kadar düşük ihtimal.
First Man tabii ki de Neil Armstrong hakkındaki ilk çalışma değil. Ancak James R. Hansen’in Armstrong’u anlattığı First Man: The Life of Neil A. Armstrong kitabına dayanarak hazırlanması ve bu kitabın da Armstrong’un ailesinin onayıyla hazırlanmış tek kitap olması bakış açımızı direkt değiştiriyor. Whiplash ve La La Land ile büyük başarı yakalayan Oscar ödüllü yönetmen Damien Chazelle, son iki filminin tarzından oldukça farklı olan biyografik türde bir filmle ve iddialı bir ismin hayat hikâyesiyle karşımıza çıkıyor.
First Man, 1961-1969 yılları arasına odaklanarak birçoğumuzun bilmediği yönleriyle karşımıza oturtuyor Armstrong’u. Kızını tümörden kaybetmesi, bunun onda ve ailesinde yarattığı etki filmin iskeletini oluşturan olaylardan. Armstrong’un karakterinden aile hayatına, travmalarından iş ahlakına, dönemin sosyopolitik hâlinden Ay’a ilk defa ayak basmanın Rusya ve Amerika arasında çılgın bir yarışa dönüşmesine dek pek çok konuya değiniyor. Amerika uzaya çıkan ilk insan ünvanını Yuri Gagarin ile Rusya’ya kaptırmasından sonra Ay’a çıkan ilk insan ünvanını kaybetmemek için tam gaz çalışmalara devam ediyor. Başarılı da oluyor.
Ancak filmde tüm yan konuların yanı sıra temelde Armstrong’un karakterine odaklanıyoruz, siyasetten ve politikadan yalıtılmış olarak. Öyle ki Ay’a çıkış anını tüm detaylarıyla görmemize rağmen, yönetmenin farklı tutumunun bir göstergesi olarak, Armstrong’un Ay’a Amerikan bayrağını dikmesini dahi görmüyoruz filmde. Bu anı filmde göremememizin dünya çapında ciddi bir sansasyona sebep olduğunu da söylemek lazım.
Film geniş ölçekte karakterin psikolojisi, iç dünyası ve aile yaşamına odaklanarak bazı izleyicilerin beklentisini karşılamakta yetersiz kalıyor. Ancak unutmamamız lazım Interstellar ya da The Martian etkisi arayacağınız bir bilimkurgu değil bu. Öyle bir iddiası da yok. First Man’in biyografik bir film olduğunun altını çizmek gerek, bu bir “Ay’a nasıl çıkıldı” filmi değil. İzlediğimiz daha çok Armstrong’un donuk ve soğukkanlı karakteri, karşılaştığı sorunlar karşısında içine kapanıp kaçmaları, yaşadığı kayıplara rağmen mutlu aile hayatı, çocuklarıyla diyaloğu, karısıyla güçlü birlikteliği… Yoruma açık bir konu olarak söylenebilecek bir diğer şey ise Armstrong’u aya yaklaştıran önemli etkenlerden birinin kızını kaybetmesi olduğu. Çünkü Armstrong, yaşadığı kayıptan sonra işine daha çok odaklanıyor. Bir şeyleri çözme ve atlatma yolu olarak paylaşmak yerine başka şeye odaklanmayı tercih edenlerden belli ki.
Film tüm duygusal analizinin yanında birçok efsanevi anı da izleyiciyle buluşturmayı ihmal etmiyor tabii ki. Neil Armstrong’un Ay’a adımını atmadan önce söylediği “İnsan için küçük, insanlık için büyük bir adım” sözleri ya da Ay’dan dünyayı görmesi filmin en etkileyici sahneleri arasında yer alıyor. Ayrıca duygusallıktan bahsetmişken ölen kızının bilekliğini Ay’da boşluğa bırakması filmin en iç burkan anlarından biri. Ay dönüşü kaldığı karantina sürecinde karısı ziyaretine geldiğinde, bir camın ardından sadece gözleriyle anlaşabilmeleri de zira öyle.
Kişisel görüşüm, eleştirilerin aksine kötü bir Ryan Gosling performansıyla karşılaştığımı düşünmüyorum. Başarılı iki oyuncunun eşliğinde evrilen başarılı bir kurgu First Man. Gosling donuk, soğuk ve ifadesiz hâlleriyle Armstrong’un karakterini ve boğuştuğu duygusal süreci çok iyi yansıtıyor. Tüm dünyada Ay’a giden ilk kişi olmak, bunun getirdiği baskı ve ilgi, psikolojik olarak kolay karşılanabilecek bir şey değil. Gosling bu iç çekişmeyi ve mücadeleyi sessizliğinde yansıtmayı başarabilmiş. 70. Emmy Ödülleri’nde En İyi Kadın Oyuncu (Drama) dalında The Crown’daki rolüyle ödül kazanan Claire Foy ise başarılı performansını First Man’de de sürdürüyor. Eşinin en büyük destekçisi rolüyle film boyunca istikrarını ve gücünü koruyor. The Crown’dan bildiğimiz gibi Foy da az hareketle çok şey anlatabilen bir karakter.
Filmin dışında belirtmem gereken bir mesele daha var, IMAX formatında bir gösterimle filmi izlemenin ne yazık ki çok büyük bir etkisi yok. En azından benim izlediğim salon için öyleydi. Bu durumun sebebi henüz bu konuda yeterli ekipmana sahip olmamamız olabilir.