Yönetmen koltuğunda Oscar ödüllü Alfonso Cuarón’un oturduğu Roma, 75. Venedik Uluslararası Film Festivali’ndeki ilk gösteriminin ardından geçtiğimiz günlerde Filmekimi kapsamında Türkiye’de de seyirciyle buluştu ve festivalin kapanış filmi oldu. Venedik’teki festivalde Altın Aslan ödülüne değer görülen Roma’nın senaryosu da filmin yönetmeni Alfonso Cuarón’a ait.
1970’lerin başında Meksika’da geçen film, Roma mahallesinde yaşayan bir ailenin ilişkilerinden hareketle ortaya çıkan ve birbiriyle kesişen hikâyelerin etrafında şekilleniyor. Ailenin yanında hizmetçi olarak çalışan Cleo’nun merkezde olduğu senaryoda, sosyal ilişkilerin ve statü olarak değişkenlik gösteren farklılıkların birbirine temas ettiği durumlar gösteriliyor. Ailenin, kadın-erkek ilişkilerinin ve dönem olarak içinden geçilmekte olan çalkantılı siyasi sürecin ortasında yaşananlar, pek çok gözün ve karakterin seyir odağı üzerinden anlatılarak ifade ediliyor.
Toplumların yaşam uğraşlarına verdiği emek, karşılık olarak pek çok bileşenin birbirini etkilemesi sonucunda kalıplaşır. Değer konusu ve hakkı ise bu durumun paralelinde ilerleyen süreçleri kapsar ve çoğu zaman bütünler. Sosyal düzendeki farklara bağlı olarak statü olarak elde edilen kazanımlar da aynı kalıbın içerisinde yer alır. Tarihin, insanın ve dönemsel olarak gelişim gösteren siyasi çatışmaların odağı, her anlamda bireyin etkilendiği sahalarda boy gösterir. Bir bakıma kaçınılmaz olan bu durum dünya üzerindeki ülkelerde çeşitli zaman dilimlerinde gerçekleşmiş ve yarınlara pek çok yaşanmışlık anlatısı olarak kalmıştır. Ülkelerin yakın tarihlerindeki pek çok olay, açık olarak bu durumun göstergesidir. Savaşlar, göçler, iç çatışmalar, yönetim değişiklikleri, krizler… Çünkü süreç ve sonuç arasındaki mesafe daraldıkça patlamaya ve daha sonrasındaki kalıntılara şahitlik etmek zorundadır. Roma’da da karşımıza çıkan yaşanmışlıklar bu anlamda tarihin bir parçasına yaslanmakta, ondan aldığı birikimleri dönüştürmeye çalışmaktadır. Anlamı yaratan, insandan bağımsız tutan ve pek çok şeye karakter veren zaman da aynı dönüşümün bir parçasıdır aslında. Çünkü sözün ve düşüncenin de odağı her zaman olduğu gibi insanda, insana dair olan parçalarda düğümlenerek çözümünü aramaktadır. Bir bakıma buna bağımlıdır, çünkü süreklilik olarak ifade edebileceğimiz her şey aslında ilk olarak insan yaşamından beslenmektedir. Tıpkı Roma’daki hikâyenin birbirine düğümlenen çıkmazları gibi.
Her şeyin odağında yer alan Cleo karakteri, masumiyetin ve hayatta kalma çabasının temsilcisiyken karşılaştığı durumlarla birlikte içe dönük bir tavırla çaresizliği ifade etmeye başlıyor. Film boyunca akan hikâyede sabit kalan tek tutum, Cleo’nun içinde bulunduğu durumlar karşısındaki çaresizliğe yansıtılarak anlatılıyor. Bu bağlamda söz konusu dönüşüm, sürece değil sonuca sabitleniyor. Çünkü Cleo’nun yanında çalıştığı aile içerisindeki ilişkiler de doğrudan merkezi, yani Cleo’nun temsil ettiği masumiyetin etrafındaki parçalı yapıları hedef alıyor. Evin -bir anlamda- patronu/yöneticisi konumundaki Sofia, kocasıyla yaşadığı sorunlar neticesinde yavaş yavaş bulunduğu statünün Cleo’yla eşitlendiği bir düzleme geliyor. Bu nokta, aslında filmin en önemli ayrıntıları arasında gösterilebilir. Ortaya çıkan dayanışma, söz konusu aile kavramındaki ikiliklerin, problemler bağlamındaki ifadesine en iyi tanımlamayı getiriyor. Bir gün her şey değişebilir ve bu değişim tahmin edilemeyecek boyutlara ulaşarak pek çok şeyi temelden etkileyebilir. Yerle bir olmadan önceki son çıkış, her zaman olduğu gibi insanın kendi kararlarıyla şekillenir ve sonuçlar doğurur.
Yönetmen Alfonso Cuarón’un da Meksikalı oluşu Roma üzerindeki gerçekliğin boyutlarına, hikâye ve mekân açısından olumlu artılar sağlamış. Siyah beyaz formattaki filmin dâhil olduğu dönem de aynı şekilde önemli bir tarihsel belleğin aktarımına yardımcı olmuş. Zamanı yaşamak, zamana dönmek ve zamanla hesaplaşmak üzerinden okunabilen bu durum, hikâyenin ve karakter dönüşümlerinin de önemli bir bölümüne etki etmiş. Roma, bellek düşüncesi üzerinden bakılınca aslında dünyadaki farklı kültürlerin bireyler özelindeki ortak yaşanmışlıklarına dokunması düşüncesini desteklediği için de önemli bir yerde duruyor.
İnsanlık tarihinin dinamiklerine temas ederek ilerleyen Roma’nın hikâyesi, bireyin aşındırdığı uğraşların büyük bir bölümünden bahsediyor. Aileden, sevgiden, sonralardan ve çıkmazlardan hareketle kendine çevirdiği tanımlara anlamlar yüklüyor, seyrediyor ve bekliyor. En azından bunun mümkün olduğunu gösteren süreçleri yeniden yaşatıyor; her şeye rağmen bunun arkasında duruyor. Cleo’nun kendi zamanı belki de yanlış olan insanlarla ortaklıklar sağlıyor ama yine de tecrübe etmenin insan tarafı görmezden gelinmiyor. İyiyi yaşamadan bilemeyeceğimiz gibi kötüye dâhil olmadan da bilemiyoruz. Buradaki asıl mesele, sebeple sonuç arasındaki mesafenin doğruluğuna sabitlenerek yeni bir doğruluğun altını çiziyor.
Roma, döneme dair kullanılan hemen hemen her şeyle bir bütün olarak hikâyesini aktarmayı başaran önemli bir film. İletişimi, bütünlüğü ve aynı zamanda başlangıcı; bitişinden sonra da bir devam halinin varlığına inandırıyor. Her şey eksilse de kalan parçalar yaşamaya devam ediyor. Merdivenler çıkılıyor, gökyüzü tepemizden hiçbir zaman eksik olmuyor. Roma, biraz da bu gerçekliğin ifadesine olan inancı güçlendiriyor.
https://www.youtube.com/watch?v=sKVYRtE-kXI