Seher Uysal ile İsveç’in Tranås kentinde katıldığı Kultivera konuk sanatçı programını konuştuk.
Sevgili Seher, kısa zaman önce (16 Ekim – 15 Kasım 2015) İsveç’in Tranås kentinde Kultivera tarafından düzenlenen “Asylum of Art” isimli konuk sanatçı programına katıldın. Orada yaptığın çalışmalara geçmeden bu kuzey kentini nasıl deneyimlediğini sormak istiyorum. İlk izlenim olarak neler anlatabilirsin? İsveç’i nasıl buldun?
İsveçliler de en çok bunu merak ediyorlardı, sık sık sordular. Şöyle anlatayım; başka koşullarda başka bir zaman diliminde bana çok iyi gelmeyebilirdi belki. Ama Türkiye’den ayrılmadan önce Ankara katliamı oldu, o ölümler, o cenazeler, o yalanlar… Gitmeden kendime, ben oraya gidip bir ay uzaklaşırsam ancak kendime gelirim diyordum, o denli boğulmuştum. Öncesi de böyleydi malum. Dönerken de üstüme bir ağırlık çöktü, çünkü aynı yere aynı koşullarda döneceğimi biliyordum. Gittiğim yer oldukça mütevazı, izole bir yerdi. Böyle olunca kendi başınıza kalıp kafanızı toparlayıp çalışma imkanına sahip oluyorsunuz. Residency olayı belki biraz bencilce ama “me-time” denir ya öyle bir şey. Öyle büyük müzeleri, galerileri olan bir yer değildi, hani sanata doymak isterseniz… Ama pek çok şehre ulaşım çok kolaydı ve ben ilk haftadan sonra çevre şehirleri gezmeye başladım. Pek çok insanla da tanışma fırsatım oldu, ya bana hep kibar ve iyi olanlar denk geldi bilmiyorum; İsveç’ten ziyade İsveçlileri sevdim diyebilirim. Yani tanıştıklarımı en azından. Onlarda da artan ırkçılık ve göçmen sorunu ile ilgili sorunlar var ve onun şaşkınlığındaydılar.
Orada geçirdiğin ilk günlerde çektiğin huzurlu, dingin, duru güzellikte doğa manzaraları fotoğraflarını hatırlıyorum… Bu coğrafyada yaşadığımız, her birimizi günden güne yıpratan anlamsız kaosun tam zıddı, iyileştirici imgeler. Dolayısıyla katıldığınız konuk sanatçı programının adı (sanat sığınağı) tam da yerinde bir tanım olmuş. “Asylum of Art” dışında katıldığın, sunulan imkanlar açısından kıyaslama yapabileceğin bir konuk sanatçı programı olmuş muydu? Daha genel düşünürsek, iyi tasarlanmış bir konuk sanatçı programı neleri içermeli, nelerden kaçınmalı?
Çok konuk sanatçı programına katılmadım, ama uluslararası birkaç projeye sanatçı olarak dahil oldum. Bence hiçbir şeyle ilgili böyle “–meli”, “–malı” ile biten kesin cümleler söylememek lazım. Bu gibi mutevazı bir program bile iş görebiliyor. Yani amaç çalışmak, birbirinizden öğrenmek, yeni bir şeyler görmek ise… Çok daha profesyonelleri vardır, ama açıkçası ben öyle aşırı profesyonel ve steril ortamlarda geriliyorum. Aman iş çıkarmalıyım stresine gerek yok. O yüzden hayattan edineceğim deneyimi kısmak istemem.
Kultivera’nın sunduğu konuk sanatçı programları çeşitlilik gösteriyor ve yıllık planı projeler üzerinden ilerliyor. Örneğin Eylül ayında edebiyat konulu bir misafir programı (Literary Residency) düzenlenirken, Kasım ayı için dans odaklı başka bir program (Dance Ignition Lab) söz konusu. Seninle birlikte Türkiye’den beş kadın sanatçının (Eda Emirdağ, Gözde Robin, Eda Gecikmez, Gökçe Sandal) çalışma yaptığı program Asylum of Art AiR (October) ise İsveç Enstitüsü ile Türkiye Avrupa Vakfı’nın da desteğini alan, özel olarak tasarlanan projelerden biri. Bu konuk sanatçı programıyla amaçlanan öncelikle Türkiye’den kadın sanatçıları desteklemek, ifade özgürlüğü, sanatsal özgürlük, eşitlik kavramlarının ve demokratik yapıların gelişmesini teşvik etmek olarak belirtiliyor. Aynı zamanda sanatçılar ve kent sakinleri arasında kültürel paylaşım, insan hakları, demokrasi gibi konular üzerine tartışma alanı yaratmak önemseniyor. Atölye dışında yaratılan bu sosyal, kültürel diyalog ve tartışma alanlarından bahsedebilir misin?
Açıkçası insanlara (gelen konuk sanatçılara) verilen kıymet beni oldukça şaşırttı diyebilirim, yani ben Türkiye’de devamlı değersizleştirildiğim için birden işte okuldaki derslere çağrılmak, yerel yönetimden insan hakları, ifade özgürlüğü vb konulardan insanlarla tartışmak, konuşmalara çağrılmak ve hepsinden önemlisi insanların seni saygıyla dinlemesi çok değişik geldi ne yalan söyleyeyim. Biz bağırarak konuşmaya ve birbirimizin sesini kesmeye alışmışız çünkü. Bu deneyim diğer katılan arkadaşlarım için aynı olmayabilir tabii, bilemem. Bu konuşmalar genelde ülkelerin sorunları ile ilgili tartışma alanları açmak, benzerlikleri sorgulamak, bir başka ülke hakkında fikir almak, kısaca diyalog kurmakla ilgiliydi. Sorunların benzer taraflarını tartıştık, ırkçılık ve göçmen meselesi en ciddi endişeleriydi, ki artan bir sağ seçmen oranı da var, haklılar. Farklı residency meselesine gelince bu farklı alanların oranın halkıyla bir araya gelme ve farklı alanlarda bilgi sahibi olma, tanışma, o disiplinleri soluma açısından bir güzelliği var sanırım. Bana da sorsanız sadece güzel sanatlar alanında takılı kalmaktansa alanımı genişletmeyi tercih ederim.
Olanca kötümserliğimle gelişmişlik, demokrasi, çok seslilik için önümüzde daha çok uzun yıllar var sanıyorum… Sadece İsveç’e odaklanıp yaratılan tartışma ortamlarından bahsedelim şimdilik. Belli konularda yerel yönetimden uzmanlar gelip sizlere çeşitli sorular mı yöneltiyordu? Ülkelerin sorunlarını tartışırken bir takım sonuçlara vardınız mı? Örneğin Türkiye’nin son dönemdeki sorunlarına ne gibi yorumlar getirildi?
Genelde bu tür görüşmelerin olacağı zamanlarda bizler gidiyorduk, onların çalışma mekanını da görmüş oluyorduk böylece. Bir soruşturma gibi olmuyordu, bir tartışma şeklinde kendiliğinden ve doğal olarak gelişiyordu, bu da güzel tarafı sanırım. Kimse en iyi şekliyle her şeyi bildiğine hükmetmiş değildi. Sonuçlara vardığımızı söyleyemem. Bunlar büyük sorunlar zaten. Bir Avrupa ülkesi düşününce gözümüzün önüne çok pembe tablolar getiriyoruz, oysa durum öyle değil. Benzer sorunları farklı şiddette yaşıyoruz. Kız çocuklarına ilişkin sorunlar onlarda da var, ama daha farklı şekilde. Sosyal medyada kız çocuklarına yönelik saldırıların çok yoğun olduğunu konuştuk mesela. Bir fotoğrafına altına yapılan yorumların anında hakarete vardığını, kız çocuklarının ya azize muamelesi gördüğünü ya da tam tersi malum hakaretlerle onlara saldırıldığını konuştuk. Yine ırkçılığın son günlerde çok baskın olduğunu, bir kısım tarafından göçmenlere duyulan nefreti ve yaşanan sıkıntıları konuştuk. Türkiye 2 milyon civarı göçmen aldığı için savaş sonrası, bu onların gözünde büyüttüğü bir şey mesela, ama koşullar öyle değil. Bizde kamplarda, sokaklarda yaşayan göçmenler var, ama orada barınma evlerinde ya da sığınak evlerdeler. Bizde evleri taşlanıyor veya gece yattıkları parkta etrafları bariyerle kapatılıyor, orda evler yakılmaya kalkışılıyor. “Irkçılığın tanımı”nın iki ülke insanının da tam bilmediği bir şey olduğu konusunda hemfikir olduk mesela.
Okullarda derslere çağrıldığınızı söyledin. Anlattığın dersin içeriğinden bahsedebilir misin? Sunumun şu ana kadarki sanatsal üretimin hakkında mıydı?
Her birimiz lisedeki derslerde belli şeyler hakkında konuştuk, her biri sunum gibi olmak zorunda değildi. Etnisite, Estetik ve Sosyoloji derslerine girdik. Etnisite dersinde Türkiye’de kimlikler, diller ve müzik üzerinden bir şeyler aktardık ve benzer konular İsveç üzerinden tartışıldı. Oradaki diller ve kültürler… Sosyoloji’de imajlar ve onların ahlaki boyutunu tartıştık, göçmen meselesi üzerinden. Sosyal medyada paylaştığımız ve tartıştığımız görsellerden, fotojurnalizm örneklerinden ve sanattan görsellerle… İşin ahlaki boyutu, onu nerede kaybediyoruz gibi… Bir başka derste de bizler neler yapıyor, nelerden yola çıkıyor, nasıl işler üretiyoruz onları gösterdik.
Konakladığınız ve atölyelerinizin bulunduğu Kraftverket’te tipik bir günün nasıl geçiyordu? Çalışma, keşif, paylaşım gibi temel eylemlerin gün içinde dağılımı nasıldı?
Oldukça sakin geçiyordu, özellikle o gün için hazırlanmış bir etkinlik yoksa sabah kahvaltıda buluşup biraz sohbet ediyor sonra dağılıyorduk. Ben hemen çalışmayı tercih ediyordum, sonra ara verip yürüyüşe çıkıyordum, şehirde dolanıyordum vs. Sonra tekrar dönüp çalışıyor veya okuyordum. Akşama kadar günü böyle geçirip genelde odada oturup insanlarla diyaloğu kestiğimi fark ettiğimden bazen not defterimi alıp ortak alana geçiyordum. Biri oraya geçince herkes sırayla düşüyordu zaten. Ayrıca etrafımdaki insanları dürtmeyi de sevdiğimden bazen odalarına gidip neler yaptıklarını konuşuyordum, benim için önemli olan bu, üretmekten çok düşünmek.
Hem sosyal paylaşımlarını hem de gezilerini düşünürsen, İsveç’te geçirdiğin süre boyunca kültürel ve sanatsal anlamda seni besleyen yeni keşiflerin oldu mu? Örneğin, seni kuzeylerden etkileyen yeni bir yazar, müzik, film vs oldu mu?
Yani… Ben biraz sıkıcı biriyim, gitmeden önce mekanı fazla araştırıp okurum. Dolayısıyla epey şey öğrenirim ve bu belki de oranın şaşırtıcılığını ve sürpriz etkisini azaltan bir şey. Gitmeden önce İsveç’le ilgili epey fikir sahibiydim diyebilirim. İsveç’in güzel polisiyelerini bilirim, iyi yazarlarını ve hatta filmlerini… Herkese o filmleri falan sorarak can sıkıntısına sebep olduğumu düşündüğüm de oldu, bazen kaptırıyorum çünkü… Wallander, Yedinci Mühür falan diye bıdı bıdı konuşmayı sevdiğim için. Belki bir tek müzik; İsveç ve 80li yıllarda İsveçli müzisyenler benim açıkçası korkarak kaçtığım bir şey… Tabii şu an öyle değil, bambaşka şeyler yapılıyor ve biz sadece o dönemin aşırı popüler müzisyenlerini biliyoruz. Hatta Tranås’ın bir dönem ciddi punk bir sahnesi olduğunu ve o sahnenin içinden müzisyenlerin de bizim tanıştığımız insanlar olduğunu öğrendik sonradan. Ayrıca Kraftverket içindeki PlanB’de her hafta dünyanın çeşitli yerlerinden müzisyenlerin geldiği bir konser alanı vardı ve biz de o konserlere gidebiliyorduk. Bu da güzeldi. Sanat meselesine gelince, maalesef dünyanın hemen her müzesiyle ilgili sıkıntı aynı sanatçılara yer vermesi. Ben oradayken Ólafur Elíasson, Francesca Woodman sergileri vardı. Yerel çok az sanatçının sergisiyle karşılaşabildim, ama Göteborg’a ve Stockholm’e değil de belki Malmö’ye gitseydim sahne değişebilirdi. Mesela Vandalorum’da Ann Böttcher sergisini görme şansım oldu, o çok güzel bir deneyimdi diyebilirim. Bir noel ağacı üzerinden bütün bir bölgenin (Småland) tarihini okuyan, haritalandıran, oyuncul bir sergisi vardı. Sonra yine Jönköpings Läns Müzesi’nde güzel bir John Bauer koleksiyonu vardı, ki o da bilmediğim bir sanatçıydı ve çok etkileyici olduğunu söyleyebilirim. Aynı şekilde Göteborg’da Lena Svedberg’in çizgi roman diline yakın çok ilginç çalışmalarını görme şansım da oldu. Ayrıca günlük keşifler de oluyordu, birisi bana bu çok ilginç anı mezarlıkta yaşayacağımı söylese gülerdim. Ama 31 Ekim günü All Saints’ Day idi ve son derece gösterişsiz ve mütevazı ama bir o kadar da özel bir aurası olan bir atmosferle karşılaştık. Anlatınca hiçbir etkisi olmayacak ama herkes mezarlığa gelip yakınları için mum bırakıyordu ve o karanlık mezarın nasıl bir atmosferi olduğunu anlatamam gerçekten. Yaşamak lazım, klişe tabirle.
Program sürecinde ürettiğin işleri biçimsel ve içerik olarak anlatabilir misin?
Herkes gibi ben de ürettiğim şeyleri anlatmaktan çok hoşlanmıyorum tabii ama deneyeyim. Aslında ben görsellerle ilgileniyorum, medyadan yansıyanlar, gerçek görüntüler, sosyal medyada olanlar, fotomuhabirlik örnekleri… Yani imajlar nasıl bizimle oyun oynuyor, ne kadar gerçekliğe hakimiz, ne kadarı hafızamızda kalıyor ya da bu görsellerle kendimize açabileceğimiz düşünme ve oyun alanları var mı? Yani genelde hep tanıdık ve bildik görsellerden yola çıkıyorum. Burada da gazetecilik ve hafıza ile ilgili bir işle, daha önceden de üzerinde çalıştığım mülteci meselesiyle ilgili bir şeyler ürettim. Bunlar çoğunlukla basit çizimler ama onları aktarış şeklim, kullanılan materyal, biçim değişiklik gösterebiliyor.
Bildiğim kadarıyla çok sayıda İsveç gazetesi tarayarak amacına uyacak şekilde siyah-beyaz, yazı ağırlıklı, resimsiz sayfalara ulaştıktan sonra Journo isimli bir seri ürettin. İçeriğini anlatabilir misin? Seri kaç çizimden oluşuyor?
Aslında çok fazla gazete taramadım, bölgeye ulaşan gazete sayısı belli. Çeşidi de… Genelde sadece yerel gazeteler okunuyor. Şimdi böyle anlatınca çok özel bir şey yapmışım gibi olmuş ama… Şöyle ki, Türkiye’de son günlerde de malum gazetecilere ilişkin bir şiddet dalgası var. Bu bazen yumruklama, hedef gösterme ve tehdit, bazen cinayet. Bu haberleri biz okuyoruz, çocukluğumdan beri gözümün önüne gelen sahneler var, fotoğraflanmış bunlar, başka gazeteciler tarafından… Onları hatırlamaya çalıştım, çok var aslında ama sadece beş tane hatırlayabildim. Yani bazılarının görselleri yok tabii, özellikle yerel basın için geçerli bu söylediğim. Şimdi sosyal medyadan hemen bazı görselleri yakalıyoruz ama eskiden yoktu böyle bir şey. Dolayısıyla bu nasıl bazı olayları net hatırlayamadığımız, biriktikçe unuttuğumuz, hatta bazen gazetelerin bile hatırlamadığı ile ilgiliydi. Bir şekilde haberi daha steril ve güvenli olduğunu [düşündüğümüz] yere de getirme çabasıydı diyebilirim.
Bir diğer çalışman Book of Fallen Leaves yapıt içinde yapıt olması bakımından özellikle ilginç. İş doğrudan adı neye işaret ediyorsa o aslında: Düşen yapraklar kitabı. Ama defter arasına yaprak koymaktansa her bir buluntu yaprağı kağıda çizmeyi seçiyorsun. Bir anlamda doğanın anlık kaydını, yetersiz sözcükler yerine doğrudan doğadan imgelerle tutuyorsun. Kuruyan yaprakların değişken renklerini sabırla bir noktada sabitleme ve saklama uğraşı. Defterin bu naif yapısı esasında aklımızdakileri kategorize etmemize yönelik nafile çabalarımızı açık eden bir proje, senin sözlerinle. Bir düzine kadar defter olduğunu biliyoruz. Her defter ayrı bir kategoriye mi karşılık geliyor? Yapıt içinde yapıt derken, bir başka projenin de temelini oluşturduklarını belirtmişsin. Bunu açabilir misin?
Aslında böyle büyük laflar kullanmaktan imtina ediyorum, “projeler”, “yapıtlar” falan… Şöyle diyeyim “kitaplar” adını verdiğim şeyler aslında eskiz defterleri, not tutma ve belki nafile bir kaydetme çabası. Birisinin kafasının içine bakma fırsatı. Kim benim kafamın içine bakmak ister tabii orasını bilemem. Ama ben başkalarının nasıl düşündüğünü hep merak etmişimdir. Şimdilik 12 tane planlı defter var, güzel tarafı, asla bitmiyor… Defterlerin yaprakları bitebilir ama konu bitmiyor. Aynı anda hepsi üzerinde çalışabiliyorsun. Bu defterlerin bazıları kaldığım otel odalarında gördüğüm manzaraları içeriyor, bazıları başka sergilerde görüp üzerine düşündüğüm işleri, bazıları sokakta istemeden duyduğum diyalogları veya bir anlığına karşılaştığım tuhaf sahnelerin fotoğraflarını… Aklımda oturup o yaprakları çizer boyarım diye bir şey yoktu İsveç’e giderken, ama orada o güzel doğayla karşılaşınca üstüne düşünmek istiyorsun. Çok naif belki. Çizimler de fikir de… Ama onlar hakkında düşünürken diğerine başladım mesela: Swept Away
Program boyunca tuttuğunuz, benim de bu röportaja hazırlanırken faydalandığım, online, açık ve ortak bir günlüğünüz var: kultivera.blogspot.seOradaki paylaşım ritmini nasıl kurdunuz?
Orda bir ritim tutturmadık, ortak anlamda. Öyle bir zorlama yoktu. Sadece ilk başlarken tanımak için bir biyografiniz olsun dediler, ondan sonra ben iş ürettikçe yazdım kendi adıma. Onu daha çok bir raporlama ve tepki alanı olarak görmüş olabilirler, çünkü yazarken ister istemez tüm kafanızdan geçenleri aktarabilme şansınız oluyor. Bir arşiv gibi düşünmüş de olabilirler ama bir “ille de yazın” durumu söz konusu değildi. Ama ben yazmayı severim ve elimden geldiğince yazdım.
Program sonunda bir de karma sergi düzenlediniz. “Alien Self Disorder” adlı sergi 13 Kasım – 12 Aralık 2015 tarihleri arasında Tranås Kent Kütüphanesi sergi salonunda görülebilecek. Bu serginin kavramsal çerçevesini ve sergilenen yapıtları anlatabilir misin?
Tranås’la ilgili düşünürken biraz mütevazı düşünmek lazım, mesela öyle bildik bir sergi salonu gibi beyaz steril bir yer düşünmemek lazım. Yani şehir içinde galeriler var ama bunlar dekoratif, çerçeveli resimler satan yerler. Orada bir alan vardı, orayı bize açtılar. Kavramsal bir çerçevemiz de yoktu, yani işlerimizde ortak olabilen bir şeyler vardı, sohbet ediyorduk, insanlarla konuşuyorduk ve oradan yola çıktık, ama öyle profesyonelce oturup kavramsal çerçeveyi yazıp sonra ona göre iş üretmedik. Oradaki deneyimimizden ve Türkiye’de yaşadığımız korkunç ortamdan, beraberimizde getirdiğimiz korkudan beslenen şeylerdi, izlenimlerimizdi daha çok. Bitmiş işlerden çok deneyimlerimizdi diyebilirim. Bu da açıkçası benim her zaman daha çok ilgimi çeken şeydir, zıplayarak bakacağım yüksekte bir yerde duran sanat nesnelerinden ziyade kafaların nasıl şekillendiğini görmek. Ana başlık yani bizi oraya getiren şey insan hakları olduğundan, Kultivera’nın açık çağrısı bu başlık üzerine olduğundan, ordan yola çıktık.
Belki off-space olarak tanımlayabileceğimiz mekan çalıştığınız programın içeriğine steril bir beyaz küpten çok daha uygun. Diyaloğa, söze, paylaşıma, fikir alışverişine bu denli önem veren bir konuk sanatçı programı sergisinin kent kütüphanesinde düzenlenmiş olması çok anlamlı. Süreç boyunca aranızda oluşan ortak dil, ürettiğiniz işleri bir arada tutan ortak bir kavrama evrildi diyebiliriz. “Alien Self Disorder” kavramını açıklamak için sergi metninden alıntılıyorum: “Daha çok Afro Amerikalılara yönelik bir tanı olan bu kavramı, Na’im Akbar, bir grup insanın doğalarına ve sağ kalma içgüdülerine karşıt davranışları olarak tanımlar. Bu grubun baskın davranış biçimleri doğal ve kültürel eğilimlerini reddetmeye dayanır. Kendi yaşamlarına ve iyiliklerine ters yönde hareket etmeyi öğrenmişlerdir ve de bunun bir sonucu olarak kendilerine yabancılaşırlar.” Yaşadığımız tüm toplumsal sarsıntıların sebebini özetliyor adeta. Bu sergide gösterdiğin, yapraklar üstüne çalıştığın Swept Away’i anlatabilir misin? Bu sefer yaprak çizimi yerine doğrudan yaprakları kullanmayı tercih ediyorsun mesela. İçerik ve form nasıl birleşiyor?
Daha önce de benzer bir çalışma üretmiştim, aslında bir kayıt gibiydi o da. 20 metreden fazla bir kağıt rulosu düşün. Onun üzerine bir dizi resim. Bu resimler Şengal dağlarından sınıra yürüyen insanların haber ajansları, sosyal medya ve gazeteler üzerinden servis edilen fotoğraflarının birer kopyasıydı. Onlar yürüdükçe çizdim, her saat yürüyüşlerini takip ediyorduk o dönem. Gördüğüm şeyi, (tanıklığım sadece bundan ibaret) şaşkınlığımı anlatacak yol yordam bilmiyorum bundan başka. Bir acziyet duygusu da olabilir, çok net tanımlayabildiğim bir şey değil. Bahsettiğin çalışma da buna benzer, orada o kadar çok kez göçmen meselesini ve sorunları konuştuk ki, o kadar ötelenmiş bir problem ki bu Avrupa’da… Ve tabii Türkiye’de de… Hala da ötelemeyi tercih ediyorlar, onun üzerinden bir şey üretmek istedim. Yine kopya görseller; tanıdık olmalılar çünkü. Ama bu kez yapraklar üzerinde. Sokakta gördüğünüz, süpürülen, ötelenen yapraklar.