"Siyah beyaz sadece fotoğraflarda olur. Biz dönenler döndükçe renklendiririz her şeyi"
Demhat Aksoy
Bilkent Üniversitesi İletişim ve Tasarım Fakültesi öğrencilerinin yıl içinde yaptığı işler Ankara Cer Modern'de sergilendi. Seçkiye katılan on bir sanatçıdan Ekin Taneri ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Ekin Taneri kimdir; nerede yaşar; ne yapar?
Ben Ekin. Yirmi beş yaşındayım. Ankara doğumluyum. Bu sene Bilkent Üniversitesi İletişim ve Tasarım'dan mezun oldum. Fotoğraf çekmeye 2009 yılında merak saldım. İlk olarak analog kameralar ve karanlık oda ilgimi çekmeye başladı. Biraz onlarla uğraştım. Sonrasında 2012 yılında dijital bir makine edindim. O ise benim bölüme başladığım yıl oluyor. 2012 itibariyle aslında daha profesyonel fotoğraf çekmeye başladım. Bir yandan bunun eğitimini de almaya başladım. Kısaca benim fotoğrafçılığa olan merakım böyle başladı.
İlk etapta daha portre dışı fotoğraflar üzerinde çalışmaya başladım. Sonrasında insan-sokak ilişkisini fark ettim ve çok daha güçlü fotoğraflar çıkmaya başladı. Çok uzunca bir süre Ulus ve Ankara Kalesi civarında çalıştım. İstanbul'da ise Tarlabaşı, Dolapdere ve Balat gibi daha getto diye nitelendirdiğimiz noktalara odaklandım. Ardından işlerimi daha spesifikleştirdim ve bu bağlamda ortaya çıkan ilk çalışmam Bilkent'te, "Bilkent'in Kadınları" isimli iş oldu. İşlerin içeriği Bilkent'te varolan öğrenciler, çalışan kadınlar, öğretim üyeleri, kısacası Bilkent'te nefes alan kadınlardan oluşuyordu.
Bu İlk Sergin Değil O Halde?
Bu nitelik anlamında ilk büyük sergim diyebilirim. Bundan önceki işlerim daha akademi alanında yapılan ve sadece Bilkentlilerin ulaşabileceği sergilerdi.
Çalışmalarını o halde okul dönemi ve okul döneminden sonra diye ayırmak mümkün mü?
Evet mümkün.
Akademi anlamında ne söylemek istersin? Akademik formasyon seni basamaklar arasında gezdirdi mi; yoksa bu süreç tamamen senin kişisel deneyimleme sürecinin mi bir parçası?
Şöyle ki, benim akademide ki hocalarımdan sevgili Jülide Aksiyote Görür* beni çok yönlendirdi. Yani cesaretlendirdi diyebiliriz. Ben kendi uğraşılarımla akademi dışında da fotoğraf çekmeye devam ederdim ama hayatımı fotoğraf üzerine kurmamda o çok yardımcı oldu. Çünkü; onun yaptığı yorumlar ve feedbackler işleri çok daha farklı yerlere getiriyordu. Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki ben fotoğraf çekmeyi kendi kendime öğrendim ve kendi kendime geliştirdim. Örnek vermek gerekirse okulda biz fotoğraf üzerine tek bir ders aldık; onda ise çok özel bir şey öğrenmedik. Fotoğraf çekmek bu anlamda fotoğrafçının kendi kendine yetebilmeyi öğrendiği ve kendi kendini geliştirdiği bir alan. Ama bu demek değildir ki akademinin benim elimden tuttuğu nokta hiç olmadı. Akademi beni bu serüvende verdiği teorik bilgi ile çok fazla besledi. Teorik alt yapıyı sağlam zeminlere kurdukça bunun üzerine pratikte verdiğim kompozisyonlar daha netlik kazandı. Çünkü; bir şeyin bilgiye dayalı öğreti kısmını hallettiğiniz takdirde bir şeylerin gelişmesini ve yürümesini olanaklı hale getiriyor. Benim açımdan teorik eğitim bu anlamda pratik eğitimden daha çok işe yaradı diyebilirim.
İnsanın hayal gücü çok kendi kendine gelişen bir nokta. Ancak bir şeylerin genel-geçer bilgilerine sağlam sarıldığınız takdirde ayaklarınız yere daha tereddütsüz basıyor. Özellikle cinsiyet çalışmalarında, insan-mekan çalışmalarında bunun en büyük örneğini görmek mümkün. Söz gelimi bir binanın fotoğraf çalışmasına odaklanacağınız zaman onunla ilgili temelde bildiğiniz binanın tarihi, geçirdiği yenileme çalışmaları vb. bilgiler fotoğrafın katmanına yeni başka pek çok katman daha katıyor. Ben bunun böyle olduğunu düşünüyorum. Teorik altyapım bu kadar iyi olmasaydı belki fotoğraflarım şu an görünen çerçevede olmazdı; öyküyü başka bir noktadan tutardı. Oyunu birazcık kılavuz eşliğinde oynamayı seviyorum da diyebiliriz. Ama çok da saplanıp kalmamak lazım o kılavuza. O sadece bir yol göstermeli ya da bu yola ışık tutmalı.
Bu anlamda pişman olmadığını söyleyebilir miyiz? Nitekim pek çok sanatçı biraz da alaylı olmanın fantezisi eşliğinde hareket ediyor. Çünkü; görünen göz dışındaki gösterilen gözün kendilerini yanıltacakları dile getiriyorlar.
Hayır, bu anlamda pişman değilim. Ben kendimi fotoğraf anlamında okullu ya da başka bir tabirle mektepli olarak görmüyorum ya da hissetmiyorum. Çünkü; deneme-yanılma yoluyla rotamı çizdim hep. Ne çekmek istediğime her zaman karar veren ben oldum diyebilirim. Hiç kimse bu süreç zarfında bana onu çek, bunu çek gibi bir çizelge ile gelmedi. Bana öğretilen şey teknik oldu. Ama ben tekniğin üzerine fazla kafa yormadım; sadece böyle bir tekniğin varolduğunu bildim. Sırt çantamda bir tür envanter oldu bu benim için. Başka bir taraftan bakacak olursak okul bana bir tür kültür tabanı da oluşturdu. Belki bu tabanı dışarıdan da edinebilirdim ama bu derece işleri kolaylaştırabileceğine de inanmıyorum açıkçası. İşlerime alaylı olsaydım en basit haliyle onları oluşturmaktan, sergileme süreci ve yerine kadar belki daha farklı bir yol izleyecektim. Akademi bu bağlamda en başta belirttiğim gibi bizlerin üretim yapmasını, geriye kalan şeyleri onların halledebileceği bir manifesto verdi bize. Şunu da belirtmem gerekir ki, akademi hayatımın ilk aşamasında ben hep çok donanımlı ve özverili insanlarla tanıştım. Onların desteği bizlere çoğu kez yürüme cesareti verdi. Onlar olmasaydı devam eder miydim; evet devam ederdim ancak bu kadar sağlam adımlar atacağımdan kuşkuluyum. Şu an baktığımda daha bir cesaret ile yürüyorum ve aldığım kararlarda daha hızlı kararlar verebiliyorum.
Akademik eğitiminin ilk dönemi şu sıralar bitti. Ve baktığımız zaman akademiye devam etsen de, etmesen de aslında çok büyük bir ormanda yürüyorsun; her işin başka başka işlerle dal dal yükseldiği bir orman. Bu ormanda hiç kaybolduğun zamanlar oldu mu?
Oldu tabi. Her dönem en büyük korkum tekrara düşme dediğimiz kavram oldu. Birilerini kopya etmek de buna dahil. Ama böyle dönemlerin eşiğine adım atacağım zamanlar kendimi hep geri püskürttüm. Çünkü; kendine güvenen bir insanım. Bütün fotoğraf çalışanların da bu güvene sırtını yaslaması gerektiğine inanıyorum. Çünkü; hepimiz aynı ormana, aynı ağaçlara farklı noktalardan bakıyoruz. Eğer baktığımız nokta bu içsel yolculuk esnasında iyiyse iyi işler çıkıyor; ama eğer o kadar iyi analiz edemiyorsak işe dair bir şeyleri, sıradanlığa komşu oluyoruz. İşte bu sıradanlaşmış durum beni çok korkutuyor. Buna düşmemek adına da baktığım şeye farklı bir noktadan bakmaya gayret ediyorum.
Neler yapıyorsun peki bu anlamda? Bu tekdüzelik ve tekdüzelikten kaçış noktası ne senin için?
Bu tekdüzelikten kaçmadan önce şunu belirtmem gerekir; ben de düşüyorum bu duruma. Özellikle aktüel fotoğraf çekerken herkesin birbirini selamladığı alanlardan özel olarak uzak durmaya çalışıyorum; mesela Ankara'nın simge fotoğraf mekanları. Ya da gidiyorsam eğer çok daha farklı zamanlarda gitmeye çalışıyorum bu mekanlara. Yakalamaya çalıştığım şey farklı zamanlar, farklı mekanlar ve farklı imgeler. Çünkü; bir surat ifadesi fotoğrafta her şeyi değiştirebilir. Ama artık kendim konseptlerimi oluşturmaya çalışıyorum. Değişimi kendi içimde yaratıp, bu değişimi yakalamaya odaklanıyorum. Yoksa bu bir zaman sonra şuna dönüşüyor: Otuz, kırk kişi aynı yere aynı şeyi fotoğraflamaya gidiyor ve bir vakit sonra o otuz, kırk kişi aynı şeyi çekmiş gibi oluyor. Bu benim temelde uzak durmaya çalıştığım şeylerden.
Bir arınma sürecin var mı peki; çalışma öncesinde ve sonrasında diyebileceğimiz.
Ben biraz gergin bir insanım. Bir işe başlarken nitekim çok gerilebiliyorum. Bu aşamada düşünüyorum, yazıyorum, çiziyorum ve başlayacağım işin bir yol alış grafiğini çıkarıyorum. Yazıya döküyorum bunu. Günlük tutuyorum mesela. Yani bir işin varolan ve varolacak bütün sürecini ön bir süzgeçten geçiriyorum. Yaptığım hataları çokça yazıyorum; onları maddelendiriyorum. İşlerde model aldığım insanlar ile olan ilişkilerimi sorguluyorum. Bire-bir bir çalışma sürecindeysem, çalıştığım kişinin ağzından çıkanları kaydedip, sonrasında tekrar dinliyorum. Bunlar bana sonrasında da ilham veriyor; bu fotoğraflara tekrar bakarken. Bu geçirdiğim evre sadece işi kurgulama aşamasında değil, sonrasında örneğin bir fotoğrafı düzenleme kısmında da çok işime yarıyor. Aklımda hiç bir şey yokken makinemi alıp hoşuma giden her şeyi çekiyorum. Bu da bir yandan beni arındıran şeylerden. Bir şekilde odak noktam olmuyor böylece; her şeyi çekiyorum ve odaklanmanın verdiği o baskıcı süreci belki de böyle boşaltıyorum.
Günlüklerin, kayıt cihazların o halde senin için bir sığınma noktası. Belki de bir kulübe. O bahsini geçirdiğimiz ormanda kaçtığın bir nokta. Peki bu kulübede seninle olan, sana eşlik eden birileri var mı?
Steve McCury bana eşlik edenlerden biri. İlk aklıma gelen o oldu. Amerikalı fotoğrafçı Robert Mapplethorpe'ın keza işlerini beğeniyorum. Onun özellikle cesareti bana fazlaca ilham veriyor. Türkiye'den Ara Güler'in fotoğraflarını çok beğenirim. Ozan Sağdıç'da bu listeye eklenebilir. Şu an isimlerini hatırlayamadığım bir dünya genç fotoğrafçı var. Onları genellikle dolaşırken, internette sörf yaparken görüyorum ve "Vay be!" diyorum. Daha kült isimlerden ziyade ilgimi çekenler bu genç sanatçılar oluyor. Bu anlamda sıkı bir blog takipçisiyim diyebilirim. Her zaman onlara bakmaya çalışıyorum.
O halde kendi içinde erittiğin bu yaklaşımından yola çıkarak, çalışma skalan için ayırıcı bir nokta dijital olmayan ile dijital olan diyebilir miyiz? Ve günümüz dijital dünyasına yaklaşımın nasıl?
Elbette ayırabiliriz. Dijital evrene gelecek olursak, açık konuşmak gerekirse teknoloji hayatımıza o kadar çok girdi ki artık ille de analog demenin bir anlamı kalmadı. Çünkü; film ücretleri varolan üretim azalmasıyla birlikte hem ulaşılamaz bir şey oldu; hem de ulaşabilir olanın maddi tutarsızlığı işin içine girdi. Söz gelimi bu filmlere ulaşsanız dahi işin bir de karanlık oda ve banyo aşaması var. Analog bu nedenlerden ötürü şu sıralar biraz fantezi dünyası gibi. Benim hala bir analog makinem var. Hala onunla çekim yapabilirim. Onun dünyası ve açtığı kapılar çok farklı ve başka; buna kesinlikle bir şey söyleyemem. Ona dokunduğum zaman hala başka heyecanlar yaşıyorum. Ama dijital çok büyük bir rahatlık sunuyor geldiğimiz şu noktada. Evet belki otuz altı poz çekmiyorsunuz; üç yüz altmış poz çekiyorsunuz ama bunun getirdiği avantaj, anlar arasında daha çok alternatif ana yaklaşıyorsunuz. Demem o ki dijitale asla karşı değilim ve hatta daha da gelişmesini istiyorum diyebiliriz. Bize daha iyi işler çıkarma yolunda yol açsın.
Peki "Gökkuşağının İçinden" fikrine gelecek olursak; nasıl doğdu bu çalışma?
Okul hayatım boyunca aslına bakarsanız hep cinsiyet temelli çalışmaları çok sevdim. Bunu ise bir zaman sonra görselliğe dökmek niyetindeydim. Gökkuşağının İçinden ise biraz Pembe Hayat Kuir Fest ile ortaya çıktı. Orada gönüllü çalışıyordum ve orada çalıştığım süre zarfındaki insanlar bana ilham verdiler. "Ben ne yapabilirim?" üzerine düşünmeye başladım. İlk etapta serginin ismi Kuir Sergi olarak düşünülmüştü ve ben bu çalışmadan ziyade daha show time dediğimiz kısmı göstermek niyetindeydim. Ama elimdeki imkanlar ona çok el vermedi açıkçası. Çünkü; en başta işin bu noktası için çok fazla bağlantım yoktu örneğin. Şehir değiştirmem gerekiyordu. Sonra biraz süzgeçten geçirdiğimde zaten bu insanlar geçmişten bugüne hep böyle tasvir edildiler. Ben neden bu geleneği sürdüreyim dedim. Buradan yola çıkarak modellerimi ve temamı daha gündelik olana ve gündelik yaşantıya taşımak istedim. Modellerimim istekleri doğrultusunda ve onların bana açtıkları kapılar çerçevesinde bu özel alana indim. Gökkuşağının içinden böylece doğmuş oldu.
Projenin şekillenmesi ve eyleme geçmesi ne kadar sürede oldu?
Projenin bu kısmı en tartışmalı kısmı oldu aslına bakarsan. En başta fikir aşamasındayken model bulabilecek miyim sorusu gündeme geldi. Bu konuda Esra Özban* bana çok yardımcı oldu. Genel olarak Pembe Hayat Kuir Fest ekibi çok yardımcı oldu. Çalışmalar kişisel bir sergiye referans olduğu gibi bir de okul için dosyamı oluşturuyordu. Çünkü; bitirme projemdi bir yandan. Genel hatlarına baktığımızda çalışmalar kimsenin kestiremediği bir yerde buluşmaya başladı. Yani süreç içinde şekillenmeye başladı diyebiliriz. İsmi bile böyle oldu. Bir gün çokça fotoğrafla danışman hocamla konuşurken şu an ki isim bir sohbet esnasında geçti ve evet bu olsun dedim. Ama şunu da belirtmemde fayda var. Modellerimle bu çalışma öncesinde ve özellikle sonrasında aramızda çok sıkı bir bağ oldu. Bunun bu süreci olduğundan daha hızlı evirdiğine inanıyorum.
Serginin kavramsal çerçevesine baktığımızda dışarıda ve içeride olan iki kavramın belirleyiciliği var. Genel itibariyle baktığımızda bütün cinsiyet evreni/evrenleri için özele ait olan kısımlar var. Kimileri herkes için ortak ve oldukça belirleyici. Modellerinin sana kapılarını bu anlamda rahatlıkla açtığı süreci çok merak ediyorum.
İlk olarak bu çalışmamdan Pembe Hayat'a bahsettim. Ancak beni korkutan çokça noktadan biri çalışan bir hayli insanın varlığıydı. Dışarıdan baktığımda bir sürü insan bu konuda çalışıyor ama gördüğüm ve hoşuma gitmeyen bir yüzeysellik var. Bu nedenle konuya giriş yapacağım doğru yerlerden birinin Pembe Hayat olacağına kanaat getirmiştim. Projenin ilk adımlarının orada atılmasını tercih ettim. İlk motto şu olacaktı: "Siz nasıl isterseniz". Mekanda, fonda, duruşta ve durmak istenen noktada iplerin bir kısmını onlara bırakmak istedim. Kareyi onlar şekillendirdi diyebiliriz. "Ben bu duvar önünde olmak istiyorum" dediğinde modelim, ben sadece modelimin duvarın hangi açısında duracağına karar verdim. Hızlı bir karar-kabul süreci vardı önümüzde. Onlarınsa sorduğu sorulardan biri şu oldu: "Neden ben?". Küçüklüğüme döndüğümde bu sorunun cevabını şöyle verebilirim. Küçüklüğümde özellikle güzellik kavramını oldukça sorgulayan bir çocuktum. Örneğin; anneannemin saçlarım dağınıkken bana yaptığı yorum: "Topla saçlarını erkek çocuğu gibisin" olurdu. Baktığımızda çok naif hatta komik olan bu tepkileri düşündüğümüzde alt faktörleri çok farklı. Bende aynaya bakar ve söylemeye çalıştığını anlamaya çalışırdım. Günümüzden bir örnek verdiğimizde kilo faktörü buna bence güzel bir örnek. Zayıfladığında çok estetik durduğun söyleniyor mesela. O kadar tuhaf ve değişken bir güzellik ve estetik sarkacı var ki! Bunu anlamak ve yorumlamak çok zor. Toplum normları dışında sayılan insanlara baktığımızdaysa, onlar bu sarkaç çemberinin hiç bir yerinde değil. Bu çalışma benim yolculuğum gibi oldu. Her fotoğrafta bir anlamda kendi sorgulamamda oldu. Kendimi hep önyargıları olmayan biri gibi görüyordum; hayır, benim de önyargılarım varmış dedim.
Projede güzellik kaygısı yaşadın mı ya da buna düştüğün anlar oldu mu?
Hayır hiç olmadı; bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Belli bir kural ve kaide çizgisi yoktu çünkü. İpler sadece benim değil, onlarında ellerindeydi. Nasıl hissettiğin ve nasıl olmak istediğinle alakalı bir süreç olduğu için her iki tarafta bu kaygıyı yaşamadı diyebilirim.
Baktığımız zaman kendi içinde erittiğin ve eritmeye çalıştığın bir norm sürecin var. Buna kaygıda diyebiliriz. Portre işlerde tanınmış yüzler seçmek bir avantajdır. Senin işlerin ise tanınmayanlara yönelik. Ancak her ne kadar karşılıklı bu süreçten sıyrıldığınızı dile getirsen de çalışmalarda baskılayıcı bir taraf var ve ağır olarak hissediliyor.
Benim modellerimin en büyük ortak noktası hepsi dönüşümün en başında bireyler ve hepsi çok genç . Yaş olarak en yüksek basamağımız yirmi beş. Yolculuğumuzun iki taraflı olarak henüz çok başındayız. Başlarken kendimden çok emindim. Ama şimdi bakıyorum, ben bazı noktalarda emin değilim, değilmişim. Buna şöyle de bakabiliriz. Toplumsal normların çizdiği sınırlar ve normal olma hali beni çok bunaltıyordu. Kaldı ki kendi içimde bile bunun karmaşasını çok yaşıyorum.
Serginin en güçlü yanının toplumsal dinamizme tuttuğu birleştirici yanda olduğunu düşünüyorum. Baktığımız zaman bu sergide translar var, eşcinseller var ve heteroseksüellerde var. Hepsi aynı duvarda, alanda buluştu. Bu anlamda bir listeleme sürecin oldu mu?
Bir listeleme sürecim olmadı. Yani bu kadar trans olsun, bu kadar heteroseksüel olsun gibi bir kaygıya düşmedim. Sadece portrelerin duruşuyla ilgili bir eleme sürecim oldu. Bir portrenin diğer bir portre ile birleştiğinde, o ikisinin ya da üçünün, dördünün birbiriyle çok uyumlu olduğunu gördüm. Sanki birbirlerini tamamlamak için vardılar. Sergide bir diğer nokta ise sergide yer alan işler arasındaki giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinin aşamalı olarak yer alması. Bunun bir öykü olduğunu düşünüyorum hep. Çalışmalarımda yer alan modellerimin baktığımızda birbirinden çok farklı hikayeleri var. Her birinin duruşu, zirve noktası ya da kırılma noktası çok başka yerde. Hepsinin bir araya gelmesi ve ortak bir öyküde yeni bir öykü yazması en güzeli oldu.
Çalışmada yer alan modellerin bu hikayeye nasıl tepki verdi? Özellikle artık her şeyin son noktasını aldığı ve insanlarla buluşacağı zaman sana dönüşleri nasıl oldu?
Kimseyi aslında merakta bırakmadım. Ne çektiysem ilk olarak ve en hızlı şekilde onlarla paylaştım. Tek bilinmezlik ise bu bir yığın fotoğraf arasında hangisinin seçileceği ve sergileneceği zamanlardı. Aslında son noktada her şeyi onlarda diğer insanlarla birlikte gördü gibi oldu. Öncesinde sergi posteri çıktığında bakma şansları oldu. Ama portreler belli olsa dahi hangisinin sergi alanına yerleşeceği muallaktı. Nitekim sergi açılış günü onlarda geldi. Çok heyecanlandım. Onlarla o aşamada "mutlu musunuz?" ya da "içinize sindi mi?" gibi bir konuşmamız henüz olmadı. Ancak ben, benim sergim, modellerim ve aileleri bir aradayken kendimi çok iyi hissettim. Yapmak istediğim işte tam da buydu diyebilirim.
Böyle bir misyonla mı hareket ettin peki? Yani buradan bir şeyleri gösterme ya da basit ifadeyle kanıtlamaya dair bir tutum mu gelişti? Buradan bunu mu anlamalıyız?
Yok, böyle bir tutumum olmadı. Ben sadece bu sergiye malzeme oldukları için bu dezavantajlı gurubun bir aktivisti değilim. Kadın haklarına dair de bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Ya da toplumsal olarak nerede bir yıkım varsa buna eğilmek istiyorum. Ama sokağa çıkıp bunu çok göze sokarcasına yapmaktan da geri duruyorum. Tek göstermek istediğim ya da bunun adı misyon olacaksa misyonum, bu sergiyi izleyenlere "bizde güzeliz ve güzelliğin bir yerindeyiz" ibaresini tutuşturabilmekti. Biz insanız ve insan olmanın muhteşem bir güzelliği var. Amacım bunun mümkünlüğünü kurabilmek.
İşlerin, bu işlerin yaslandığı kavramsal çerçeve ve temsiliyet üzerinden bakacak olursak, bu sergininin göstermek istediklerini yeterince gösterdiğini söyleyebilir miyiz?
Yok, hiç sanmıyorum. Çünkü; yapılan işler çok sınırlı. Konular, yaratılmaya çalışılan hissiyattan uzak kalıyor. Yapılmak, anlatılmak istenen çoğu kez uzaktan yapılan gözlemler sonucu oluşturuluyor. Yani, işlerin temasına, hikayesine ya da derinliğine dalmadan biraz geçiştirme bir sürece dayanıyor bir şeyler. Sonuç olarak bir elin beş parmağına geçmeyen bir çeşitsizlik söz konusu. E birde bireysellik ve bireyselleştirme çok fazla. Ortak potada belki çok daha iyi eriyebilecek bir çerçeve sadece birinin çalışması olarak ortaya çıkıyor. Sanatçılar olarak ortak ruhu geliştiremedik, geliştiremiyoruz. Kolektif dediğimiz o ruh yakalansa kim bilir neler çıkacak ortaya! Bir başka nokta ise az önce belirttiğim noktada beliriyor. Çeşitlenemiyoruz. Örnek verecek olursak kadın çalışmaları ve kadın hareketi alanında çok fazla çalışma yapıldı ve yapılmaya devam ediyor. Ne mutlu! Baktığımızda bu süreç artık belli basamakları tırmandı ve azda olsa toplum kültürüne yerleşti. 9 Mayıs'ta neler çekildi? Kameralarda ne var? Ben hiç onur yürüyüşlerinden fotoğraf sergisi görmedim. Ya da yapıldı ama bilmiyoruz. Öyle bir ortamda çok farklı dinamikler çıkabilirdi. Biraz sanırım süreci iyi değerlendiremiyoruz ya da değerlendirmek istemiyoruz.
Bundan sonraki süreçte nasıl bir yol öngörüyorsun peki; varolan çalışman üzerinden bir ilerleyiş mi olacak bu, yoksa teması ve bağlamı bambaşka bir şey mi var önümüzde?
Önümüzdeki haftalarda Onur Yürüyüşü olacak. Orada çalışmayı düşünüyorum. Ama bu şu an için netlik kazanmış bir proje değil. Şu an için düşünce evreninde diyebiliriz buna.
Fotoğraftan ziyade video üzerinde de çalışmayı düşünüyorum. Çekilen kareler üzerinden modellerin seslendirilmesiyle oluşturulmuş bir video belki. Ama sürecin evrenine baktığımızda artık eve ait olandan ziyade sokağa ait olana eğilmek istiyorum. Evden çıkmak niyetindeyim. Biraz dokümantasyon sürecine dahil olmak istiyorum; bu insanlar okulda, işte ya da sokakta ne yapıyor? Onları daha fazla dahil etmek istiyorum.
Bu noktada işlerin gerçeklikle ilgili alıp, veremediği bir durum söz konusu mu? Çünkü; sarkaç olarak basamakta duranlar ve bu basamakların daha bir üstünde duranlar var. Bu duruşa nasıl bir süzgeç tuttun?
Bu noktada bir öz eleştiri yapacak olursam eğer çalışmalarımda bir ajite yan var. Bunu kabul ediyorum. Çalışmalardan önce LGBTİ referanslı bakacak olursam, bu insanların ya çok eğlendiğini ya da çok dramatik bir şey / şeyler içinde olduğunu düşünürdüm. Ben de bu düşünce temelinde bir orta nokta olmadığını farkettim. Onlarla daha yakından temasa geçince "nasıl yani?" eylemini yaşadım. Yani demem o ki bende herkes gibi üst perdede yaşamış olduğumu farkettim. Hep daha fazlasına güdümlenmişim. Bu sergi ile birlikte kendi içimde bu noktaları kırdığıma inanıyorum. Biz sadece her konuda olduğu gibi gösterilen kadarına hakimiz.
Kastettiğim nokta buydu. Sadece gösterilen kadarını biliyoruz ya da yorumlayabiliyoruz. Senin çalışmalarındaki hikayeler yan pencerede yaşanan hikayeler; bizim erişebildiğimiz, görebildiğimiz noktalar. Bir de göremediğimiz, erişemediğimiz noktalar var. Evet onları biliyoruz, bir yerlerde onlarda yaşıyor ama sanki sokağa inmiyorlar. Görünmez seyahatin formülünü bulmuşlarda denebilir. Bizim onlara dokunamadığımız ama varlığını bildiğimiz bir kitle. Onlara erişme gibi bir hedefin oldu mu ya da olacak mı?
Evet var. Her baktığım şey / şeylerin arkasında daha başka ne var; bunu çok merak ediyorum. O insanlarında içinde bulunmak ve onlarla da bir şeyler yapmak istiyorum. Ama bunda yine süreç faktörü devreye giriyor. Örneğin; bu çalışmada Pembe Hayat benim sırtımdan elini hiç çekmedi. Ben onları görmesem bile varlığını hep hissettim. Ama yokuşun o başka tarafına geldiğimde, bir şeyler artık köprüde yalnız yürümekle mümkün. O noktada birilerinin benim sırtından elini çekmesi ve benim topluluklar içine birey psikolojisi ile girmem elzem. Samimiyeti bu yolla kazanmak gerekiyor. Keza cesur olmak gerekiyor.
Yeterince cesur olduğuna inanıyor musun peki?
Bu konuda bir şey söyleyemiyorum şu an. Çünkü; daha her şey çok sıcak. Proje bazlı baktığımda işin içinde beni çok sevindiren taraflar olduğu gibi yoran tarafları da oldu. Yani şu an için bir şey demem ya da söylemem sağlıklı olmaz. Zaman içinde bu durumun nerede olacağını anlayabileceğime inanıyorum.
İleri tarihlerde serginin sergileneceği başka mekanlar olacak mı?
İstanbul'da karma bir LGBTİ sergisi olacak. Buradan seçtiğim iki iş ile katılmayı düşünüyorum. Keza bütün çalışmalar yüksek lisans dosyam için portfolyomu oluşturacak; orada akademik açıdan incelenecek işlerim. Belki Ankara'da Torun ile görüşebilirim. Eğer boş bir program takvimleri olursa orada sergilenebilirler. Şu an için sergi zamanı ve mekanı konusunda da kesin bir takvim yok önümde.
Peki sergi mekanına ilişkin tavrın ve eleme-karar verme sürecin nasıl oluyor? Mekanın çalışma prensibi bunda etkili oluyor mu?
Biraz nabza göre şerbet anlayışıyla hareket ediyorum. İşlerimi nerelerin sergileyeceğini ufakta olsa farkedebiliyorum. Gereksiz bir zorlama sürecine girmiyorum, girmekte istemiyorum. Nitekim bazı galeriler fotoğrafı sergiye değer bulmuyor. Oralara başvurmak anlamsız oluyor. Bir başka nokta benim gibi cinsiyet merkezli çalışanlar için kapıları daha baştan kapalı olan yerler var. O yüzden ben daha kompakt ve alternatif yerleri tercih etme niyetindeyim. Tilki gibi ya da Torun gibi mekanlar ilk tercihim.
* Jülide Aksiyote Görür - Bilkent Üniversitesi İletişim ve Tasarım Bölümü Öğretim Üyesi
*Esra Özban - Pembe Hayat Kuir Fest Festival Koordinatörü
Fotoğraflar: Koray Özbal