EŞİKTE OLMAK
Her günümüz, bazı günlerimizin devamı,
bazı günlerimizin gelişmesi,
bazı günlerimizin duraksaması,
bazı günlerimizin de sonudur-oysa,her günümüz,
olanak (ve olasılık ) olarak,
mutlak son günümüzdür zaten...
Günlerimiz,‘sayılı’ bile değildir:
zaten sayılmış_ ve bitmiştir.
Her günümüz
son günümüzdür,
Oruç Aruoba-Yürüme ( Metis Yayınları )
Selen Ansen’in küratörlüğünde “Her Düşenin Kanadı Yoktur” isimli sergi, 9 Haziran-18 Eylül 2016 tarihlerinde, Arter’de (Sanat için Alan), devam ediyor.
Sergi ismini, 4 Şubat 1912 de yerçekimine meydan okuyan Eyfel Kulesinden, ilk paraşütle atlama deneyimini gerçekleştiren, paraşüt açılmadığı için yere çakılan Franz Reichelt’ın eyleminden alır. Her zaman olduğu gibi galip gelen yer çekimi olur. Aslında bu durum
“ hırs ve inancın sessiz çöküşünün ” bir göstergesidir. Olay ölümle sonuçlandığı halde, siyah-beyaz fotograflarla yeniden yeniden görüntülenebilir hale gelen Franz Reichelt’ın ölümü, sahte bir hayatiyet kazanır.
Selen Ansen, sergi kitabındaki, Madem Düşmek Gerek başlıklı yazısında, sahte bir hayatiyet taşıyan bu çoğaltılabilir görüntünün “...boşlukta temellenen saf bir simülakr ” olduğunu söylüyor.
“ Yer çekimi ve ağırlık / vakar ” gibi kavramlar etrafında geliştirilen serginin kavramsal çerçevesi, gerçekliğin yüceltilmesini öngören sanat geleneğini ters yüz eden işlerle, dipte olmayı, yüzeyle ilgilenmeyi seçen, öznel olanın ayni zamanda nesnel olduğunu keşfeden bir anlayışın tezahürüdür. Sergi, her şeyin her an düştüğü ve düşmeye devam ettiği gerçeğinden hareketle, yaşamla ölüm arasında hep bir eşikte oluşumuzun
göstergelerini sunar. Eşik, zıt veya farklı şeyleri birbiri ile ilişki içinde tutan, birbirine açılmasını sağlayan bir evrilme yeridir.
Bas Jan Ader, Düşüş isimli üç videosunda, Franz Reichelt’in sonucunu asla tasarlamadığı ölümle sonuçlanan eylemine benzer, günlük hayatta görünmez kaza diye tanımlanan durumları anımsatan, farklı düşüş eylemleri tasarlar ve gerçekleştirir. Bunlar sessiz olarak videoya kaydedilir.
Bas Jan Ader, nasıl sonuçlanacağını bilemeyeceğimiz düşüş eylemleriyle, yüreğimizi ağzımıza getirebilir. Onun için endişe duyarız. Sonucu konusunda kaygılanırız. Oysa Bas Jan Ader İkarus gibi hep “ havada ” kalır.
Düşüş 1 (1970) isimli işinde Bas Jan Ader, tek katlı evinin üçgen biçimli çatısının üstünde bir sandalye üzerinde oturmaktadır. Dengesini kaybeder çatıdan aşağıya yuvarlanarak düşer. Beş sekansta izlediğimiz bu videoyla kendisini en tepede görenlerin, hep orada kalacağını düşünenlerin, kendini bir anda en dipte bulabileceklerini, “ dik duruşlarının” çöküşünü yaşayabileceklerini anımsatıyor.
Bas Jan Ader, Düşüş 2 (1970) isimli işinde ise, karşı yoldan bisikletle hızla gelen sanatçı virajı alamayarak kanala düşer. Dört sekanstan oluşan bu video, “ yoldan çıkma” durumunu düşündürür. Gideceği “ yolun özellikleri ile kendi yolculuğunun sınırlarını “ düşünemeyenin karşı karşıya kalabileceği olası durumları anımsatır.
Gece Düşüşü (1971) isimli işinde, Bas Jan Ader arkasında garajının kapalı kapısı, yerde iki yanında yer alan yanan ampulün, yani aydınlığın ortasında ağır bir taşı bir sağ omuzuna, bir sol omuzuna doğru zorlanarak kaldırır. Onun bu eylemi sırasında titreyen bacakları, elindeki taşı düşürmemek için bedenin sallanışı, yüzündeki hüzün ve güçsüzlük ifadesi hem trajik hem de komiktir. Her iki kaldırışında da taşı bir sağdaki , bir soldaki ışığın üstüne düşürür. Ortam karanlığa gömülür. Hiç bir şey görülemez hale gelir.
Omuzlarımıza yüklediğimiz, çözmekte zorlandığımız, hayatımıza mal olabilecek problemleri düşündüren bu düşüş eylemi, metaforik bir eylemdir. Bu eylem, en basit, en sıradan eylemlerin bile çok ciddi sorunlar yaratabileceği düşüncesini uyandırır.
Bas Jan Ader, her ne kadar “Evimin çatısından ya da bir kanala düştüğümde, bunun nedeni bizzat yer çekiminin benim efendim haline gelmesiydi”(Selen Ansen sergi kitabı) dese de, eylemini ve muhtemel sonuçlarını hesapladığı ve hiç bir şeyi şansa bırakmadığı için, kendini yer çekimiyle uyum içinde bulur.
Bas Jan Ader 1975 yılında denizde kaybolur. Bu iyi tasarlanamamış bir kaza mıdır ? Yoksa tasarlanmış bir son mu? Bilinmez.
Ryan Gander’in Ftt,Ft,Ftt,Ftt Ftttt, Ftt ( veya güncel bir jestin nasıl oluştuğuna dair modern bir temsil ,Theo ve Piet’in diyagonal çizgisinin dinamik boyutu hakkındaki tartışmalarının fizikselliğine dair bir illüstrasyon ve yüz sinematografik sahne için croma key tekniğiyle bir set oluşturma çabası arasında bir yerde. 2010 ) bu uzun isimli çalışması, sergi mekanına ve duvar yüzeyine saplanan oklardan oluşuyor.
Sanatçı, Piet Mondrian’nın dikey ve yatay ritmleri benimseyen sanat anlayışı ile, Theo Doesburg’un diyagonal ritmi benimseyen sanat anlayışı, iki sanatçı arasında kavramsal bir çatışma yaratmış, bunun sonucunda dostlukları sanatsal birliktelikleri bitmiştir. Ryan Gander sanatçılar arasında yaşanmış bu savaşın hayatın her alanında sürdüğü gerçeğinden hareketle, Theo Doesburg’un diyagonal ritmini referans alır. Okların diyagonal bir ritmle yere saplanmasını sağlayarak, onların hemen şimdi fırlatılmış gibi algılanmasını gerçekleştirir.
Ryan Gander hemen şimdi fırlatılmış gibi farklı yönde ve farklı yere ve duvarlara saplanan, insan tarihi kadar eski savaş araçları olan oklarla, bugün hala bütün şiddetiyle süren savaşlara gönderme yapar. Kızılderili oklarını çağrıştıran okların farklı yönlere doğru fırlatılmış oluşuyla da bu coğrafyada yaşanmakta olan savaşın yönü konusundaki belirsizliği görünür kılar..
Mikhail Karikis ve Uriel Orlow’un
Mikhail Karikis ve Uriel Orlow’un Yeraltından Sesler isimli videosunda, Güneydoğu İngiltere’de artık kullanılmayan bir kömür madeninin kül rengine dönmüş, sanki yaşamını yitirmiş gibi görünen, karanlık kömür yatakları, tepeler ve atık alanlardan oluşan bir çevre görülüyor. Bu çevreye Mikhail Karikis tarafından eski kömür madeninde çalışmış olan madenciler davet edilir. Siyah giysili eski madenciler, yer altındaki sesleri ( sondaj, kazı, taşlama sesleri, ıslıklar, vurma sesleri patlamalar ve alarm seslerini ) seslendirirler.
Bu sesler, herhangi bir dile ait anlamlar içermese de yeraltı seslerini yeryüzüne çıkarırlar. Doğallığını yitirmiş kül rengi çevre üzerinde, siyah giysili yaşlı madencilerin çıkardığı bu geçmişe dair sesler, izleyici için her ne kadar soyut bir etki yapsa da, Uriel Orlow’un kamerası, yaşanıp geçmiş olanları hem anma, hem ağıt, hem bir dua gibi algılamamızı sağlar. Siyah giysileriyle bu kül rengine dönmüş çevre içindeki yaşlı madenciler, ünlü Yönetmen Theodoros Angelopoulos’un bir ağıt olarak algılanan Ağlayan Çayır filmini anımsatırlar.
Phyllida Barlow’un Yıkık Sahne ( 2016 )isimli heykeli Arter’in girişinde yer alıyor. Sanatçının bir oyunun sahnesinden kırılıp sökülmüş gibi duran dekor parçaları, kan damarlarını düşündüren kırmızı renkli borular ve diyagonal ahşap direklerden oluşan heykeli, mekanı adeta işgal ediyor. Sergi mekanını da bir sahneye çeviriyor.
Lenin Heykellerinin sökülüşü, İkiz kulelerin çöküşü, Afganistan’da Bamiyan Budaları’nın havaya uçuruluşu, Saddam Hüseyin’in Heykelinin yıkılışı ile dünya sahnesinde
değişen “ oyunları ” düşündürür. Artık Dünya Sahnesi şiddet içeren yeni bir oyunu sahneye koyuyor.
Sanatçının atölyesinden Arter’de sergilenmek üzere üretilen ve buraya taşınan Phyllida Barlow’un heykelleri, bu coğrafyada da barışçı politikaların, iktidar hırsıyla nasıl sökülüp atıldığını, savaşçı politikaların nasıl körüklendiğini bize bir kez daha anımsatıyor.
Phyllida Barlow’un Gözetleme ( 2015 ) isimli heykeli, Arter’in girişinde Yıkık Sahne heykelinin üstüne ve tavanının farklı yerlerine farklı yüksekliklerde asılmış. Abartılmış büyüklükte siyah renkli strafordan yapılmış bu üç adet kamera heykeli, sahneye konan yeni “ oyunu ” görünür kılıyor. Abartılmış güvenlik önlemlerini temsil eden bu siyah renkli kameralar, güvenlikten çok, güvenliksizliği ve güvenlik adına yapılan yasakları taşıyor. Bir de güvenlik kameralarındaki görüntülerin çıkarlar uğruna silinmesi, ölümlerin failsiz kaldığı gerçeğini bir kez daha anımsatıyor.
Phyllida Barlow’un Sütun ( 2016) isimli heykeli ise, atık malzemeler ve kağıtla yer yer kaplanmış, eskimiş, yıpranmış, taşıyıcı özelliğini kaybetmiş, tavanla yer arasına eğimli olarak yerleştirilmiş bir heykel.
Phyllida Barlow’un bu beş heykeli birbiri ile ilişkilendirilmiş bir enstalasyondur. Sanatçının heykelleri, sisteme ve geleneksel heykel anlayışına dair eleştirilerinin ve çevreci bakış açısının tezahürüdür.
Sanatçının kullandığı atık malzemelerle gerçekleştirdiği heykelleri dengesiz, çökmüş ve sökülmüş gibi dursalar da hala ayaktadırlar. Nasıl yerçekimi en küçük bir çekme gücüyle onların çöküşüne neden olursa, hayattada en küçük bir etki, mesela ağızdan dökülen bir söz, farkında olmadan verilen bir siyasi karar bir trajediye neden olabilir.
Barlow’un heykellerinin pek çoğu artık hayatta değiller. Çünkü sanatçı uzun zamandır maddi ve fiziksel sorunlar nedeniyle sergiden sonra heykellerini söküp parçalara ayırır. Onlar artık yeni bir işi için sanatçının malzemesi olabilir.
Bruit Blanc ( 2016 ) ve Eşanlamlıların Eşanlamlıları ( 2016 ) isimli iki yerleştirmesi ile sergide yer alan iki sanatçı, kendi isimleri yerine Void ( Geçersiz ) kelimesini ortak adları yaparak, kendi isimlerinin “ geçersizliğini “ beyan ederler. Onların kendi isimlerinden vaz geçmeleri demek, sanatçıların daima dik duran egolarından da vaz geçmeleri demektir.
İki sanatçının ortak çalışması olan Brüit Blanc isimli bu iş, bir dizi plak benzeri reçine kalıp, sert beyaz mukavvadan pikap benzeri bir düzenek ve birbirine eklemlenmiş masalardan oluşur.
Woid ikilisi, disklerin üzerine uyguladıkları düz, grenli, harf benzeri yükseltili yüzeyleri
İstanbul’dan seçtikleri çeşitli yüzeylerin kalıbını çıkararak gerçekleştirirler. Diskle birlikte dönen düzenek melodik olmayan sesler çıkarır. Birbirine senkronize olmuş sesler ve düzeneklerin birlikte oluşturdukları görsel etki, “gördüğün şey işittiğin şeydir “/ “ işittiğin de gördüğün ” denklemine ilişkin bir algı yaratır. Sanatçılar kendi isimleri yerine ortak bir adla nasıl işlerini, kendi isimlerinin öne koyuyorlarsa, düzenekle sesi de eşit değere getirirler. Sanatçılar, İstanbul’da geçmişin seslerini geri getirmek yerine, şimdinin izini sürerek madde ve sesin karşılaşmasının ortak hafızasını görünür kılarlar.
VOİT isimli iki sanatçının Eşanlamlıların Eşanlamlıları ( 2016 ) isimli diğer işleri ise, eşanlamlı, ya da birbirine yakın anlamlı kelimelerin birbiri ile ilişkilendirilerek seçilmesi ve bu kelimelerin Arter’in sergi katları arasındaki merdivenden aşağıdan yukarıya doğru çıkarken okunabilecek şekilde, merdiven basamakları arasına yerleştirilmesiyle oluşturulmuş bir enstalasyon.
Sanatçıların İngilizce olarak ayni karakterde, ayni kalınlıkta ve büyük harflerle yazdıkları bu kelimeleri anlamak için İngilizce’ye vakıf değilsek çeviriye ihtiyaç duyarız.
Kelimeleri sözlük yardımıyla çözmeye çalışırsak bir kelimenin birden fazla anlamı olduğunu, kullanıldıkları yere göre anlamların değiştiğini farkederiz.
Bir çeviri denemesiyle, alt basamaklara iğrenç, çirkin, kötü, halka özgü, hoyrat, bayağı, gibi anlamlara gelen kelimeler; biraz daha çıkınca hatırlatıcı, akıl verici, akıl çelen, müstehcen, süslü, betimsel gibi kelimeler; biraz daha çıkınca kullanışlı, pratik, işe yarayan, üstlere doğru çıktıkça, özgür, hür, kısıtlanmamış, ödenmemiş, alacaklı gibi kelimeler; daha yukarda, idare etmek, denetim, merkezde olan, ortanın üstü, manevi, ruhsal, içli dışlı, mahrem ve benzeri gibi kelimeler; sanki toplumsal kesimleri işaretleyen onlarca kelime aşağıdan yukarıya doğru yerleştirilir. Merdivenden yukarıya her çıkış, çıkan kişinin egosunu işaretlerken, merdiven bir metafor haline gelir.
Sergide Angel Wenzel’in Sessiz Manzara ( 2006 ) ve Dekadans Teşebbüsü ( 2014 ) isimli iki işi yer alıyor. Sanatçı, doğal afetlerin, insanın sebep olduğu faciaların, toplumsal çöküş ve çürümenin imgelerinden hareket eder. İşleri figüratif olarak algılansa da, onların çağrıştırdığı anlamlar temsiliyeti bozarak Angel Wenzel’in işlerini soyutlaştırır.
Angel Wenzel’in Sessiz Manzara isimli işi,160 x 300 x 500 cm boyutlarında su dolu, bataklığı düşündüren bir tank üzerine yerleştirilen seramik bitkiler ile etrafındaki duvarları çepeçevre saran siyah çini mürekkebiyle yapılmış ağaç gövdesi desenlerinden oluşuyor. Dokunabileceğimiz mesafede duran bu iş bir çevre felaketi sonrasında karşılaşılaşılabilecek bir manzara etkisi yapıyor. Bataklığa dönmüş bir zeminde çürümeye başlamış bitkiler kasvetli bir atmosfer yaratıyor. Kendi kaderine terkedilmiş gibi duran bu yer, yok oluşun sessizliğine ve karanlığına gömülmüş gibi duruyor. Manzara resmi geleneğini ters yüz eden, dokunabileceğimiz, içinde dolaşılabileceğimiz bu iş, tehlikenin içinde olduğumuz gerçeği ile bizi karşı karşıya getiriyor.
Angel Wenzel’in Dekadans Teşebbüsü isimli işinde, çürümeye başlamış, yaprakları aşağıya doğru sarkan, mor ve kirli beyaz renkli abartılmış büyüklükte çiçekler, kaide olarak kullanılan metal vazolar içinde donmuş gibi duruyorlar.
Çiçeklerin üzerinden aşağıya doğru akan renkleriyle bu seramik heykeller, yaşamın kırılganlığını ve ölümün kaçınılmazlığını hissettiriyor.
Sergide, çiçekler birbirlerinden tül perde ile ayrılmış bölümlere yerleştirilmişler. Bu çürümüş seramik çiçekler, evlerimizde vazolara koyduğumuz, ölük hale gelişlerini gözlemlediğimiz çiçekleri anımsatırken ölüme yazgılı oluşumuzu da ima ederler..
Cyprien Gaillard, Pruitt-İgoe Şelalesi (2009)isimli videosunda, bina yıkımlarının tıpkı Niyagara şelalesi gibi halk tarafından seyirlik yerler haline getirilişinden hareketle,
bir toplu konut projesi olarak yapılan, işlevini yitirince yıkılan Pruitt -İgoe ile Niyagara Şelalesi isimlerini birleştirerek işini isimlendirir. Pruit-İgoe binasının kontrollü yıkım görüntüleri televizyondan canlı olarak verilir. Toplu konutun sakinleri bir zamanlar oturdukları evlerinin yıkılışını seyrederler. Sanatçı videosunda, Pruitt-İgoe binası yerine Glasgow’daki bir başka toplu konutun kontrollü yıkım görüntüleriyle Niyagara Şelalesi görüntülerini birleştirir. Bina görüntüleri yerini toz bulutuna bırakırken, Şelaleden dökülen sudan etrafa yayılan su zerrecikleri birbirine karışır. Videonun ikinci bölümünde renkli spot ışıklarıyla aydınlatılan Niyagara Şelalesi’ nin gece çekilmiş görüntüleri sessiz bir gösteriye dönüşür. Sanatçı bu çalışmasıyla kitle kültürünün çöküşleri ve yıkıntıları seri olarak üretmesini ve onları homojenleştirmesini görünür kılarken, gerçekle sahtenin yer değiştirdiğinin altını çizer.