Bu yazı, Marcus Graf tarafından "Beautiful Monuments of Decay / Çürümenin Muhteşem Anıtları" adlı sergi için yazılmış ve Daire Galeri tarafından kitapçık olarak 1000 adet basılmıştır. Sergide, Turan Aksoy, Thomas Bechinger, Mümtaz Demirkalp, Ahmet Duru, Buğra Erol, Thora Gerstner, Mira Simon'un eseri bulunabilir ve sergi 4 Nisan ve 16 Mayıs 2015 arası gezilebilir.
Derin ve geniş kapsamlı varoluş krizleri esnasında insanlık kaybolur, yerini zalimlik ve bencilliğe bırakır. Umut kaybolduğunda ve çaresizlik toplumun olağan ruh hali haline geldiğinde günler anlamsızlaşır, güzellikler karamsarlığın her yere yayılmış gölgeleri içinde eriyip gider. Böyle zamanlarda depresyon,bireyleri çevreleyen klostrofobik bir hapishane hücresi, ağır bir siyah perde haline gelir. Bir süre sonra ise cinnet toplumun geneline yayılır ve eskiden toplum dışına itilmiş“deliler” toplumun yeni liderleri olurlar.
Bu deliler, ceset yığınlarının üzerinde, galeyana gelmiş halkın alkış ve kutlamaları arasında yeni savaş suçlarını açıklamak için hazır beklerler. Katliam, yeni boş zaman aktivitesi haline gelir ve televizyonlar eğlence için cinayetler ve idamlar göstermeye başlar. Baskıcı liderlerin en güçlü silahı korkudur ve istenmeyen muhalefeti saf dışı bırakmak için ise şiddeti kullanırlar. Ütopya kaybolmuştur. Düşüncesi bile son derece naïf gelir kulağa. Kahramanların olmadığı ve tek rüya görme biçiminin kabus olduğu distopya, dünyanın düzeni haline gelir.
Bu satırlar son zamanlarda son derece popüler olan apokaliptik filmlerinin açılışları gibi karanlık, depresif ve abartılı gelebilir. Ancak, bir zamanlar sadece yeraltı edebiyatına ait olan zombiler, vampirler ve canavarlar günümüzde pop kültürünün ayrılmaz birer parçası haline geldi. Gerçek şiddet televizyon ekranlarında ve sanal video platformlarında ehlileştirildi ve şimdi zararsızca televizyonlarımızın LED ekranlarından pırıldayarak evlerimize sızmakta. İdamların, katliamların ve işkencelerin resimleri ve videoları fiber-optik internet bağlantılarının akıl almaz hızlarıyla paylaşılıyor.
Peki bütün bunlar insanlık, kültür ve sanat için mi? Tüm güzellikler ve tüm anlamlı görsellik kayboldu ve entelektüelite yanlış ve yarı-bilgiler ve dilek kurabiyesi bilgeliğinden oluşan enformasyon yığınının altında mı kaldı? Tüm sanatsal güç imaj endüstrilerinin eline mi geçti?
Ben böyle olmadığına inanıyorum. Vazgeçmeyi reddediyorum ve sanatın hala toplumsal bir anlamı ve sorumluluğu olduğuna fikrine bağlı kalmayı seçiyorum. Benim için sanat üreticilerin ve alıcıların (sanatçının ve izleyicinin) hala iç içe olduğu, aktif, uyandırıcı ve zorlayıcı birkaç iletişim alanından ve bilinenin ötesine geçebilmek ve gerçekliğin alışılmışın dışındaki versiyonunu kavrayabilmek için geriye kalan yollardan birisi. İşte tam da bu yüzden sanat insanın tüm hayatını zenginleştiren bir olgu çünkü hayat boyu öğrenmeyi gerekli kılmakta. Bu bağlamda sanat bir sosyal sistem olarak 250 yıldır varolagelmekte.
Ben sanatı sanatçının yeni sosyal birliktelikler ve yeni var olma biçimleri hayal edebileceği bir “heterotopya” olarak görüyorum.Bu bağlamda, bence, sadece hayal edebilsek bile bir ütopya mümkün. Gündelik hayatın kurulumuna katkıda bulunmayı seçen bir sanatçı ve bir kültürel aktivist olarak sanat yapıtlarının seyirciyi toplum tarafındankabul görmüş algılama biçimlerinin dışına çıkardığını ve onu dünyaya dair sadece kendine ait fikirler üretmeye zorladığını düşünüyorum. Sanat bu özelliğiyle daha sonra belki de eleştirel eylem olarak harekete geçecek olan eleştirel düşünceyi tetikleyen, uyandıran bir üretim biçimi.
Daire Galeri’ninbu sergisihayal edilen bir mekanı ideolojik ve sanatsal açıdan betimlemenin imkanı ve imkansızlığı üzerine. Sergi, katılımcı sanatçıların kendileri tarafından organize edildi.Bu sergide sanatçılar parçalı gerçekliğimizin çok katmanlı karakterini farklı yaklaşımlar ve teknikler üzerinden tartışıyorlar.Serginin odağında içinde yaşadığımız dünyanın görsel yapısı ve bizim bu yapıdan çıkardığımız geçici ve öznel anlamlarbulunuyor. Ayrıca gerek bilimden gerekse sanattan sıkça beklenen dünyayı olduğu gibi yansıtma görevinin imkansızlığı üzerinde duruluyor.Sergide yer alansoluk renk alanları, flu fotoğraflar, yalnız insanlar, boş bir kürsü, kartopu içinde bina biçimli çürümüş etlerbaşarısız bir değişim ve katılım girişiminin görsel artıklarının bir özrü gibi. Tüm işler son derece anlamsız gibi görünüyor. Sanki tümü çöküşten önceki son nefesiresmediyor gibi. Hatta öyle ki, küçük bir ağaç ev modeli bile bizi neşelendirmeye yetmiyor çünkü ancak kaybolan bir çocukluğun hatırasını geri çağırmaya yetiyor,hayatın bize iyi davranacağını düşünecek kadar naif olduğumuz o zamanların hatırasını.
Yine de, hayal edilen bir yeri imgelemenin imkanı ve imkansızlığındaki ikilemde gördüğü gibi, “vazgeçmek ve vazgeçmemek” nosyonlarına son derece uyuyor.Sanatçılar vazgeçerse bu bezginlik ve depresyon hali sanatsal üretimi engeller ve onlarancak stüdyolarının köşelerinde sessizce ve pasif olarak otururlar. Ancak burada, işler, tüm bu anlamsızlık içinde varoluşun imkanına yeniden eleştirel bir şekilde yaklaşabilmek adına bir tartışmayı alevlendirmeyi hedefliyor.
Burada, tam da bu noktada, gerçekliği hayal etmeninimkânsızlığının ifşası ile görsel iletişim ve karşılıklı etkileşim ihtiyacı çarpışıyor. Aynı zamanda katılımcı sanatçılar bu sergide sanat yapıtının üreticisi olmanın yanı sıra sanatın içinde yer aldığı bağlam ve çevreyi kurmaya da katkıda bulunuyorlar. Son zamanlarda çağdaş sanat alanında sıkça karşılaşılan bir trend olan sanatçının aynı zamanda ilişkisel estetik ve etkileşime önem veren kültürel bir girişimci olması durumunu bu sergide de görüyoruz.
İdeal bir yerin betimlemesinin temsili belki tam anlamıyla imkansız ya da belki de içinde bulunduğumuzkriz dönemleri bu düşünceyi baskılıyor olabilir ancak bu serginin sanatçıları bu tahayyül edilen mekanın betimlemelerinin en azından bireysel versiyonlarının kanıtını sunuyor. Bu anlamda her bir sanat yapıtını ütopyacı olarak tanımlamak mümkün. Çünkü hepsi distopyacı güçlerin üzerimize çöken ağırlığına rağmen gerçekliğin etrafını sarmış karanlık perdenin arasından sızan ışıklar gibiler. Onların işleri bana anlam ve sezgiye dair olan arayışımdan vazgeçmemem için ilham verdi ve yine bu işler beni solan renkler, flu yüzeyler ve siyah perdenin arkasına geçmek istemeye itti ve böylece ruhsal ve zihinsel kapasitemin sınırlarını zorlamaya. Belki de sonunda, günün birinde etrafımdaki dünya kaos içinde sürüklenip parlak ışıklar saçarak patlarken ben içinde bir yerde sakince kendi ağaç evimi inşa ederim.
Marcus Graf
Assoc. Prof. Dr. , Yeditepe University, Fine Arts Faculty, Arts Management Dept.
Doç. Dr. , Yeditepe Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Sanat Yönetimi Dept.
Beautiful Monuments of Decay
In times of extensive and deep existential crises, humanity quickly vanishes, and gets replaced by cruelty and selfishness. When hope dissolves and desperation becomes the usual mood in society, every day becomes meaningless, and beauty vanishes in the omnipresent shadows of pessimism. In these times, depression becomes a heavy black curtain that surrounds each individual like a claustrophobic prison cell. After a while, insanity becomes the general state of society, and the formerly outlawed mad men become the new leaders of the people. Praised and hailed, they stand tall on a mountain of millions of bloody corpses, ready to announce the next war crime. Massacre becomes a popular spare time activity, and the TV broadcasts killings and executions for entertainment. As fear is the strongest weapon of the oppressing rulers, violence is their appropriate form of dealing with the unwanted oppositions. Utopia, of course, is absent then. Even the thought of it seems ridiculous naive. Dystopia becomes the form of the world, a place where heroes do not exist anymore, and frightening nightmares are the usual form of dreaming.
These lines seem dark and depressive, highly exaggerated as well, like the intro of an apocalyptic horror movie, like the ones that recently became so popular. Previously a matter of underground culture, now zombies, vampires, monsters and all kind of war and splatter movies became part of our pop culture. Real violence became domesticated on TV and virtual video platforms, so that it now harmlessly and neatly shines through the LEDs of our screens. Images and films of executions, slaughters and tortures get shared with high speed through our hyper-optic internet connections. So, is it all over for humanism, culture and art? Is all beauty gone, all meaningful visuality lost, and all intellectualism buried under the information bombardment of false pseudo-knowledge and fortune-cookie-wisdom? Is all artistic power lost to the actors of the image industries and agencies?
I believe not, because I do not believe in giving up, and I trust that art still has a social meaning and therefore responsibility. For me, art is one of the few fields left over, in which producers and receivers (here artists and observer) are intermingled in an active, activating and challenging communication process in order to go beyond the known, and reach for new as well as unorthodox views on and insights in reality. That is why, it enriches you your whole life, as it requires a life-long learning process. In this context, as art is a social system for more than 250 years, I believe that it is also a heterotopya, in which the artist can imagine and propose alternatives forms of life and social togetherness. In this context, even dreaming and imagining utopia is possible there. As an artist is also a cultural activist, who contributes to the formation of our life, artworks invite the audience to give up commonly accepted rules of understanding or knowing and instead trigger the observer to develop individual ideas about the world. Here, art is activating critical thinking, which later might cause critical acting.
The current show at Daire Sanat is self-organized by the participating artists, and reviews the possibility or impossibility of describing a place, which ideologically or artistically is imagined. The artists critically discuss with various approaches and techniques the multilayered character of our fragmented reality. Here, the visual construction of our world, and the temporary and subjective meanings that we get from them, stand in the focus of the show. Also, the impossibility of mirroring the world, something that is often expected from science as well as from art, is critically touched upon. In the exhibition, fading colour fields, blurred photos, lonely people, an empty lectern, rotten building-like pieces of meat in a snow globe and an apology for failing become visual relicts of unsuccessful acts of change and engagement. It all seems for nothing. All seems like last breaths before the breakdown. Not even the small model of the tree house can cheer us up, because it seems like a reminiscence of a lost childhood, when we were naive enough to believe that life will be good to us. Though, the dichotomy between the possibility and impossibility of being able to imagine a dreamed place, also fits to the notion of giving up and not giving up. If the artists would have given up, the lethargy and depression would prevent any artistic production. They would silently and passively sit still in a corner of their studios. No, the works represent nothingness in order to heat a discussion about the possibility of existence. Here, the revelation of the impossibility of reality visualisation, clashes with the wish for visual communication and interaction. Also, besides producing the artwork, the participating artists were also involved in developing the context and environment, in which art can happen. Here, as a common trend nowadays in contemporary art, we can see the artist as a kind of cultural entrepreneur for which interactivity, and relational aesthetic are important issues.
The presentation or definition of an ideal place might be impossible in the absolute sense, and the various current crises that we live with seem to prevent such a thought, but the artists of the exhibition nevertheless proof that is possible to search for individual versions of such an imagined place. In this sense, I see every artwork, as utopian here, because in spite of the overwhelming impact of dystopian forces that we face, the works are like little lights that shine though the dark curtain around reality. Thanks to the artists, I get inspired not to give up the quest for meaning and insight in the world. Thanks to them, I dare to reach through fading colours, and blurred surfaces in order to reach beyond the black curtain, and widen my spiritual and intellectual scope. In the end, I might even be able to build my own tree house, where I can finally relax while the world around me engulfs in chaos and explodes in the brightest colours.
Marcus Graf
Assoc. Prof. Dr. , Yeditepe University, Fine Arts Faculty, Arts Management Dept.
Doç. Dr. , Yeditepe Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Sanat Yönetimi Dept.