İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından Koç Holding sponsorluğunda gerçekleştirilen 16. İstanbul Bienali, 14 Eylül 2019’da “Yedinci Kıta” başlığı altında kapılarını açtı. Bienal, 10 Kasım 2019’a kadar Pera Müzesi, Büyükada ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nde ücretsiz olarak ziyaret edilebilecek. Bienalin bu yılki başlığı, bilim insanlarının okyanuslarda yüzen devasa atık yığınına verdiği “Yedinci Kıta”dan ilham alıyor.
16. İstanbul Bienali’nin küratörlüğünü Fransız küratör, yazar ve akademisyen Nicolas Bourriaud üstlenirken farklı coğrafya ve kültürlerden bir araya gelen 50’nin üzerindeki sanatçının eserleriyse İstanbul’un çeşitli noktalarında ziyaretçilerini bekliyor. 16. İstanbul Bienali’nde sergilenecek her üretim birbirinden merak uyandırıcı ve değerli olsa da Artful Living olarak merak ettiğimiz 10 sanatçının üretim pratiklerini sizler için araştırdık ve bir araya getirdik.
Monster Chetwynd
Üniversitede aldığı eğitimle Latin Amerika’nın doğaüstü hikâyelerini bir araya getiren Monster Chetwynd; dönüşüm, şamanizm ve totem gibi konulardan ilham alıyor. Eğlenmeyi ve mizahı seven sanatçı, bu yönlerini çalışmalarına da aktarıyor. 1973’te Londra’da doğan Monster Chetwynd, resim ve performans gibi farklı disiplinlerde üretimler yapıyor. Doğal yaşam üzerine kafa yoran sanatçı, çalıştığı konuları yansıtırken geri dönüşüme elverişli, sürdürülebilir ve minimalist bir üretime odaklanıyor. Bu nedenle Chetwynd, performatif işlerinde el yapımı kostümler, tuvalet kâğıdı, karton, lateks ve boya gibi kolay temin edilebilen, ucuz malzemelerle çalışıyor. Davet ettiği sanatçı ve katılımcılarsa sürdürülebilirliğe uygun malzemeler üzerinden yenilebilir üretim sürecine ortak oluyor. Üretim nesnelerinin tekrar kullanımı, sanatçının “kolektif geliştirme” kavramına daimî bir vurgu yapıyor. 2012’de Turner Ödülü’ne aday gösterilen sanatçı bugün Glasgow’da yaşıyor ve orada üretmeye devam ediyor.
Monster Chetwynd, farklı disiplinlerde ürettiği eserleriyle 16. İstanbul Bienali’nde yer alıyor. İnsansı formlardan izler taşıyan heykelleri çoğu toplumda ürkütücü ve göze hoş görünmediği düşünülen timsah, örümcek, yarasa ve yılan gibi omurgasız canlılardan esinleniyor.
Andrea Zittel
Kaliforniyalı sanatçı Andrea Zittel, yaşam alanları için tasarladığı deneysel projeleriyle biliniyor. 1965 doğumlu sanatçı 25 yıldan uzun süredir birey, toplum ve mekân ilişkisini sorgulayan mimari prototipler inşa ediyor. Farklı özelliklere sahip prototipler bireyin evinde gereksindiği tüm ihtiyaçları karşılarken sanatçının en bilinen projelerinden A-Z West ise konaklama programları ve tur gezileri düzenliyor.
A-Z West projesi, Joshua Tree Ulusal Parkı yakınlarındaki 70 dönümlük bir araziye yayılıyor. Proje, sanatçının üretim pratiği ve kişisel yaşamında sorguladığı, hayatın anlamı ve nasıl yaşamamız gerektiği gibi konular üzerinden şekilleniyor. Cevaplar, yaşam alanları ve yapılardan beklediğimiz güvenlik, özerklik, otorite ve kontrol gibi ihtiyaçlarımız arasındaki ilişkiye açık uçlu seçimler yerine sınırlı bir alan üzerinden odaklanıyor. Söz konusu sınırlar bireye sunulmak yerine kişisel yapılandırmayla şekillenen, daha özgür yaşam koşullarına kapı aralıyor. Projeyi merak edenler onlar için düzenlenen aylık gezi turları sayesinde prototipleri gezme ve deneyimleme şansı elde ediyor. Ulusal parkın 65 km doğusundaki “Experimental Living Cabins”ler ilkbahar ve sonbahar aylarında rezervasyonla başvurulan, kısa süreli konaklama hizmeti veriyor. Zittel’in ürettiği heykel ve enstalasyonlar proje alanında sergilenirken elde edilen gelirlerse proje için kullanılan, özel bir fona dönüştürülüyor.
Andrea Zittel, 16. İstanbul Bienali için özel olarak ürettiği çalışmasında, sorguladığı konu ve medyumları bienal kapsamında yeniden irdeliyor. Eser, özel mülkiyet ve mekân kavramlarını borç ve esaret yapılarıyla ilişkilendirirken, sanatçı kişiye sağlanan bireysellik kaynaklarını yarattığı mekânda yeniden tanımlıyor. Beton bloklarla ayrılan tek kişilik bölmeler birtakım hücreleri andırsa da söz konusu hücreler bugün kişiselleştirdiğimiz ev alanları, ofis odaları ya da yaşamın sona erdiği mezar bloklarını da çağrıştırıyor.
Hale Tenger
1960, İzmir doğumlu Hale Tenger video, ses gibi farklı disiplinlerin iç içe geçtiği, geniş ölçekli enstalasyonlarıyla tanınıyor. Üretim pratiğinde sosyo-politik, psiko-sosyal, tarihi ve kültürel konulara yönelen sanatçı, hazır nesne ve atık malzeme kullanımıyla dikkat çekiyor. Var olma ve deneyim gibi kavramları üretimin pratiğinin merkezine yerleştiren sanatçı kimlik, aidiyet, iktidar, devlet ve şiddet gibi ögeleriyse metaforik bir üslupla izleyiciye aktarıyor. Tenger’in kullandığı ses materyalleri kimi zaman üretimin temel ögesiyken kimi zamansa destekleyici bir konumda sergileniyor. Sanatçı İstanbul’da yaşıyor ve üretimlerine burada devam ediyor.
Hale Tenger’in Büyükada, Taş Mektep’te sergilenecek eseri, karışık malzeme ve ses yerleştirmesinden oluşuyor. Taş Mektep’in bahçesindeki elma ağacıyla ilişki kuran eser, temelinde botanik biliminde kullanılan “bilezik alma” tekniğine dayanıyor. İlk olarak Eresoslu Theophrastus’un (MÖ 371-287), Bitkiler Üzerine İncelemeler’de anlatılan yöntem, ağaç gövdeleri ya da dallarındaki kabuktan alınan, yuvarlak bir kesiğe dayanıyor. Tenger, bienal kapsamındaki ses yerleştirmesinde iktidar, açgözlülük ve öz bilgi hakkında yazdığı şiirini Türkçe ve İngilizce dillerinde okuyor. Eserin sergilendiği mekânda şifalı olduğuna inanılan obsidyen taşlarına da yer veriliyor.
Glenn Ligon
1960’ta Bronx, New York’ta doğan Glenn Ligon resim, baskı ve heykel disiplinlerinden destek alan, metne dayalı üretimleriyle biliniyor. Görsel sanatlar ve edebiyat arasında kurduğu “metinlerarası” üretimden hareketle Amerikan tarihinde cinsellik, saldırganlık ve ırk meselelerine odaklanan araştırmalar sürdürmeye devam ediyor. Kelime gruplarını andıran resimlerinde harf şablonu kullanan sanatçı, söz konusu üretim şekliyle kendi imzasını yaratmış bulunuyor. Politik anlamlar içeren kelime gruplarını neon heykellere taşıyan sanatçı, galeri bağlamında okuyan izleyici içinse yeni bir düşünce biçimi yaratıyor. Bir keresinde yaptığı açıklamada “Benim işim cevap değil, iyi sorular üretmektir” diyen Ligon, New York’ta üretmeye ve yaşamaya devam ediyor.
Glenn Ligon bienaldeki işlerinde Baldwin’in hayatından ve üretiminden, duruşundan ilham alıyor. Sanatçı 1960– 70'li yıllarda İstanbul’da yaşayan Baldwin’in, insan hakları üzerine düşünen kimliğiyle kendi üretimlerini bir araya getiriyor. Eserler, 19. yüzyılda inşa edilen Büyükada’daki Mizzi Köşkü’nde izleyiciyle buluşmayı beklerken Sedat Pakay ve Baldwin’in dönem İstanbul’unu yansıtan bir film ise bienal kapsamında ilk kez izleyiciyle buluşuyor. Bienal kapsamındaki işlerinde neon yerine ilk kez mahya kullanan sanatçı, serilerindeki alışıldık düzene yeni bir yaklaşım getiriyor. Mahyaların iki haftada bir değişmesi planlanıyor.
Simon Fujiwara
1982, Londra doğumlu Simon Fujiwara, üretimlerinde birey ve toplumu şekillendirmede köklü bir geçmişe sahip kimlik kavramından yola çıkıyor. Sanatçı çok katmanlı, geniş ölçekli enstalasyonlarında aile, cinsellik, ırk ve kültür gibi farklı bağlamlara odaklanıyor. Reklam sektöründen sosyal medyaya kadar pek çok kullanım alanına sahip görüntü ve anlatı ilişkisi Fujiwara’nın üretimlerinde temel ögeyi oluşturuyor. Video, heykel ve resim gibi farklı disiplinlerde üreten sanatçı, politik ve cinsel bağlamda kurguladığı aile anıları üzerinden görünen ve gerçek arasındaki paradoksu sorguluyor. Ele aldığı konuları yeniden kurgulayan Fujiwara, bugün Berlin’de yaşıyor ve orada üretmeye devam ediyor.
Simon Fujiwara, 16. İstanbul Bienali’nde özel olarak hazırladığı bir projeyle yer alıyor. Heykeli andıran işlerinde lunapark atıklarından elde edilen, yarı deforme olmuş 13 pop figürüyle kurmaca bir kent yaratıyor. Batman filmindeki Joker karakteri, farklı Disney karakterleri ile sanatçının yarattığı yıkılmış kent imajında çeşitli biçimlerde konumlandırılıyor. Fujiwara, minyatür kentleri, tüketim toplumuyla şekillenen mimari ögeleri vurgularken, eğlence kültürünün biçimlendirdiği birey ve gündelik yaşama etkilerineyse küresel kapitalizm üzerinden eleştirel bir yaklaşım getiriyor.
Güneş Terkol & Güçlü Öztekin
1981, Ankara doğumlu Güneş Terkol, deneysel ve organik malzemeleri dikiş tekniğiyle bir araya getiren şeffaf kumaşlı üretimlerinde rüyalarından, mitolojik öykülerden ve kişisel deneyimlerinden besleniyor. Kadın katılımcılarla düzenlediği farklı ülkelerdeki atölyelerden elde edilen birikim, sanatçının üretiminde önemli bir rol oynuyor. Atölye üretimleri sanatçının kendisi ve kadın meselelerine dair derin özümsemeler içerirken kumaş işlerinde görülen renk seçimleriyse öze dair belirgin izler taşıyor. Güneş Terkol İstanbul’da yaşıyor ve üretim pratiğini burada sürdürüyor.
1978, Eskişehir doğumlu Güçlü Öztekin strafor, kraft kâğıt gibi malzemelerle ürettiği geniş ölçekli işleriyle biliniyor. Sergilenmemiş yapıtları “ham madde” olarak nitelendiren sanatçı, çevresindeki buluntu objelerle sürdürdüğü üretim pratiğini bir geri dönüşüm olarak tanımlıyor. Avangart müzik grubu “GuGuOu”nun üyelerinden Güçlü Öztekin, yaşam ve üretim pratiğineyse İstanbul’da devam ediyor.
2005 yılında kurulan sanatçı kolektifi “HA ZA VU ZU”nun üyeleri arasında yer alan Güneş Terkol ve Güçlü Öztekin, bu yılki bienal kapsamında sanatçı ve izleyicilerin bir araya gelebileceği ortak bir buluşma mekânı yaratıyor. Üretim pratiklerindeki geri dönüştürülmüş malzemeler bienal mekânında kullanılırken perdeler, lambalar, bayraklar, maskeler ve kostümler de üretim alanını sarmalayan şenlikli bir atmosfer yaratıyor.
Korakrit Arunanondchai
1986, Tayland doğumlu Korakrit Arunanondchai, Tayland ve Batı arasındaki kültürel değişimleri turizm, tarih, öz kimlik ve hakikat gibi farklı kavramlar üzerinden bir araya getiriyor. Çoğunluğu video olan üretim pratiğinde kültürel aktarım ve melezlik gibi konular çoklu medya ve biçemlerle bir tür pastişe dönüşüyor. Başta aile, arkadaş ve iş arkadaşları olmak üzere çevresindeki hayatları yerel mitlerle birleştiren sanatçı, işitsel ve görsel üretimleriyle aynı anda pek çok duyuyu harekete geçirebilen, izleyici üzerinde etkili, güçlü işleriyle biliniyor.
Korakrit Arunanondchai, 16. İstanbul Bienali’nde Donald Trump’ın yükselişi ve Tayland kralının ölümünü, tarihsel bir zemin üzerinden bir araya getiriyor. Video disipliniyle üretilen çalışmada protesto ve yas törenleri, sıra dışı bir mektuplaşma anı ve sanatçının hafızasını yitiren büyük annesine dair gündelik yaşamından izler görülüyor. Büyükannenin yaşadığı his, siyasi ortamdaki çekişmeler ve teknolojik gelişmeler kapsamında günümüzün bireyine tanıdık gelen sıkışmışlık hissiyle özdeşleştiriliyor.
Eva Kotatkova
Çek asıllı sanatçı Eva Kotatkova yerleştirme, video, çizim ve performans gibi multidisipliner üretim kimliğiyle biliniyor. Sanatçı, büyük ölçekli enstalasyonlarında, toplum sistemlerince şekillendirilen enstitü ve aile gibi yapıların, birey üzerindeki etkisine odaklanıyor. Eva Kotatkova bu bağlamda, tarihsel ve güncel kültürü çeşitli imajlar üzerinden çevresel yapılara aktarmış oluyor. Sanatçının üretimleri bir dönem popüler olan, sıra dışı nesnelerle dolu nadire kabinelerini çağrıştıyor. Prag’ta yaşayan ve orada üreten sanatçı aynı zamanda “Institute of Anxiety”nin kurucu üyelerinden biri. Enstitü kaygıyı toplumsal, siyasi, ekonomik ve ekolojik güçlerin sonucu olarak gören bir platform olarak bu alandaki çalışmalarını sürdürmeye devam ediyor.
Eva Kotatkova 16. İstanbul Bienali’ndeki yerleştirmesinde dünyayı ve davranışlarımızı anlamaya yönelik empati kavramından yola çıkıyor. Sanatçı, bir dikiş atölyesini andıran yerleştirme düzeninde, kendisini eksik ya da yalnız hisseden canlıları yarattığı makineyle birbirine dikerek tek bir noktada bir araya getiriyor. Makineyi kullananlar insanlarken sanatçı onlar için “çalışan” sözcüğünü kullanıyor. Gaga, kol, ip ve yama gibi farklı ögelerden oluşan makine bu yönüyle yaşayan bir organizmaya benziyor. Katılımcılar, diğer varlıklarla kurdukları ilişkileri mekândaki diğer katılımcılara anlatırken empati kurmanın önemine de farklı bağlamlarda dikkat çekiyor.
Marguerite Humeau
Bilim ve teknolojik gelişmeleri bir araya getiren Marguerite Humeau, bilimsel anlatıların gücü ve yarattığı etkiyle yaşadığımız dünyada gizli kalan pek çok sırra odaklanıyor. Yoğun araştırmayla başlayan üretim pratiğinde medya teorileri ve paleoantropoloji (fosil bilimi) gibi farklı dalları bir araya getiren sanatçı, ses sistemine dayalı heykellerindeyse gerçekçi bir temel için biyoloji biliminden besleniyor. Yararlandığı bilimsel gerçekleri düşsel bir potada eriten Humeau böylelikle doğa üstü - fiziksel olayları üretim pratiği içerisinde yeniden kurguluyor. Tarih öncesi çağlarda nesli tükenen canlılar, Humeau’nun işlerinde yeniden görülebilen, kurmaca bir gerçekliğe kapı aralıyor. Görsel ve işitsel ilişki sayesinde bilimsel bilgiler üreten ve onları geliştiren Humeau, böylelikle günümüz dünya algısına yeni bir yorum getirmiş oluyor. Sanatçı bugün Londra’da yaşıyor ve üretimlerine orada devam ediyor.
Marguerite Humeau, bu yılki bienalde doğa üstü canlılar ve araştırmalardan ilham alarak geçmiş ve geleceği yeniden kurguladığı bir heykel seçkisiyle yer alıyor. Söz konusu geçmiş, insanlık tarihinde psikoaktif madde alan bireylerin beynin farklı boyutlarını harekete geçirebildiği sıra dışı bir gerçekliğe uzanıyor. Sanatçının ilk teoriyi desteklemek ve geliştirmek için yaptığı çalışmalarda arkeolog Bette Hagens’a ait bir rapor bulduğu biliniyor. Bilim insanlarının yaptığı bu araştırmada, tarih öncesi dönemlerdeki şaman ve büyücülerin, hayvan beyinlerine ait belirli bölümleri tüketerek insan beyninin farklı boyutlarını harekete geçirebildiği öğreniliyor. Söz konusu ritüeli sembolize eden, geçmişteki bu figürler Humeau’nın eserlerinde yeni bir boyut kazanıyor.