26 MAYIS, PERŞEMBE, 2022

130 Yıllık Sanat Tarihimizin Resmigeçidi

21 Mart Dünya Şiir Günü'nde İBB Saraçhane Sergi Salonu’nda sanatseverlerle buluşan, şairlerin imge dünyalarının kapılarını aralayan “Şairler Neden Resim Yapar?” başlıklı sergiyi küratörü Dr. Necmi Sönmez ile konuştuk.

130 Yıllık Sanat Tarihimizin Resmigeçidi

İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB), Saraçhane Sergi Salonu; 21 Mart Dünya Şiir Günü'nde Türkiye’nin önde gelen şairlerinin desenlerini İstanbul’da ağırladığı “Şairler Neden Resim Yapar” sergisini ziyarete açtı. Antalya Kültür Sanat’ın iş birliğiyle gerçekleştirilen, küratörlüğünü Dr. Necmi Sönmez, tasarımını Ulaş Uğur’un üstlendiği sergide, 1890’lardan itibaren Tevfik Fikret’le başlayarak Arif Dino, Nâzım Hikmet, Orhan Veli Kanık, Oktay Rifat, İlhan Berk, Metin Eloğlu, Cemal Süreya, Metin Altıok, Oruç Aruoba, Lale Müldür, Zafer Şenocak, Turgay Kantürk, Sami Baydar, Achim Wagner Anita Sezgener, Hicran Aslan ve Sevinç Çalhanoğlu’nun çalışmaları yer alıyor. Sergi, 21 Haziran 2022 tarihine kadar İBB Binası, Saraçhane Sergi Salonu’nda ziyaret edilebilir.

21 Mart Dünya Şiir Günü'nde İBB Saraçhane'de ilham verici bir sergi açıldı. “Şairler Neden Resim Yapar?” başlıklı sergide 1890'lardan günümüze dek farklı ekollerden şair- ressamın pek çok yapıtının ilk kez sanatseverlerle buluştuğu bir sergi bu aynı zamanda. Serginin çıkış noktası nedir? Serginin hazırlığı ne kadar sürdü?  

Uzun süreden beri kitaplarını okuduğum şairlerin çizgilerle renklerle farklı imgeler yakaladıklarını fark ettim. Yavaş yavaş bunların üstüne gittiğimde çok farklı bir birikim, hatta modernizmin ülkemizdeki oluşumu hakkında önemli bir geleneğin varlığıyla karşılaştım. Modern şiirin Türkçedeki serüveninde etkin rol oynamış şairlerin resim sanatıyla yakından bir ilişkisi vardı. Birçoğu yabana atılamayacak kadar etkileyici desenler çiziyor, resimler yapıyorlardı. Bu da beni şairlerin ressamlardan daha cesur olduğu, dünya sanatıyla daha yakın, samimi bir diyalog kurdukları gerçeğine götürdü. Etkilenmekten, deneylere girmekten korkmuyorlardı. Ressamlarla kıyaslanamayacak bir özgüvenleri vardı. Bu cesaretin köklerini araştırmaya başladığımda sergi de oluşmaya başladı. İki yıla yayılan bir çalışma sonucu eserleri topladık.

Oldukça ağır bir sanat tarihi eğitiminizin ardından 2000 yılından bu yana pek çok serginin küratörlüğünü üstlendiniz. Sizin sergilerinizde özellikle İkinci Yeni şairlerinin, 50 Kuşağı’nın izi görülür, bunun nedeni merak ediyorum. 50 Kuşağı’nı özel kılan nedir?  

İkinci Yeni şairleriyle ilgilenmemin ana nedeni, Borusan Contemporary için 2015’ten beri geliştirdiğim koleksiyon sergileri oldu. Çağdaş sanatın farklı özelliklerini bünyesinde barındıran bu koleksiyondaki eserlerle şairlerin dizelerini bir araya getirerek farklı bir bakış açısı geliştirmeye çalıştığım 10’a yakın sergi gerçekleştirdim. Bu sergilerde ağırlıklı olarak 50 Kuşağı şairleri ön plana çıktı. Sevdiğim, hakkında bilgi sahibi olduğum bu şairlerin bir şekilde benim kişisel okuma serüvenimde de etkileri vardı. Onların kitaplarını okumuş, etkilenmiştim. Çoğu ilk baskı olan orijinal baskı kitaplarının içine notlar almış, şiirlerini ezberlemiştim. Ayrıca İlhan Berk, Cemal Süreya’yı tanımak, onlarla konuşmak değerini şimdi daha iyi anladığım bir ayrıcalıktı. Sonradan onların neredeyse tamamının 1950 kuşağına ait olduklarını fark ettim.

​Yaratıcı edebiyatta ve görsel sanatların tüm dallarında da 1950 kuşağının özgün bir duruşu var. Bu onların Cumhuriyet devrimleriyle yetişen ilk kuşak olmalarından kaynaklanan Doğu-Batı kültürel çarpışmasında modernizme inanarak kendi duruşlarını geliştirmiş olmalarından kaynaklanıyor. Bu kuşaktaki özgüven, yaptığını temellendirirken kendisine ait öğeleri bularak bunların üzerine eğilme eğilimi onların çalışmalarını çok ayrıcalıklı bir yere oturtuyor. Etkilenmekten korkmadıkları gibi bunu da açıkça söyleyerek kendilerine farklı bir yer arıyorlar. Mimarlıktan tasarıma, çeviriden tiyatroya kadar birçok alanda bu kuşağın varlığı galiba geçen yüzyıl içinde Türk düşünce ve sanat tarihinden en ayrıcalıklı parantezi açıyor.

Maya Sanat Galerisi'nin öneminden de bahsedebilir miyiz? 

1951’de kurulan Maya’nın kurucusu Adalet Cimcoz çok ilginç bir kişiliğe sahip. Çevirmen, yazar, ses sanatçısı, gazeteci. Kökleri Osmanlı aristokrasisine uzanan köklü bir aileden geliyor ve dönemdeki galeri ihtiyacını fark edecek önemli bir birikime sahip. Sabahattin-Bedri Rahmi Eyüboğlu kardeşlerin girişimci ruhuyla şekillenen bu galeri de sadece resim, heykel değil, yazmalar, kilimler, Anadolu dokumaları, seramikleri de sergileniyor. Maya’da her 15 günde bir sergi açıldığı için dönemin tüm önemli aktörlerinin orada kendi duruşlarını şekillendirdiklerini görüyorsunuz. Kimler yok ki bu listede? Nuri İyem’den Ferruh Başağa’ya, Aloş’tan Füreya’ya birçok sanatçı ilk kişisel sergilerini burada açıyor. İki küçük odadan ibaret olsa da her akşam sanatçıların toplanma yeri. Ahmet Hamdi Tanpınar, Mazhar Şevket İpşiroğlu, Nurullah Berk, Ara Güler başta olmak üzere herkes orada boy gösteriyor.

Serginin zemini Yves Klein mavisi… Mavi sanat tarihinde çok önemli, sizin maviyi seçmenizin nedeni nedir? 

En sevdiğim renk olduğu için seçtim. Arkasında özel bir anlam yok.

Sergi, Tevfik Fikret’in şiiri kadar çarpıcı bir resmi ile açılıyor. Dönemin önemli sanatçıları Tevfik Fikret’in resmini nasıl etkilemiştir? Mihri Hanım ile olan yakınlığı üzerinde de durabilir miyiz?

Tevfik Fikret, Galatasaray’daki eğitimi sırasında son derece güzel, klasik anlamda doğru proporsiyonları olan resimler yapıyor. Bu sergide onun 1888’de öğrenciyken çizdiği bir otoportresini gösteriyoruz. Bu desene baktığımızda onun yeteneğini görüyoruz. Galatasaray’daki resim atölyesinde eğitim aldığı Fransız hocası önemli bir ressam değil ama sanıyorum ona 19. yüzyıl sanatına ait reprödüksiyonlar gösteriyor. Fikret hiç kuşkusuz o dönemin ressamlarını tanıyordu ama onlardan etkilenmedi, kendisine farklı bir yol çizdi. Onun, kendini Aşiyan’da sürgüne çektiği dönemde yaptığı resimleri, şiirleriyle birlikte bakıldığında çok etkileyici. Ressamlardan çok edebiyatçılarla diyaloğu olan Fikret’in Mihri Müşfik tarafından çizilen portreleri var. Bunlar iki yaratıcı arasındaki karşılıklı saygının, sevginin ifadesi olarak yorumlanabilecek çalışmalar.

Edebiyat ve sanat tarihi bağlamında çalışan bir küratör olarak, şiir ve resmin birbirini nasıl etkilediğini, beslediğini düşünüyorsunuz? Söz ve imge ne zaman birbirine yakınlaşır, hangi anlarda uzaklaşır? 

Görsel sanatların ülkemizdeki serüveni 1945’e kadar tutuk, etkilerin sindirilemediği, silik bir karaktere sahiptir. Sosyo-kültürel, ekonomik, politik nedenlerden ötürü görsel sanatçılar varoluş biçimi olarak “edilgen duruşu” kabul ederken, şairlerin bir kısmı, Tevfik Fikret’ten Nâzım Hikmet’e uzanan çizgide, “aktif, sorgulayan, politik” bir çizgi geliştirdikleri için modernist şiir, gözünü modernist resimden daha önce açma ayrıcalığına sahip olmuştur. Bu aslında şaşılması gereken bir durum değildir. Neden mi? Tamamı frankofon oldukları için şairler Apollinaire’nin Calligrammes’larını, gerçeküstücülerin écriture automatique, cadavre exquis denemelerini, Henri Michaux’nun dessin mescalinien’lerini aşağı yukarı Fransa’da ilk yayımlandıklarından itibaren takip ettiler. Onlar modernizmin yakıcı, tüm gelenek ve alışkanlıkları sorgulayan bıçak keskinliğini görsel sanatçılardan çok daha önce keşfetmiş, bunun izlenebilecek en doğru “ilerleme metodu” olduğunu da bedelini ödeyerek öğrenmişlerdi. Nâzım Hikmet, Arif Dino ve ardından gelen Garip hareketi Türkiye’deki “yerel modernizmin” belkemiğini oluşturduğunu kabul edersek, bu şairlerin tamamının resme, çizmeye olan yatkınlıkları, şiirlerini beslemekle kalmamış, onlara yeninin, farklının formlarını da erken sayılabilecek bir dönemde uygulama imkânı tanımıştı. Şairlerin çizmeye, boyamaya, görsel denemelere girmesi özellikle 1945 sonrasında “şiirin görsel imge” olarak erimesine yol açtı. Bu yıllarda bir şekilde ilk modernist tecrübe olan Garip’in savunduğu söyleyiş biçiminin “özgünlüğün” anahtarı olduğu fikri kabul gördüğü için 1950’lerde daha farklı deneylere girecek olan şairler için bir tür funda toprağı hazırlanıyordu.

Mayakovski’nin “Şiir Nasıl Yapılır?” adlı makalesi ve şiir ile ilgili düşünceleri Nâzım Hikmet'i derinden etkiliyor. Nâzım'ın sergide Münevver Andaç’ı resmettiği o müthiş tablosuyla görüyoruz. Nâzım Hikmet’in şairliğinin yanı sıra ressamlığının da dikkat çekici olduğu söylenebilir mi?

Nâzım Hikmet, annesi ressam Celile Hanım nedeniyle kelimenin tam anlamıyla boyaların, kağıtların arasında geçen çocukluğundan itibaren resim dünyasının içinde. Şairliğinin yanı sıra ressamlığının, çizerliğinin kesinkez ortaya çıktığı yerlerin politik inançları yüzünden atıldığı hapishaneler olması son derece ilginç. Onun özellikle Bursa, Çankırı hapishanelerindeki çizimleri, yağlıboya portreleri şair kimliğiyle yakın çevresindeki insanları, Anadolu insanlarını daha yakından tanıma isteğini ortaya çıkarıyor. Bence Nâzım Hikmet’in başyapıtlarından biri olan Memleketimden İnsan Manzaraları kitabıyla yaklaşık olarak 50’ye yakın portreler arasında çok yakın bir ilişki var. Sergide gösterdiğimiz Münevver potresi 1950’de Bursa Hapishanesi’nde boyanmış çok önemli bir çalışma. 1951’de Türkiye’den ayrılan Nâzım Hikmet’in daha sonra yapmış olduğu başka bir yağlıboya çalışması bulunmuyor. Sırf bu resim bile, renkleri, figürün yüzündeki ifade gerilimi açısından inanılmaz derecede etkileyici. Nâzım Hikmet’in şiirlerini yazarken çizdiği son derece ilginç desenleri de var, bunların tamamını bir kitapta yayımlamayı hayal ediyorum.

Sergide ilk kez karşılaştığımız işler var. Bu eserler için neler söylemek istersiniz?

Bunların biri de Orhan Veli’nin otoportresi. Modern şiirin Nâzım Hikmet’le 1930’larda başlayan serüveninde ilk önemli çıkışı sağlamış olan Orhan Veli Kanık dönemsel bir öneme sahiptir. Onun gerek Garip akımının şekillenmesinde, gerekse Türkçe şiirin yeni bir duyarlılık çağına girmesindeki katkısı 1950’lerde kendisini belirgin olarak ortaya çıkarır. Çağdaşı Fransız şiirlerini yakından takip eden Orhan Veli, önce İstanbul’da, sonra da Ankara’da ressamlarla da yakın bir diyalog kurmuştu. Kitaplarının ilk baskılarında Bedri Rahmi’den Fahrelnissa Zeid’e, Abidin Dino’dan Turgut Zaim’e kadar birçok ressamın çalışmalarına yer vermesi onun yaşadığı dönemin sanatçılarıyla kurmuş olduğu güçlü diyaloğun izlerini taşır.

​Orhan Veli’nin Yaprak dergisi modern resim sanatına özgü önemli konuların tartışıldığı önemli bir mecraydı. Yeniye ön koşulsuz olarak inanan Orhan Veli’nin ressam dostlarının deneylerini yakından takip etmesi onu bir şekilde çizmeye, desen yapmaya yönelttiği savlanabilir. Bu tezi ortaya çıkarabileceğimiz, sayıları iki elin parmaklarını geçmeyen Orhan Veli desenlerinden biri de, sergimizdeki otoportre çalışmasıdır. Ankara’da, vefat ettiği 1950’de çizdiği bu desende şair kederli yüzünü ne olduğu pek kestirilemeyen karalamaların ortasına yerleştirmiştir. İkonaları andıran yüzün ifadesi, kolların garip şekliyle birlikte değerlendirildiğinde bu desen, altındaki şiirle birlikte adeta kardeşliğe adanmış görsel bir vasiyettir.

0
3378
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage