İş Sanat Kibele Sanat Galerisi, edebiyattan beslenen yaklaşımlarıyla Anadolu uygarlıklarına ait kültürel ögeleri; çok sevdiği atları, Nâzım Hikmet’ten alıntıları ve Kurtuluş Savaşı’nın umut dolu yıllarıyla sanat pratiğine aktaran Gürol Sözen’in geniş bir seçkiden derlediği resim ve heykellerine ev sahipliği yapıyor. Türk sanat tarihine kattığı sayısız eseriyle altmış yılı geride bırakan Gürol Sözen “60. Yıl...Ve Onlar” isimli retrospektif sergisinde 1919 – 23 / DESTAN isimli, Kurtuluş Savaşı’na adanmış özel bir seçkiyi de izleyicisiyle buluşturuyor. 5 Mart’ta kapılarını aralayan sergi, 20 Nisan’a kadar İş Sanat Kibele Sanat Galerisi’nde ziyaret edilebilecek.
“Kuşku götürmez bir gerçek yıllardan beri belleğimde: Lotus Çiçeği...” kataloğun giriş cümlesindeki bu sözüyle tıpkı öğrencisi olduğu Behçet Necatigil gibi kendisini araştırmaya ve denenmemiş olana adamış bir lotus çiçeği Gürol Sözen. Anadolu coğrafyası ve bu topraklarda şekillenen medeniyetlerin kadim mavileri ve morlarında, Kurtuluş Savaşı’nı yansıtan özgür ruhlu atlarında ve yaşam boyu dengede kalmak isteyen insanlığın oksit yeşili heykellerinde hayat bulan “60. Yıl...Ve Onlar” retrospektifini Gürol Sözen’in kendisinden dinledik.
Öncelikle üretim pratiğiniz ve ele aldığınız konular arasındaki ilişkiyi sormak istiyorum. Yalnızca resim değil yazın alanında da üreten bir sanatçısınız. Multi disipliner kimliklerinizi harmanlayarak Türk sanat tarihine pek çok eser kazandırdığınız 60 yıllık sanat yaşamınızda edebiyat ve resim arasında kurduğunuz ilişkiden bahseder misiniz?
Yaşamım boyunca pek çok şeye dâhil oldum çünkü merak ettiğim ne varsa deneyimlemek istedim. Nitekim hepsinin de bir nedeni vardı. Resme başlamam ve ilerlemem, yazar kimliğimle gelişti. Behçet Necatigil’in öğrencisiydim, çok iyi bir araştırmacı ve bilgi birikimi yüksek bir eğitmendi. Haylazlıklara sesini çıkarmazdı, çok sabırlı bir insandı. Gerçekten öğretilmesi gereken noktaları ise en ince ayrıntılarıyla öğretirdi. Biz, o dönemler edebiyat dergileri çıkarıyorduk. Benim sergilerim de o zamanlar düzenlenmeye başladı. Romanlar, şiirler okumak, dönemin ünlü şairleriyle çalışmak ve dergiler çıkarmak gerçekten çok besleyiciydi. Akademi eğitimi almadım ancak oradaki tüm hocalar abimiz, arkadaşımızdı zaten. Onların atölyelerinde çok zamandır içli dışlı olduğumuz için eğitimimi sanat tarihi üzerine şekillendirmeye karar verdim. Sonrasında her şey peşi sıra gelmeye başladı; TRT’deki çalışmalarım, gazetecilik hayatım ve daha pek çok şey... Temelinde bir tek şey yatıyor, var olan bir yerden hareket ediyor ve besleniyorsan o noktada tüm hepsini aktarmak zorundasındır. Behçet Necatigil’in kendisine yazdığım bir nota cevaben ilettiği bir cümle bulunuyor: “Bizim kutladığımız, umutladığımızdır. Yaşasın umudumuz!” Şimdilerde umutlu umutsuzluk devam ediyor, bu nedenle İş Sanat Kibele Sanat Galerisi’ndeki sergimde kronolojik bir sıra izlemedim. Güzelliğin Ölümüne Ağıt isimli büyük bir resmim vardır mesela ve kaynağını Behçet Necatigil’den alır. Bu nedenle edebiyat, sanatı besleyen en temel ögedir benim için.
Eserlerinizin yaratım sürecinde Bizans, Mısır ve Roma imparatorluklarından beslenen bir yaklaşım söz konusu. Bilhassa kullandığınız mor ve mavi renklerin, bahsi geçen dönemlerdeki ünlü hükümdarlar ile yakın ilişkisi olduğunu duymuştum. Bu ilişkiyi eserlerinize nasıl aktarıyorsunuz?
Kendime sık sık sorduğum bir soru vardır “Doğduğun yer mi olduğun yer mi önemli?” diye. Muhakkak ki doğduğumuz yerin bir önemi var ancak bizi olgunlaştıran şey olduğumuz yerlerdir. Bu toprakların kültürel birikimi çok eskilere dayanıyor, yeryüzü coğrafyasında oldukça köklü bir geçmişten söz ediyoruz. Neolitik çağlardan Anadolu uygarlıklarına kadar peşi sıra pek çok medeniyetin birbirini takip ettiğini görürüz. Dünyada böylesi bir örneğe rastlamak çok zor hatta yok diyebiliriz. Elbette diğer kültürler de çok önemli ancak Mezopotamya’dan bu yana Dicle ve Fırat’ın aktığı yerlerden medeniyetleri besleyen sayısız öge var. Hepsinin içinde renkler var, mavi var örneğin. Mavi bu coğrafyanın kendisinde mevcut zaten, üç tarafı sularla çevirili bir yerdeyiz. Mor ise Bizans uygarlığında oldukça mühim, yalnızca imparator ve imparatoriçelerin giymesine izin verilen bir renktir. Roma’da ise Büyük İskender’in atı ile çadırında, Mısır’da Kleopatra’ya ait geminin renklerinde morun öne çıktığı görülür. Bu bilgiler araştırıldıkça ortaya çıkar. İncil’de mordan bahsedilir ve Osmanlı’da da bu rengin büyük bir önemi vardır. Michelangelo: “Mor rengi, düş dünyamı genişletir.” demiştir. En ilgi çekici yanı da şudur bana göre; Murex denilen bir deniz salyangozu vardır, çok nadir rastlanır. On iki bin tanesinden 1.4 gram mor rengi elde edilir. Pahalılığı ve imparatorlara layık oluşu buradan gelmektedir. Demem o ki Anadolu toprakları ile burada yaşamış uygarlıklara ait ikonlarla renkler, beni ve sanatımı oldukça etkilemiştir. Nitekim Avrupa sanatı ile tanışınca Rembrandt kahvesi olarak bilinen, çözümü çok zor bir renk üzerine çalışmaya başladım. Eserlerim ve şu an duvarlarda görülen kahve tonları, bu ilgimden izler taşır. Bir de freskler... Freskler ve ikonlar üzerindeki boyalar döküldükten sonra altından çok farklı renkler çıkar. Beni etkileyen, buradaki ilk renklerdir. Solgun ve eski bir duvar gibi görünen renkleri kendi kompozisyonlarımda nasıl yakalarım çabasıyla ilerledim.
Bir de katologta yer alan ve sık sık bahsettiğiniz lotus çiçeğiniz var. Onun da sanat yaşamınız ve üretim pratiğinize etkilerinden bahseder misiniz?
Sergi kataloğumuzun içinde lotus çiçeği sık sık geçiyor. Lotus çiçeği ile ilgili bahsetmeden önce şunları da söylemek gerekir. “Ben oldum” derseniz meyve verdiğiniz ağacın dibine düşersiniz. Bu nedenle sık sık araştırmanız ve kendinizi geliştirmeniz gerekir. Ben de araştırmalar yaparken Halil Cibran’dan tutun da anonim halk edebiyatı eserlerine kadar pek çok eseri inceledim. Çiçeklere denk geldiğim bir bölüm de oldu. Lotus çiçeği şekil itibariyle manolyaya benzeyen, çok güzel bir çiçek. Nitekim bir tek bataklıklarda açıyor ve üzerine tek bir toz zerreciği konduğunda küsüp, yapraklarını kapatıyor. Darılıyor bir nevi yine de üretmeye devam ediyor. Bu bağlamda benim için çok önem teşkil ediyor, bataklıklarda yaşıyoruz ancak üretmeye de devam ediyoruz diyorum kendime. Araştırmamız lazım, edebiyat ve resim alanında kendimi geliştirmemin lotus çiçeği ile ilişkilendirdiğim yönü budur.
Antik ve Orta Çağ dönemlerinden beslenen yaklaşımları Anadolu uygarlıkları ile bir araya getirirken özellikle Bach’ın bestelerinden çok etkilendiğinizi duymuştum. Bahsi geçen medeniyetler ile Bach arasında kurduğunuz ilişkiyi sizden dinleyebilir miyiz?
Soyutlama, Michelangelo’nun da söylediği gibi “fazlalıkları atmaktır”. Bach da böyle bir bestecidir. Yalın bir anlatımı vardır ve dolu dolu olmayan tek bir eseri yoktur. İsmi Bach olduğundan değil, duygusal bağlamlarda pek çok yönden sizi etkileyebildiği için böyledir. Yunus Emre’nin şiirlerini de bu bağlamda ele alırım. Beni besleyen edebiyat içerisinde Yunus Emre şiirleri çok etkilidir çünkü. Bir dizesinden nice anlamlar çıkarabilirsiniz. Bach ile kurduğum ilişki de böyledir, beni rahatlatır ancak duygu dünyamı pek çok yönden besler, genişletir. İlkel dönem mağara insanlarının çizimlerinde de müzik ve çizgi öndedir mesela. Doğadan duydukları pek çok sesi sanatlarına ilham aracı olarak kullanırlar. Bach’tan beslenirken de bu duyguyla hareket ederim.
Serginizin girişinde yer alan Uçarcasına Özgürlük ya da Her Gün Yeniden Çarmıha Geriliriz Yeryüzünde isimli çalışmanız oldukça dikkat çekici. Heykel ve resim disiplinleriyle ürettiğiniz işinizde İsa’nın çarmıha gerildiği an ile özgürlük anlayışınız hangi bağlamlarda bir araya geliyor? Bahsi geçen çalışmada ahşap formun arkasındaki kuşlar da oldukça dikkat çekici, hikâyesini dinleyebilir miyiz?
Genel itibariyle tanımlarsak Uçarcasına Özgürlük ya da Her Gün Yeniden Çarmıha Geriliriz Yeryüzünde isimli çalışmam ahşap üzerine yapılmış, Bizans dönemine ait bir ikondan oluşuyor. Dönemin din adamları, kiliseye gelemeyen bireylerin aynı tinsel aurayı farklı mekânlarda da deneyimleyebilmeleri için bahsi geçen ikonlar üzerinde büyük bir önemle durmuştur. Ancak beni ilgilendiren kısmı dini ögelerden ziyade aynı aurayı ahşap dokusu ile nasıl verebileceğim olmuştur. O noktada yerleştirmenin ahşap dokusu üzerinde kahverengi, gümüş ve altın renkler kullanmaya karar verdim.
Ahşap yapının ön tarafında yer alan figür ise tersten, uçarcasına tasvir ediliyor. Uçarcasına Özgürlük... ismini buradan alıyor. Öncesinde de belirttiğim gibi burada da amacım İsa figürünün çarmıha gerildiği sahneyi konu edinmek değil. Bir insanın çarmıha gerilmesi ile yarattığı etkiyi, toplumsal bağlamlarda irdeleyerek şu anki şekliyle yansıtmak istedim. Hepimiz kendi içimizde sayısız sıkıntıların mücadelesini veriyoruz. ...Her Gün Yeniden Çarmıha Geriliriz Yeryüzünde deyişimin sebebi de buradan gelmektedir. Aslında her gün verdiğimiz zorlu sınavlar ve çarmıha gerilmelerin ardından insanların bir seçim yaparak ikisinden birini tercih ettiklerini dile getiriyorum. Uçarcasına ve tersten gördüğümüz figür ise çarmıhtaki gerilmeden böylesine kaçabilen bir insan. O anlarda bile derinliklerimizde bir yerde özgürlüğü hissedebilmek, benim için en değerli ve en insani özgürlüktür.
Ahşabın arka tarafındaki kuş formlarının ilginç bir hikâyesi bulunuyor. Sistina Şapeli’ni gezdiğimiz bir sırada oradaki güvenlik görevlisinin bizlere gösterdiği, Michelangelo’ya ait eskizlerden yola çıktım. O dönemlerde şapeldeki kompozisyon için ahşap üzerine çizdiği eskizlerin, 400 yıldır hiç bozulmadan muhafaza edildiğini öğrendim. Tebeşirle çizilen eskizleri hatırladım ve Michelangelo’dan esinlenerek kendi eserime ait ahşap duvarın arkasında da böyle bir alan yaratmak istedim.
Çalışmalarınızda sıklıkla diptik figür kullanımı ve triptik üretimlere tanık olduğumuzu düşünüyorum. Öte yandan gerek figürlerin yüz ifadeleri gerekse renklere yansıyan fırça vuruşlarında eskiz yaklaşımlı bir izlenim ediniyorum. Bahsi geçen okumayı siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Buradaki izlenimden ilerleyecek olursak çalışmalarınızda doğaçlama mı yoksa planlı bir yaklaşım mı ağır basıyor?
Planlı bir yaklaşım elbette oluyor ancak doğaçlama hareket ettiğim yaklaşımlar da söz konusu. Her sanatçı duygusal üretimleriyle ilerlese de bir noktada planlama ihtiyacı hisseder. Kimi zaman eskiz çalışırım ancak ille de yağlı boyaya dönüşecek diyerek başına oturmam. Tuval ile ilişkim sırasında açığa çıkan ögeler, o an gelişen doğaçlama bir süreçtir. 2015’te ürettiğim Beyaz Üzerine Altın, Bronz ve Gümüş isimli çalışmamda böyle bir dönem yaşadım. Bir noktadan sonra resmin ilerlemediğini fark ederek hem onu hem kendimi dinlendirmeye karar verdim. İki yıl sonra başına oturduğumda, Stanley Kubrick’in bir filminden esintiyle toprak altından yüzeye çıkan altın, gümüş ve bronz bir kütleden etkilendiğimi fark ettim. Resimdeki beyaz yüzeye dokunmadan eklediğim ve aslında ihtiyaç duyduğum şeyin o olduğunu anladım. Elbette resimlerime bakan kişinin farklı okumalar yapması mümkün, öne çıkmasını istediğim şey de odur zaten.
Bir ressamın, şairin ya da yazarın hikâyesi eserlerinin önüne geçmemelidir. Alanınızda uzmansanız önce işinizi iyi yaparsınız. Belirli bağlamlara oturtarak belirli isimler üzerinden bir şeyler yapmayı gereksiz buluyorum. Okumalarla ilerlediğimiz için ikili figürleri koyma nedenime kısaca değinmek isterim. Eserlerimi yaratırken temel aldığım figür ilişkisinde insanın tek başınalığındaki imkânsızlığı vurgularım. Dişil eril formlarda gözettiğim bu yaklaşımı sıklıkla kullandığım at figürlerime de yansıtırım. Onların insanlarla kurduğu yakınlığı çok severim, özgürlüğe çok düşkün bir doğaları vardır. Nitekim sizden de aynı özgürlük duygusunu hissedemezlerse yanlarına asla yaklaştırmazlar. Son olarak anatomik bağlamda resmetmeye uygundurlar çünkü çok güçlü bir yapıya sahiptirler. Atların dinamizmi ve hızı, gerek yağlı boya gerekse eskiz çizimlerimde kendini her yönüyle belli eder.
Serginiz bir retrospektif ancak sanıyorum kronolojik bir sıra izlemiyor. Üretimlerinizde ele aldığınız konulara göre farklı bölümlere ayrılan işlerinizde 60 yıllık üretim pratiğiniz ile 1919-23/ DESTAN başlığı altında Kurtuluş Savaşı’na odaklandığınız özel bir seçki de bulunuyor. Her iki bölümü de genel hatlarıyla sizden dinleyebilir miyiz?
Sergi girişinde Behçet Necatigil’e gönderme içeren bir resmim bulunuyor. 1975’te yaptığım, gizemli bir çiçek vardır o resimde. Yıllar geçtikten sonra minik kırmızılar kondurdum üzerine. Benim yaptıklarım bir ağıt değildir ancak karanlıklar içinde bir dönemi anlatır. Öte yandan 60 yıllık üretim pratiğimde kendim ile hesaplaştığım bir sergiye tanık oluyorsunuz. Bu hesaplaşmaların öncüsü de değerli hocam Behçet Necatigil’dir. İlhan Berk ile bir söyleşiye gelmişlerdi. Necatigil, söyleşi boyunca kendisini eleştirdi durdu. Son noktada İlhan Berk’e söyleyecek bir söz kalmadı. Retrospektifimde gözettiğim iç hesaplaşmalarım da buradaki anekdota benzer.
1919 – 23/ DESTAN isimli bölüm ise 1972 – 73 yıllarında Ankara’da açtığım sergilerimden işleri kapsıyor. Ağırlıklı olarak yağlı boya kullanılsa da sulu boya çalışmalarımın da yer aldığı, bugün pek çok koleksiyonda yer alan büyük ölçekli eserlerimden bir seçki diyebilirim. O dönemler sergim hakkında çıkan demeçlerde, 1919 – 23/ DESTAN seçkisindeki eserlerim için bir müze yapılması ve o müzenin Çanakkale’de olması gerektiğinden bahsedilir. Kataloğun ise Kültür Bakanlığınca çıkarılacağı ön görülmüştü ancak İş Sanat Kibele Sanat Galerisi, bahsi geçen seçki kataloğunu basmaya gönüllü oldu. 1970’lerde yansıttığım Destan, bugün dâhi devam ediyor. Nasıl ki atlar ve kuşların özgürlüğünden, Anadolu’nun kahve ve mavilerinden bahsettik; bugün devam eden Destan da bu ögelerin hepsinden feyz alarak ilerliyor. Shakespeare “Geçmiş, ön sözdür” der. Yunus Emre’nin “Bana rahmet yerden yağar” dizelerinden de kaynağımız olan geçmişi hatırlamak mümkündür. Gerek içine doğduğumuz tarih gerekse gezip gördüğüm pek çok Anadolu şehri ile Cumhuriyet’in kuruluşundaki dinamik yapıyı daha iyi yansıttığımı düşünüyorum.
1919 – 23/ DESTAN seçkinizin tarihe olan vefa borcumuzu ödeme ve onu aktarma sorumluluklarımızdan izler taşıdığını söylemiştiniz. Bu nokta üzerinde biraz daha durabilir miyiz?
Küçük yaşlardan itibaren tarihe meraklı ve onu sorgulayan bir çevrenin içinde büyüdüm. Bu nedenle ki tarihe karşı çok ilgiliyim ve bu ilgimi de eserlerime yansıttığımı düşünüyorum. İş Sanat Kibele Sanat Galerisi ile 1919 – 23/ DESTAN kitabı için bir araya geldiğimizde, sanat yaşamımda 60. yılıma yaklaştığımdan bahsederek 1919 – 23/ DESTAN seçkisindeki eserleri de bu bağlamda sergilemeyi teklif ettiler. Öncesinde bahsi geçen eserlerimden oluşan bir müze kurmayı planladığım için sergilenmesi teklifine de oldukça hazırlıklı ve olumlu yaklaştım. Kurtuluş Savaşı’nı ele alan altmış ya da yetmiş eserim bulunuyor. Bu konu üzerinde çalışmak aslında bir görevdir ve her ulusun sanatçılarına böyle bir görev düşer. Nâzım Hikmet’in Kuvâ-yi Milliye’si gibi, Avni Arbaş’ın atları gibi... Her sanatçının geldiği kültür ile bulunduğu toprakları bir şekilde yorumlayabilmesi gerekir. Araştırmacıysa araştırmalı, ressam ise resimler yapmalı. Eserlerimde Kurtuluş Savaşı’nı konu edinirken görev bilincinden ziyade severek, içimden gelerek resmettiğimi düşünüyorum. Nitekim eserlerimdeki savaş, acılar ve kanlı görüntülerden izler taşımaz, ben de böyle yansıtmak istemem zaten. O dönemler yaşanan yoksulluk, açlık ve korkuların yanı sıra kurtuluşa giden umutlu bir savaşın tasvirlerini aktardım diyebilirim. Kurtuluş Savaşı’nı bu şekilde yansıtan pek çok şiirden de yola çıktım. Bir noktadan sonra şiir ve resmin bir arada olması gerektiğine kanaat getirdim, tıpkı Abidin Dino ve Nâzım Hikmet’in yaptığı gibi. Ceyhun Atıf Kansu, bahsi geçen sergimi ziyaret ettikten sonra aynı çalışmayı kendisiyle beraber üstlendik ve bu çalışmamız dönemin gazetelerinde yayımladı. Dediğim gibi, bunlar birer sorumluluk duygusudur.
Nâzım Hikmet dizelerinden Gılgamış Destanı’na kadar pek çok yazınsal metni kendi şiirlerinizle harmanlıyorsunuz. 1919 – 23 / DESTAN seçkinizde hem resim hem de yazınsal anlamda kolaj tekniğiyle ilerlediğiniz pek çok çalışma görüyoruz. Bu bağlamda resimlerinizdeki atmosfer ile metinlerinizin bir araya geldiği noktalarda öne çıkan ve etkili olan ögelerden bahseder misiniz?
Resimlerimde sık sık görülen atlar, insan portreleri ve kağnılar, yazınsal üretimlerimi güçlü kılan önemli unsurlardır. Sanat tarihinden gelen ve aynı seçkide yer alan eserlerimde ay, güneş gibi semboller de kullanırım. Şiirlerimde de onların sözcük hâlleriyle karşılaşırsınız. Nâzım Hikmet ile Abidin Dino arasındaki iş birliği de aynen bu şekildedir. Nâzım Hikmet iyi ki Kuvâ-yi Milliye’yi yazmış, Abidin Dino da iyi ki resmetmiştir derim. Yaşadığımız ortama ve onları yansıtma şeklimize çok dikkat etmeliyiz. Örneğin, Anadolu resimlerimde altın varaklar kullanırım ve oradaki ışık toprağın rengine farklı bir âhenk katar. Bu farklılık, Anadolu topraklarının sahip olduğu renktir aslında. Daha eski uygarlıklarda da yazı ve diğer disiplinler her daim iç içedir. Pek çok mimari yapı ve eser birbirinden değerli renkler barındırır. Biraz zaman geçer ve o döneme ait uygarlıklarda aynı renklerden bahseden çok sayıda düz ve şiirsel metinle karşılaşırsınız. Hitit uygarlığından gelen bir destanda sözü edilen Lapis taşı, çalışmalarımda bir yerde karşınıza çıkar. Gılgamış Destanı’nda geçen “..aydınlığın gücü varsa, karanlık kaçar” sözleri bu seçkideki Kurtuluş Savaşı ile bire bir uyuşmaktadır. Yazınsal ve resimsel üretimlerim arasında kurduğum ilişki tam olarak bu şekildedir. Hepsi birbirini yaratır ve aynı zamanda birbirinden beslenir. Tıpkı sanat yaşamımda olduğu gibi.
Özellikle heykel disipliniyle ürettiğiniz işlerinizde beden uzuvları çoğu zaman erimiş ya da akışkan bir yapıda görülüyor. Ayrıca anatomik olarak insan bedeni ile uyuşmayan, Antik Yunan döneminin idealize edilen duruş ve beden algısı da üzerinde durduğum bir okuma. Heykellerinizde bedeni bu şekilde algılama ve yansıtma nedenlerinizden bahseder misiniz?
İki şeyin beni etkilediğinden söz edebiliriz. Bronz kullanırken görülen oksit yeşili, çalışmalarımı bu malzeme ile üretmemde çok etkilidir. İçerisinde maviler, siyahlar görmek dâhi mümkündür. Pek çok figürün altındaki mermer kaideyi özel olarak seçmek istedim, anıtsal görüm eserlerimde çok önemlidir. İster at ister insan olsun pek çok forma duygusal açıdan yaklaşabilmek, öncelikle onları çizebilmek gerekir.
Heykellerimi yaratırken dikkat ettiğim ikinci öge ise dengedir. Yaşam, bir dengedir ve hayatlarımızın her noktasında dengede durabilmek hem zor hem de çok nadirdir. Heykel disiplinine geldiğimizdeyse denge, ağırlığı ona göre yüklenen bir sistemdir. Ayağı gövdeye göre ayarlamak için onu nereye koyacağınızı iyi bilmek gerekir. O kadar hesaplamalar elbette ana etken değil ancak okumalarınızda gördüğünüz tüm ögeler, hayata karşı daimi bir baş kaldırıyı sembolize eder.
Son olarak, güncel açıdan üretmeyi hedeflediğiniz projeleriniz var mıdır, bir dönem üzerinde çalıştığınız video işlerinizi de görebilecek miyiz?
Her sanatçının bir amacı vardır, gönül isterdi ki 1970’lerde açılan sergilerim bir müzede toplansın. Ne yazık ki bu zamana kadar “Gel, bu projeyi yapalım” diyen kimse çıkmadı. 1919 – 23 / DESTAN, bir savaş değil kurtuluşu anlatır. Kurmak istediğim müze için bir, bir buçuk yıl üzerinde çalışıp tüm masraflarını kendim karşılamaya karar verdiğim bir dönem oldu. Belirli ölçülere sığdırmadığım eserlerimle Kurtuluş Savaşı’nı geniş ölçekte ele alıp, arkadaşım Nihat Pala ile savaşın arka planını yansıtmak istedim. O zamanlar başlanan proje şu an hayata geçirilemedi. 1919 – 23 / DESTAN’da yer alan altmış eseri, müzeyi yapacak kuruma bağışlamak istedim, ne yazık ki alıcısı çıkmadı. Devlet olarak, bağışladığım eserlerimi alıp bir müze kurulabilirdi. İşte bu, bir sanatçının dramıdır. Nitekim bu projeye sıkı sıkı bağlanıyorum, gerçekleştirmek için inatla mücadele ediyorum.
*Gürol Sözen’in “60. Yıl...Ve Onlar” isimli son sergisi, 20 Nisan’a kadar İş Sanat Kibele Sanat Galerisi’nde ziyaret edilebilecek.