07 OCAK, SALI, 2025

Açık Kitap, Açık Mekân, (K)açık Yapıt: “Keli-Mesel Mekân”

Sanatçı Şefik Özcan’ın Diyarbakır merkezli kolektif Merkezkaç’ın galerisinde ziyarete açılan, anlatının tek düze biçimini esnetmeye, bakış terbiyesini sorgulamaya davet eden son sergisi “Keli-Mesel Mekân” üzerine bir yazı.

Açık Kitap, Açık Mekân, (K)açık Yapıt: “Keli-Mesel Mekân”

Taşlar içlerinde ruhları da mı barındırıyordu acaba? Neden bu adam kulak kabartmış taşların sesini dinlemekteydi? Ve adamın elleri birden uyandı uykusundan, önündeki taşta, içinde can çekişen bir sesin titreştiği bir mezar gibi eşinmeye başladı. ‘Michelangelo!’ diye seslendi Tanrı korkuyla. ‘Kim var o taşın içinde?’ Michelangelo kulak kabarttı, elleri titriyordu. Ardından boğuk bir sesle cevap verdi:Sen. Rabbim. Başka kim olacak!
Ama sana ulaşamıyorum bir türlü.[1]

Geçen günlerde Diyarbakır merkezli kolektif mekân Merkezkaç’ın galerisinde ziyarete açılan Şefik Özcan’ın “Keli-Mesel Mekân” sergisi bizi sanat nesnesi, sanat mekânı ve anlatıcı olarak sanatçının kimliği hakkında düşünmeye davet ediyor. Galeri duvarını baştan başa kitap sayfaları gibi düzenleyen sanatçı, galeri veya beyaz küp algısıyla oynayarak alımlayıcıyı kararsız bir pozisyona sürüklüyor. “Nedir şimdi bu, bir sergi mi yoksa bir kitap mı?” gibi sorular akılları kurcalıyor ister istemez.

Sergiyi gezeyim derken duvarlardan üstünüze gelen dev sayfaları okurken buluyorsunuz kendinizi. Herhangi bir okuma sırası dayatmayan mekânkitap’ta toplam 13 hikâye, bir kaide üzerinde kırılmış cam bir fanusun dağılan parçaları ve duvarlara biri tersten, Arapça sentaksına uygun, diğeri duvara camla kazılarak yazılmış iki yazı sergileniyor.

​Duvara asılı neredeyse bütün hikâyelerin baş kahramanı: Taş. Ancak mekânda hikâyeler arasında gezindikçe sanatçının amacının sadece hikâyeleri okutmak değil alımlayıcıda sanat, mekân, anlatı ve sanat mekânı gibi kavramlar etrafında soru işaretleri bıraktıran bir tavır içinde olduğunu seziyorsunuz. Bunların neler olabileceğine bakalım.

1.

Öncelikle hikâyelerin içeriğinden başlamakta fayda var. Dediğimiz gibi taş hikâyeleri bunlar. Üstteki uzun epigraf bu yüzden, Rilke’den alıntı. Anlaşılacağı gibi hikâyedeki kahraman Rönesans’ın başat figürlerinden Michelangelo’dur. Alegori, taşın içindeki aşkın varlığı açığa çıkarmaya çalışan bir heykeltıraşın sancısını ve bakışını aktarıyor. Şefik Özcan burada belki de biyografik bir yol haritası koyuyor okurun önüne ve şu soruları sormaya itiyor: “İnsanın içinde dönüp durduğu, kendini inşa eden edebi sahnesi nedir veya bir yaşamı çevreleyen onu biçimlendiren anlatı kümesi nelerden oluşur? Sıradan bir nesnenin bir edebi imge hâlini almasına sebep olan bilinç ve bilinçdışı etmenler nelerdir? Neden bu değil o? Ya da neden ekmek değil de taş mesela?” Her soru başlı başına uzun analiz konusu, yazının mekânı bunlara yetmez. Derken söz konusu taşın neden bir yazar olarak Özcan’ı sarıp sarmaladığını anlamaya çalışalım. 

Özcan, Karacadağ’dan kaynaklı, kara taş diyarı olarak da bilinen Diyarbakır coğrafyasında büyümüştür. Taşla ilgili çok sayıda mesel duymuş, dinlemiş; birçok oyun öğrenmiş, oynamış ve birçok olaya tanık olmuştur, oradaki herhangi bir çocuk gibi. Taşa dair büyük gözlemleri ve hafızası olduğunu varsayabiliriz. Yani taşın, çocuğun en büyük oyuncağı olduğu zamanları dolu dolu yaşamıştır. Ceplerini taşla dolduran arkadaşlarıyla mahalle savaşlarına katılmış, uzağa taş fırlatma yarışları düzenlemiş, taşla kuş kovalamış, taşı taşa kırdırtma düellolarından kimi zaman yengiyle kimi zaman hüzünle ayrılmıştır. Taşın yaşamdaki büyük varlığı ve ağırlığını tecrübe etmiştir. Edebi sahnenin oluşmasında taşlar adeta kilometre taşı olmuştur Özcan’da ve taşın yazılı bir imge olarak sıçramaya doğru geldiği anlatıları ustalıkla, ince ince pişirmiştir sanatçı. Tıpkı Michelangelo’nun taşta tanrıyı araması gibi o da taşın içinden geçen kudreti anlatıya yüklemiştir. İster büyülü gerçekçilik diyelim tarzına ister absürt anlatı fark etmez, sanatçı politik atmosferle yatılıp kalkılan bir coğrafyada ironinin sağlam duvarlarına yaslıyor sırtını. Engebeli arazide düz yürünmez. Yazar anlatıda taşı sektire sektire, diyar diyar, köy köy, sokak sokak gezdirir ve bir kentin orta yerine bırakır. Sonunda taş geleneksel anlatıdan kopup politik bir anlatının imgesine dönüşür, tıpkı çocukların politik bir özneye dönüşü gibi. Yani Özcan’ın çocukluğunda boşluğa keyiflenmek için sallanan taşların dönemi geçmiştir. 

Ölülerin mezarlarında rahat uyuyamayıp kalkıp kent bürokrasisine isyan edip koca koca taşlarla caddeleri kapatmaları, çocukların mahalle kavgalarından politik öznelere dönüşmeleri, hafızanın durmadan taşın izini sürüp “Burayı Toledo yapacağız” diyen söylemlerin geriye trajik enkazlar bırakmasına kadar uzanır Özcan’ın anlatısı. 

Bir sanat eseri niyetine kaideye yerleştirilen cam fanusa gelirsek eğer; o da bir taşla paramparça edilmiştir. Görüntü akla Mathieu Kassovitz’in La Haine (Protesto) filmini getiriyor. İzleyenler hatırlar, banliyöden gelen sömürge sonrası eli taşlı göçmen nefreti, sanat galerisindeki sahnede kristalize olur.

​Baştaki epigrafa dönersek, taşla kurulan bu ilişki sonsuz bir güç ve kudretin cisimleştiği taşın Michelangelo’nun gözündeki yüce yere dairdir ve sadece yontulması gereken doğal bir varlık değil, aynı zamanda bir tefekkür ve arzu nesnesidir de taş. Özcan anlatısındaki taş varlıklar da esasında düşünce nesnelerdir. Taş sürekli baş ile anılır. Sanki taşın başla bir derdi vardır. Başa düşen taşlardır ya da havada toplaşan taşlardır, yüksek bir yere ait taşlardır. Michelangelo hikâyesindeki gibi somut gerçekliğin ardındaki hakikati barındıran ve bu hakikati ortaya çıkarması beklenen heykeltıraşını/yaratıcısını bekleyen potansiyel bir yaşam küresidir taş. Yapılması gereken şey, kürenin içinde sıkışmış bulunun varlıkları fazlalıklarından kurtarıp özgürleştirmektir, onlara bir hayat bahşetmektir. Özcan’ın hikâyeleri bizleri bütün bu noktalarda gezdirir. Hatta Rilke’nin hikâyesindeki asıl ironi gibi: Sanatçı aynı zamanda tanrıyı da açığa çıkaran, onu taşın ağırlığından kurtarıp gökyüzüne iade edendir.

2.

Şimdi serginin sanatsal boyutunun bize ne gösterdiğine kısaca bakalım.

Şefik Özcan, “Keli-Mesel Mekân”la karşımıza sözcüğün ham anlamıyla bir açık yapıt koymuş. Umberto Eco, klasikleşen “Açık Yapıt” adlı makalesinde, değişen zaman, algı ve durumlar karşısından bir yapıtın sabit anlamını koruyamayacağı, etkilere açık yapıtın sürekli yeni anlamlara açılan dinamik bir sürece sahip olacağını ifade etmişti. Özcan’ın eseri zamansal olarak değil de mekânsal olarak böyle bir etkiye açık olabilir. Öncelikle bir mekâna giriyoruz ve bu mekân bir kitap, her sayfa bir duvar mahiyetinde. Sanatçının bilinçli müdahalelerle farklı puntolar, standart dışı boşluklar veya atlamalar yapıp bakışın tekdüzeliğini esnetmeyi ve gözün yorulmasını engellemek üzere görme duyusunun diri kalmasını sağlama isteği anlaşılıyor.

Mekân hâline gelen kitap iki fiili gösteriyor: Gösterme ve anlatma. Alımlayıcı içinse durum okuma ve bakma eylemlerinin eş zamanlılığıdır. Klasik manada okuma bir bakma eylemidir ama bir gösterme eylemi değildir. Metinde gösterilen esastır. Gösteren bir aracıdır sadece. Oysa “Keli-Mesel Mekan”da gösteren ile gösterilenin çakışıyor resmen. Kitabın içindeyiz ama okumak veya anlatılanı bilmek zorunda hissetmiyoruz bir yerde. Bakmamız yetebilir. Sergiyi görmeye gidilir, okumaya değil! Duvarlarda gösterenler var ve onlarla yetinebiliriz pekala. Kavramsal sanatın fikri, düşünceyi, kavramı önceleyen, göstereni arka plana atan yaklaşımından hiç bahsedilemez burada. Durum şuna benziyor ve karmaşıklaşıyor bir yerde: Duvara ne okunmak için ne de gösterilmek için konulan yazılar bunlar ama tam tersi de mümkün: Hem okunan hem bakılan. Ne imge ne nesne ama her ikisi de.

Kilise geleneğinde de kutsal anlatıları görselleştirip duvarlara asmak var ama oradaki amaç   bir anlatıyı güçlü şekilde ve en kısa yoldan karşıdakine aktarabilmektir. Orada gösterilen esastır ama gösteren de çarpıcılığı ile gösterilene destek olmalıdır ve bir mabedin içinde olduğumuzun tam olarak bilincindeyiz ve genellikle peşinen teslim olmuşuzdur. Oysa Özcan’da ne mekân var ne anlatı ama hem mekân var hem de anlatı. Yani anlatıya dönüşmüş mekân, mekâna dönmüş anlatı söz konusudur.

​Bütün bunlar ne demek oluyor peki? Sanatçı neyi gösteriyor ve neyi anlatıyor? Sanatçı ironik şekilde bir tarafta anlatıcı (sözle) olarak ortaya çıkarken gösterici (gözle) olarak kimliğini askıya alıyor ancak aynı anda  tam tersini yaparak, yani gösterici olarak öne çıkarken anlatıcıyı askıya alıyor; varlıkla yokluğun aynı anda işlemesi bu. Bir açmaz hâli de denebilir. Özetle Şefik Özcan bu sergi ile tersten bakmanın, tersten okumanın imkânlarına bakmaya çalışıyor. Anlatının tek düze biçimini esnetmeye, bakış terbiyesini sorgulamaya; türlü gösterme ve okuma rejimlerini tırnak içine almaya dikkat çekiyor. Belki de başımıza bir taş atmaya niyetidir sanatçının arzusu: Bir açık yapıttan çok bir kaçık yapıt üretmek içindir.

[1] .Rilke, Rainer Maria, ‘’Tanrıdan Öyküler’’ s.66, 67, Cem Yay. İst. 2001. Türkçesi Kamuran Şipal

“Keli-Mesel Mekân” başlıklı sergi 11 Ocak’a kadar Merkezkaç Kolektif Mekân’da görülebilir.

Merkezkaç Kolektif Mekân: Diclekent, Diclekent Villaları, 251. Sk. No: 25, 21100 Kayapınar/Diyarbakır

0
1033
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage