Melek Zeynep Bulut ile yolculuğuna Haziran 2023’te London Design Biennale’de başlayan multidisipliner, deneysel bir mekân kurgusu olarak tasarladığı eseri “Açık Yapıt”ın hikâyesini, kamusal sanat üzerine düşüncelerini ve gelecek projelerini konuştuk.
Sanatçı Melek Zeynep Bulut’u kamusal alanda sergilediği büyük ölçekli işleriyle, sanat projeleriyle tanıyoruz ancak Haziran 2023’te çıktığı “Açık Yapıt” yolculuğu bambaşka bir yere götürdü onu. Bir hayal olarak başlayan “Açık Yapıt” ilk önce Londra Tasarım Bienali (London Design Biennale)n’de tarihi Somerset House’un avlusunda sergilendi. Bireysel bir başvuruyla kabul aldığı bienalde bir de 47 ülke ve 22 üniversite arasından seçilerek Public Award’ı kazandı. Ardından London Design Festival 20. Yıl Özel Seçkisi’ne davet edilerek Thames Nehri üzerinde, Londra siluetinde bu kez “asılı bir anıt” olarak sergilendi. Buradan ise Cumhuriyet’in 100. yıl kutlamaları kapsamında 29 Ekim’de, AKM binasının önünde sanatseverlerle buluştu.
“Açık Yapıt” mimarinin mühendislikle, tasarımın sesle birleştiği, duyulara hitap eden, şehrin ortasına yerleşen köksüz, geçirgen ve geçici bir anıt. Anıtların sabit ve egemen doğalarına karşı bir manifesto. Melek Zeynep Bulut ile “Açık Yapıt”ı uzun yolculuğunu, kamusal alanda üretmenin önemini, ilhamı nerelerde bulduğunu ve projelerini konuştuk.
“Açık Yapıt” vesilesiyle buluştuk, ilk olarak onun yolculuğunu konuşalım. Haziran ayından bu yana önce Londra Sommerset House’da Londra Tasarım Bienali, sonra yine Londra Tasarım Festivali 20. Yıl Özel Seçkisi’ne davet edilerek Thames Nehri üzerinde ve şimdi de İstanbul’un merkezinde AKM’nin önünde sergileniyor. “Açık Yapıt”ın yolculuğunu nasıl anlatırsın? Senin için bu yapıtın yolculuğu işe başladığında kurduğun hayallerinin ötesinde mi?
Ötesinde, ötesinde olmasının sebebi de bağ kurduğun, kurdurduğun ve inandığın bir işi yapmak ve ondan şaşmamak. Bienale başvurmadan önce kafamda böyle bir eser tasarlamıştım, daha doğrusu teatral bir anıt fikri vardı. Bu anıt seslenen, sallanan, bazı kavramları yerinden oynatan bir şey olsa diye düşünüyordum. Bu eser için başka vakıflara, açık çağrılara da başvurmuştum, lakin onlardan kabul alamadım. Aslında hayata geçirilmesi zor bir strüktür bu, inisiyatif alınması gerekiyor. Londra Tasarım Bienali, geçen senenin sonuna doğru bir açık çağrı yaptı, ben de bu çağrıya başvurdum ve bu projemi gönderdim. Onlar bizi hemen jüriye davet ettiler. Jüride Es Devlin gibi çok iyi isimler vardı. Ben başvuruda video eskizi göndermiştim ve şu an eserin yanında yer alan* metni göndermiştim. Onlar da bu fikri çok sevdi, aslında biz orada tam notu aldık, bunu hissettim. Ama yine de yok canım, almazlar diye de düşünüyor insan ister istemez. Sonra jüriden aynı gün bir e-posta geldi, “Seçildiğinizi duyurmaktan büyük bir mutluluk duyuyoruz”, diye. Sonra da bienalin direktörü Victoria Broackes’tan davet mektubu geldi. Kabul edildi, edildi de biz işle baş başa kaldık: “Biz bunu nasıl hayata geçireceğiz?”. Bienale hazır bir işimi de gönderebilirdim ama hazır olmayan bir iş gönderdim ve kabul aldım. Sonra ben dürüstçe bienale bu durumdan bahsettim, “Benim bu işi hayata geçirmem lazım” dedim. Onlar da “Biz zaten ülkelerle çalışıyoruz, siz de bir Türk sanatçısınız ve burası Türkiye Pavilion’u olacak.” dediler ve kendileri kültür ateşesiyle görüşelim teklifini getirdiler. Aslında bu bienal tarihinde ilk kez olan bir şey çünkü mesela bir bienale gidiliyorsa Kültür Bakanlığı, Dış İşleri Bakanlığı zaten resmi destekçisi oluyor bu izinler zaten alınmış ve dil birliğiyle gidilmiş oluyor. Bizim katılımımız bireysel bir başvurunun davet almasıyla geliştiği için olaylar tersten gelişti, bienal yönetimi bizim izinlerimiz için kültür ateşeliğiyle görüştü, yazılar yazdı. Dolayısıyla bienale katılmamız, özgür bir sanatçı girişimidir.
“Açık Yapıt” en başından beri jürinin de küratörün de gözdesi, üzerine titredikleri bir iş oldu zira avluda ve bienalin karşılamasında idi. Daha ziyade işin alt metnine çok güveniyorlardı, manifesto niteliğinde olduğu vurgusu en başından beri bana bir geri bildirim olarak iletildi. Sergide kendilerini kanıtlamış insanların işleri vardı; Foster grubu, Royal Academy ile sergi yaptık mesela, “ne koysalar iyi”ye güveniyorlardı. Bu sebeple de “Açık Yapıt” özel bir iş oldu diğer işler arasında ve ayrıştı. Yeni bir işti, ben bilindik biri değildim, genç, kadın bir sanatçıydım, oralı değildim ve sallanan bir anıt yapmıştım. Bu güçlü bir şey. Günün sonunda gece gündüz çalışarak kurduk eseri ve bienalin ilk günü yoğun bir ilgi ile karşılaştık.
Lafını bölmemek için araya girmedim ancak bakanlık desteğinin tersten bir süreçle alındığını bilmiyordum.
Bakanlık desteği değil izinleri var. İzinler olmadan orada o sergiyi yapamazsınız, gidenler bilir. Pasaport gibi o izin. Ve evet bizim sergimiz için gerekli bakanlık izinleri, bienal yönetiminin kültür ateşesinin “biz bu işi sergilemek istiyoruz” diye ziyaret etmek istemesi, işe desteklerini belirtmesi ve destek mektubu yazmaları ile alındı.
Hacimli bir eser “Açık Yapıt”. Şehre oturan ancak geçirgen ve etkileşime açık, köksüz, duyulara hitap eden, davetkar bir eser. Bu işin kavramsal kurgusundan biraz bahseder misin? Nedir “Açık Yapıt”ın ifade ve kapsama alanı?
Açıklaması zor bir şey bu esasında çünkü sezgi ile tasarlanmış bir iş. Ancak tabii kelimelere dökmek zorundayım. Bu iş böyle hissettiğim için böyle diyemiyorsun. Köksüz ancak bir yandan da bu duyguya güven duyduğum için temelini yanında taşıyan bir yapıt “Açık Yapıt”. Onu bir galeriye, binaya sıkıştırmadığım, tuvale ait hissetmediğim için bir aralığa da koyamadım. Anıt dediğimiz temsil olarak bir bildiridir, medeniyet getirdik derler koyarlar, bir çaktırmadan dayatma gibidir. Ben bu temsiliyeti nazikçe bir sorgulamak istedim, bu fikir iyi geldi. Enteresan bir dünyaya gidiyoruz, güzel sorular sorabiliriz o dünyaya ve bunu polarize olmadan daha varoluşsal zeminde yapabiliriz, oraya buraya kaymadan, bir köşe olmadan yapabiliriz. Kadim, değerli anlatılar bunu yapmış. Yunus Emre’yi hepimiz okuyorsak zaten varoluşsal zemini, evrenselliği temel aldığı için. Ben de buradan seslenmek isterim, en azından kendime, bu evrensel dili öğütlüyorum hep. Doğması gereken bir çocuktu benim için. Bu kadar temiz bir akış olduğu için bu kadar kısa zamanda üç sergi yapıp bu kadar insana temas edebildik. Sallanan kapılar, tarihten figürler. İngiltere’den gelenler kendi kapılarına benzettiler, buradakiler sur kapılarına benzetiyor. Onlar katı ve sınır çizmelerine alışkınlar bu kapıların ve temsil ettiklerinin ama burada kapılar sallanıyor ve hikâye burada başlıyor.
Bu eseri sabitlemiyoruz. Bana mühendisler bu ayakta durmaz, temelini bir yere, betona gömmen lazım, çelik kapılar rüzgâr yüküne denk gelir devrilir, dediler. Sonra biz bunu hocalarla oturup çalıştık ve temelini yanında götürmeyi seçti iş, artık sabitlenemez de çünkü kendi temeli var. Bu eser hiçbir yerin olmayan, yerine yerleşmeyen, kendine bir yer olan bir anıt güzellemesi.
Geçiciliğe de vurgu yapıyorsun. Eser ilk başta siyahtı artık daha paslı, belki git gide çürüyecek.
Evet çürüyebilir, bunu isterim de hatta. Seçtiğim malzeme de sesi ve ısıyı ileten, iletken, yaşayan bir madde. Özellikle biz onu temizliyoruz, oksijenle temas edip paslansın, dokular oluşsun, yaşasın, gelsin ve geçsin diye. Doğamız gibi. Ve söylediğim gibi; bildiri yayınlamıyoruz. İnsana üretiyoruz, onunla anlayıp, hissedip, gelip geçiyoruz.
Hem Londra’da hem İstanbul’da ziyaretçilerle buluştu. İki farklı şehirdeki insanlarla nasıl bir ilişki kurdu? Bir fark var mı anlamlandırma, deneyim açısından?
Sommerset House’daki ziyaretçimiz daha entelektüel bir kitleydi. Girişler kontrollüydü. İkinci sergimiz ise halka açık bir alandaydı. Her kesimden insanı ağırladık. Her sabah eserimizin önünde koşan biri vardı, sonunda beni yakaladı ve sorular sordu. Bunu şöyle mi yaptın, böyle mi yaptın, bayağı da teknik sorular. O kişi Unilever’in CEO’suymuş, sürpriz oldu. Aynı sergide müzik yasağının protesto edildiği bir güne geldik ve böyle bir ev sahipliği de yaptık. İlginç tecrübeler ve kıyaslar var elbette. Ancak söylediğim gibi evrensel tabanlı bir iş yapmaya gayret ettiğimiz için çok farklı tepkiler almıyoruz.
En garipsediğim tepki ise, Türkiye’ye getirdiğimizde ilk gün biri yaladı işi. Çok duyulu dedik diye mi acaba test etmek istedi anlamadık. İşin latifesi bir yana eserin yanına ne olduğunu anlamak için geliyor insanlar ve bir şekilde ilişki kurma çabası var. Nerede sergilenirse sergilensin. Farkındalığa odaklananlar seslerle ilgileniyorlar. Biz de bu durumu değerlendirmeye karar verdik, serginin bir sergisine çalışıyoruz şu anda. Buradaki, Londra’daki insanların tepkilerini izlediğimiz, sallanan bir anıtla şehirde ne yapılır ki, dediğimiz bir iş yapıyoruz. Senin sorduğun soruyu ben de kendime soruyorum. İnsanlar bir heykeli görmeye alışkınlar, bir ses yerleştirmesine alışkınlar, sallanan bir anıta alışkınlar mı?
AKM sergisi bu anlamda çok enteresan bir sergi. Aradan Cumhuriyet anıtıyla kesişiyor. Politik bir yer burası ama biz politik bir iş yapmıyoruz, özellikle bunun vurgusunu yapıyoruz. Bu da kendi sosyolojik zeminini oluşturuyor. Aradan Taksim Cami ile kesişiyor, aradan bir otobüs geçiyor, biri esere çarpıyor gibi kesişimleri var. Bu sıkışıklığı tema olarak almıştık. Bu anlamda biz de burada gözlemciyiz.
İzleyicilerin deneyimleri farklı farklı. Günün sonunda senin “Açık Yapıt”tan öğrendiklerin ne oldu, kişisel deneyimini nasıl ifade edersin?
“Açık Yapıt” beni dönüştüren bir iş. Bunu seçmedim ama böyle oldu. Cesurca hayata geçirdiğin bir fikir, içinde bir kırılma yaratıyor. Bu anlamda manevi bir hatırası var. “Açık Yapıt”ı yaparken kendi sınırlarımı sürekli aştığımı hissettim. Fikrime sahip çıktım ve yalnızca onu yapmakla ilgilendim. Ve hep söylerim; iyinin önünde hiçbir şey duramaz.
Bu işi en başından beri insanlar sevdiler ve desteklediler; güçlü bir jüriden geçtik, güçlü sergiler yaptık.Bu işin kendisiyle alakalı bir şeydir. Özel ve dönüştürücü bir iş.
Kamusal alanda yaptığın ilk işin değil, mesela daha önce de İstanbul İl Göç İdaresi girişinde de bir yerleştirmen olmuştu.
Evet malum kayıp iş. Bu kadar temasıyla, kürasyonu uyumlu bir iş var mıdır bilemiyorum, iş göç etti. “Irregular”, göç idaresine çarpan ve içeriye doğru giren zillerden oluşan bir strüktürdü. Bir çatı oluşturuyor ama insan hareketlerine ve algıya göre orada bir çatı olup olmayacağına karar veriyor. O iş belki bu kadar Türkiye’de konuşulmadı ama uluslararası basında ilk günden yer etmişti. Bence benim en iyi işlerimden biridir. Aslında geçici bir sergiydi ama yoğun talep olunca dediler ki biz bunu burada tutabiliriz, ben de kabul ettim. İki sene falan geçti ama hiç bakımı yapılmadı. Ben de bir e-posta gönderdim, sonuçta bu çelik bir çatı, insanlar gelip geçiyor içinden bir bakım yapılması gerekiyor. Sonra bakım için indirdiler ve iş kayboldu. Ne zaman sorsam depoda diyorlar ama ben işin nerede olduğunu bilmiyorum.
Enteresan bir hikâyesi olmuş :). Kamusal alanda çalışmak senin için ne ifade ediyor? Tasarım ve sanatı kamusal alanla nasıl ilişkilendiriyorsun?
Ben kamusal alanda çalışınca daha özgür, daha çerçevesiz hissediyorum. Her sanatsal üretim, ortam çok değerli elbette ancak kent ölçeği daha ben.Resim ve heykel yapıyorum ama onlar benim için daha çok bir düşünme biçiminin sonucu. Kendimi mutlu ve ait hissettiğim yer sokak. Bunu sokak sanatı olmadan yapmayı, kentin bir parçası ama değil gibi yapmayı hep daha çok sevdim. Yerleştirmeler, topoğrafyayı yerden koparmalar gibi. Yerli yerinde olamama hâli, bütün dünyayı kendine tuval olarak belirleme hâli… Mesela “René Pavillion” da benim topoğrafya çizgilerini koparıp kendine orada açık yuva, anne karnı ki izlenebilir bir anne karnı yaratma, bir ‘yer’leşme çabası idi ve kentin ortasında duruyordu. Bu aralıklılık hâli benim çok hoşuma gidiyor. Bunların yanı sıra kamusal alanın avantajları kadar dezavantajları var. Bir kere iş görünür. Herkes bununla ilgili konuşabilir, buna bir şey yapabilir, herkes bu işin parçasıdır artık, bunu kabul edeceksin. İşi oraya koyduktan sonra artık sanatçıya ait değildir. Diğer yandan bunu sen koydun oraya ve bu iş senin. Dolayısıyla fikrine sahip çıkman gerekir. Ne yaptığını çok iyi biliyor olmalısın. Eser kentle hemen ilişkiye giriyor, çok heyecan verici evet ancak bir süreç yönetimini de gerektiriyor. Bunda kente her anlamda temas etmek demek. Ve itiraf etmeliyim; işin heyecan verici ve deneysel yanı benim için burada başlıyor.
Dünyada pek çok şehrin imza yapıtı var. Sanatçıların büyük yapıtları meydanlara, caddelere eşlik ediyor. Senin için özel bir tasarımcı/mimar/sanatçı veya hafızanda yer eden bir eser var mı?
Ben aslında bilim insanlarını çok seviyorum. Makineler yapan insanları, bilim gibi sanat yapan insanları çok seviyorum. Mesela mimar kökenli tasarımcı Thomas Heatherwick. Makine gibi kalkıp inen köprüler yapıyor. Beraberinde Olafur Eliasson’ı çok seviyorum. Richard Serra’yı güçlü buluyorum. Küçük buluşlar yapan, oyuncak yapan tasarımcıları takip ediyorum. Çocuk kitapları yazanları takip ediyorum, bu insanlar bana ilham veriyor. Sanat üreten kişinin ne kadar bağımsızım dese de bir görüşü var. Onun duygusu işin içine giriyor ama bilim daha bağımsız. Fizik kurallarının işin içine girmesi bana daha çok ilham veriyor. Bu kamusal üretimde önemli bir detay.
Mesela yer çekimiyle ilgili bir iş yapmak isterim. Beni heyecanlandıran bir şey o aralığa kaymak. Yazarlardan, yazı yazmanın kendisinden çok etkileniyorum, yazı en yüce sanat bence. Sanatçıları takip ediyorum, sergilerine gidiyorum ama orada hep bir perspektif oluyor. Bana ilham olan en güçlü disiplin yine bilim ve edebiyattır.
Farklı zamanlarda farklı şehirlerde yaşadığını biliyorum ama İstanbul’da turist olmayı sevdiğini de düşünüyorum. Şehirlerle nasıl ilişkiler kurarsın? Aklında şu şehre bir eser yapmak isterim dediğin neresi var?
Hayatı bir turist gibi yaşıyorum, uyumlanamadım hiç dünyaya. Eser yapmak istediğim bir yer var; Arap Camii’n ara sokağı. Ben Beyoğluluyum, bizim çocukluktan benimsediğimiz bir şey; “her yerlisin ve hiçbir yerlisin”. Bu bir zeminsizlik ama şöyle bir iyiliği de var; gittiğin yere anında uyumlanabiliyorsun. Bunu seviyorum ama bir yandan da güven ihtiyacı olan biriyim. Bunun çekişmesini ara ara yaşarım. Paris’te yaşadım bir dönem. Almanya’da okudum, çalıştım ama kendini en çok nereye ait hissediyorsun dersen Beyoğlu derim. Şimdi de Londra sekmesi açıldı, orada bienalden sonra teklifler ve aidiyet duyduğum projeler var ve Londra’da bir üretim de yapmak istiyorum.
Şu an “Açık Yapıt” AKM önünde ziyaretçiyle buluşuyor yolculuğu devam edecek mi?
İlk sergiyi yaparken ikinci bir sergi olacak mı bilmiyorduk, Londra’da depo falan bakıyordum sonuçta taşınması, saklanması gerekiyor bu eserin ama ilk sergi bitmeden ikincisi için teklifler aldık. Cumhuriyet’in 100. yılında bu daveti almak ve burada olmak çok hoştu. Başka bir yerden daha davet gelmişti ama biz burada olmayı seçtik.
Miami’den bir teklif geldi ama takvimimize uymadığı için yapamayacağız gibi duruyor. Katar’dan bir teklif var. Türkiye’den de teklif var ama şu an burada iyi bir sergi var bunun altında bir sergi olmamalı, iyi değerlendirmek, eseri de yormamak lazım. Bundan sonra kitabıyla, kendinden doğan sergisiyle beslemek, desteklemek daha doğru olabilir. Bir yandan burada kalmasını isteyenler oldu ama ben istemem. Burada kalıcı bir işi kimse yapmamalı, eser kendi yolculuğuna hep kendi karar verdi. Bundan sonra da hepimiz için sürpriz olsun.
“Açık Yapıt” harici hazırlıklarına başladığın yeni bir çalışma var mı? Tekrar ne zaman karşılaşacağız?
Önümüzdeki dönemde birkaç sergi projesi var. “Açık Yapıt”ın süreci devam edecek. Bir kitap projesi var, “Açık Yapıt”tan kendini başlatan felsefe ve sanat odaklı. İngiltere’de bir yayınevinden davet aldık bunun için. Önümüzdeki sene onu yayımlarız. Yapıt kendi yapıtlarını doğurdu. Şu sıralar “Açık Yapıt” ile yatıp kalkıyorum, şu anda kalmam gerekiyor diye düşünüyorum. Elbet buluşacağız.
*Eserin tanıtım metni:
AÇIK YAPIT
Melek Zeynep Bulut
Okside Edilmiş Çelik Strüktür Üzerine Karışık Teknik 7 x 11 m
‘ Dünya dediğimiz tüm bu katılığa.
Tanımlara; köşeleri ve çarpılacak duvarları olan.
İnsanı yalnız bir cisimden, cisme sıkıştıran tüm öğretilere.
‘Bir’i ‘öteki’ yapan tüm sınırlar.
Tüm form ve anıtlara; varlığı yalnız cisme indiren, bu sıkışıklığı kutsayan ve bunu anıtlaştıran. Nazik bir soru işareti tüm bu tiyatroya ve ince bir davet hafifliğe, rüzgara, merkeze; Açık Yapıt. ’
Açık Yapıt; performatif bir mekân yerleştirmesi, teatral bir sergilemedir. “Bilinç ve eşikleri” metaforlarının etrafında şekillenir; insanlık tarihi boyunca güç, aidiyet, sınır belirleme, toplumsal hiyerarşi temsili olan kavramları varoluşsal bir zeminde tartışmayı temel alır.
Tıpkı bir enstrüman gibi çalışan hareketli ve sesli yüzeylerin oluşturduğu soyut kapılar ve plân, ziyaretçinin teması ile bir 'değiş tokuş' deneyimine dönüşür. Yerleştirme bilinçli olarak anıtsal bir diziliş ve büyüklükle öne çıkarken ziyaretçilerin mekâna temas etmesi ile bu dokunulmazlık yerini sessellik ve esnekliğe bırakır. Bu oyun aynı zamanda tam da önümüzde duran ve kurulma ta olan yeni dünyaya da nazik bir soru işaretidir.
Deneyim, Kürasyon
Sıkışık şehrin merkezinde bu sıkışıklığa ayna tutarcasına daha da sıkıştırılmış bir anıt.
Bizi görece ve mütemadiyen akan bir kalabalık karşılar.
İçeride ve dışarıda olma hâlini tam algılayamıyoruz.
Yüzeyler yekpare ve katı denebilecekken yaklaştıkça çözülüyor ve birer ilüzyon gibi davranıyor. Zaman, mekân ve kentle, “öteki” ile ilişki fikrini pek yerleştiremiyoruz tavrımıza.
Tam da bu oryantasyon çabası bizi yerleştirmenin bir parçası yapıyor.
Eşiklere temas ediyoruz. Eşikler bize yanıt veriyor.
Tüm bunlar öngörülemez ve kaydedilemez bir birliktelik, üretildiği ânda tüketilen bir sergileme deneyimini doğuruyor. Ve kent, beraberinde ona asılı kalmış bu teatral anıtla ilişkimiz, bir gözlem, deneye dönüşüyor. Gözlemleyen ve deneyimleyen olarak iki ziyaretçi- miz var. Ve her birinin zihninde üretildiği ânda tüketilen bir sergi.
Bir süre burada kalıyoruz. Ve sonra biz de ayrılıyoruz.
Kapılar bilinçli olarak birbiri ile bağlanıp bir bütünlük ya da tam bir geçiş gibi ayrılarak ideal koridorlar oluşturmaz. Aksine ziyaretçiyisıkıştıranbirölçüaralığındadır,tümbusıkışıklığıbedenseldeneyimle performeeder.Yeryerbu“aralık”larasıkışırız. Ve tüm strüktürü, teknik donatıları da saklamadan gösteririz. Bu sergilemenin bir parçasıdır ve ziyaretçiye şuuraltında kurmaca ve gerçeklik arasında git-gel yaptırır. Bilinç ve madde uzlaşısı etkileşimini sağlamak mühimdir, bu bağlamda yerleştirmenin tüm teknik bağlantıları apaçıktır.