09 ARALIK, PERŞEMBE, 2021

“Anımsadığım Dünya ile Yaşadığım Dünya Arasındaki Kopukluk Beni Şimdiye Bağlıyor”

Mehmet Dere ile başlığını Johann Wolfgang von Goethe'nin 1809'da yayımlanan üçüncü romanından alan ve bu kitabı bir metafor olarak işlediği “Gönül Yakınlıkları” adlı kişisel sergisi üzerine sohbet ettik.

“Anımsadığım Dünya ile Yaşadığım Dünya Arasındaki Kopukluk Beni Şimdiye Bağlıyor”

“Gönül Yakınlıkları” isimli serginiz adını Johann Wolfgang von Goethe'nin 1809'da yayımlanan üçüncü romanından alıyor. Bunu açarak başlayalım mı? Nedir “Gönül Yakınlıkları”nı sizin için özel yapan ve serginize bu ismi vermenizin nedeni?

Bir eserin zihnimde kesin formunu bulması, kavramsallaştırma süreciyle paralel olarak işliyor. Bunu nasıl yaptığımı hâlâ tam olarak bilmiyorum ama gerçekleştiğinde birden anlıyorum. Ben buna “Gönül Yakınlıkları” diyorum. Bu serginin ilhamını, Johann Wolfgang von Goethe'nin 1809'da yayımlanan üçüncü romanı olan ve İngilizcesi Elective Affinities, Almancası Die Wahlverwandtschaften olarak geçen Türkçeye Sadi Irmak tarafından Gönül Yakınlıkları olarak tercüme edilmiş olan kitaptan almakta. Serginin başlığı olan “Gönül Yakınlıkları” bir değerlendirme, okuyucuya ve izleyiciye bir yol gösterici olarak konumlanıyor. Serginin başlığı, bir zamanlar kimyasal türlerin eğilimini tanımlamak için kullanılan bilimsel bir terime de gönderme yapmakta. Gönül Yakınlıkları bir roman olmasının dışında, benim sanatsal yaklaşımıma da ilham veren bir metafor olarak işlemekte. Gönül yakınlıkları metaforu, birleştirmeye çalıştığım uzlaşmaz zıtlıklara gönderme yapmakla beraber, üretim pratiğimdeki sorunsalların iç içeliğine, kopmaz bölünmezliğine işaret ediyor. Bu anlamda eserlerimde kurduğum kavramsal ikilikler diyalektik anlamda bir zıtlık değil bir çeşit "gönül yakınlığı’’ ile bir arada bulunuyor. Dilthey’ci anlamıyla malum “her anlama edimi bir yeniden üretimdir”. Bu açıdan bakıldığında açımlama ve yorumlama insanın tüm psişik ve zihinsel donanımıyla gerçekleştirdiği bir yeniden anlamadır. Gönül yakınlıkları kavramına baktığımızda Goethe’ye atfedilen bir roman olmasının dışında birçok sanatsal disipline ilham veren bir metafor olarak işlemekte olduğunu görüyoruz. Ben de bu metaforun Sadi Irmak tarafından Türkçeleştirilen “Gönül Yakınlıkları” tabirini kendimi eserlerimi çözümlemek için bir tür anahtar olarak kullandığımı söyleyebilirim. Bu sergi içerisinde yer alan çalışmalar ve monografik kitap kendi gerçekliğimi nasıl sorunsallaştırdığıma ayna tutmakta ve kendi form arayışlarımı, psikanalitik, sosyolojik anlamda görünür kılmayı amaçlayan bir eleştirel yaklaşımla beraber sunmayı amaçlamakta.

Gönül Yakınlıkları romanını sanatsal yaklaşımınıza ilham veren bir metafor olarak ele aldığınızı söylediniz. Bir sanatçı olarak ilham kaynaklarınızı bizimle paylaşır mısınız? Bu kitap dışında nelerden ilham alırsınız?

Sanatçıya ilhamını veren şeyin ne olduğu sorusu sıklıkla dile getirilir. Bazen bu güç sanatçının içinde bazen de dışındaki bazı nedenler üzerinden cevaplanır. Belki de sanatçının motivasyonu bir anlamda kendisini kuran bir enerji, kendisini saran bir düşüncedir. Bir çeşit negatif-pozitif yasası, belki bir yuva düşüncesi, bir koza, belki de bir vaadi içinde taşır. Ben kendi motivasyonumu yitik zamanı geri alabilme umudu ile bağlantılıyorum. Bu bir yer kurma veya şimdiye sahip olma arzusu ile doğrudan bağlantılı. Anımsadığım dünya ile yaşadığım dünya arasındaki kopukluk beni şimdiye bağlıyor. Bu “şimdi” benim sürdürme gücünü ürettiğim -aynı zamanda beni tüketen- bir zemin olarak sürtünmemin kaynağı. Zihinsel yolculuklarımda, hep bir başlangıç noktasına dönmek var. Dere, ne de olsa hep aynı kaynağa geri döner.

Gönül yakınlıkları metaforu ile birleştirmeye çalıştığınız uzlaşmaz zıtlıklara gönderme yapmakla beraber, üretim pratiğinizdeki sorunsalların iç içeliğine ve kopmaz bölünmezliğine de işaret ettiğinizi ifade ettiniz. Bu bağlamda metafora da değinerek üretim pratiğinizden bahsedebilir misiniz?

“Gönül Yakınlıkları”, benim üretimlerine dair bir monografik okuma ve yazma pratiğini içeren, yapıtlarım ve yaşamım arasındaki süreci görünür kılan, kapsamlı ilk ve tek metin olma özelliğini taşımakta. Bir tür yaklaşma deneyimi kendi üzerine düşünme pratiği olarak düşünülebilir. Buradaki vurgu yakınlık ve bağ arasındaki ilişkidir. Yaklaşma deneyimi “umulan” şekliyle hem yakınlık hem de mesafe gerektiren bir incelik arasında kendini dokur. Gönül yakınlıkları bir metafor olarak, birbirine dönüşmeye yakın metalleri ayırt etmek için kullanılan bir simya terimi olarak konumlanıyor. Goethe’nin romanı ise toplum ve insan ilişkilerinin, arzu, özgür irade, zorunluluk, ahlak ve seçimlerin dünyasın(d)a, insanın iradesine bağlı olarak değişebileceği gerçeğiyle, bilinebilirliği arasında bir gerilim olarak konumlandırarak bir yapı kuruyor. Gönül Yakınlıkları, toplumsal normlara rağmen, yaşanmış ve sonu hüsranla bitmiş olan büyük bir aşkın romanı olarak içerdiği açmazlarla büyük bir denklem kurmakta. Mutluluk ve erdem, gelenek ve çağdaşlık, kimya ve simya, bağımlılık ve bağlılık, sorumluluk ve görev ahlakı, iman ve inanç, arzu ve akla, ruh ve bedene, din ve bilime göz kırpıyor. Gönül yakınlıkları, Max Weber tarafından, Protestanlık ve kapitalizm arasındaki ilişkiyi tanımlamak için kullanılan bir kavram olarak görülmekte. Kavramın, Protestanlık öğretilerinin bazı yönleri ile kapitalist girişimin ahlakı arasındaki rezonans olma durumunu veya tutarlılığı ifade etmekte. Walter Benjamin’in Gönül yakınlıkları metaforunu kullanması, bir sanatsal metodoloji ya da sanatsal eleştiri kuramına benzer olarak işliyor. Beni çeken, sergiyi ve işlerimi bu minvalde değerlendirmeye iten şey biraz da Benjamin’in yorumu. Bunlardan ilki hakikat (truth content), ikincisi ise işlediği konu (subject matter). Sanat yapıtının peşinde olduğu hakikat, işlediği konu ile ne denli incelikle bağlanabilirse, yapıt o ölçüde kalıcılık kazanıyor. -Bu, A. Danto’nun Sanat Nedir? kitabında tartıştığı cisimleşme kavramına çok benziyor.- Benjamin, yapıtın yorumu ile eleştirisini birbirinden ayırmak için “kimyacı ve simyacı” metaforlarını kullanıyor. Sanat yapıtları için, “ölülerin yakıldığı odun ateşi” benzetmesi yapıyor. Buna göre, yapıtın yorumunu yapan kişiye yalnızca yapıtın “yanmış odunlarıyla külleri” kalacak; yapıtı yorumlayan kimyacı konumunda olacaktır. Bu anlamda eleştiriyi yapan, bir çeşit simyacı rolündedir.

Malzeme seçiminizi de düşünerek eserlerinizin kompozisyonlarını oluştururken dikkat ettiğiniz şeyler neler oldu?

Kendim için bir hikâye anlatıcısı tabirini kullanabilirim. Nedir bu hikâyeler. Biriktirdiğimiz şeyler. Her insan kendi hikâyelerini biriktirir. Hikâyelerin genellikle bazısı paylaşılır bazısı paylaşılmaz, ama çoğunlukla konuşulmayan şeylerdir ve çoğu insan tarafından unutulur. Benim için “toplama edimi” romantik bir şeydir. Bir çeşit kaçma olarak okunabilir. Nereden? Dışardan. Nereye? İçeriye. “Ben” kimliğiyle ilgili olarak kültür teorisinde böyle bir gerçeklik vardır. Ben, dışarıdan içeriye üretilir. Biz dışarıdan, yani dış gerçeklikten besleniriz. Bir sanatçı üretirken esasında kendini üretir, özellikle metin olarak yapar. İşlerimin beni doğuran yönü topladığım hikâyeler. İlk dönem işlerim sosyo-politik anlamda kolektif hafızadan beslenen ve dönüşen sosyolojik ve felsefi yapıları olan kimlik problemleri üzerine işlerdi. Bu çalışmalarım sanatı kültürel bir üretim alanı olarak oyun olarak kurguladığım ya da gördüğüm işler olarak ortaya çıktı. İlk dönem işlerime baktığımda Türkiye’deki yarılmaların ve çatışmaların işaretlerini görebiliyorum. 2004-2012 yılları arasında, kimlik özellikle de politik kimlik üzerine çalıştığımı söyleyebilirim. İlk kavramsal işim, bir defter olarak ürettiğim TC. Not Defteri adlı çalışmadır. Bu çalışma kendisini dokuyan ve bana dokunan tarihin bir kaydı olarak bir metne, elle üretilmiş bir nesneye gönderme yapıyordu. Bu defter, bir çeşit buluntu nesne olarak fotokopi transferleri yardımıyla yapılmış birçok imajın kolajından meydana gelmekteydi. Benim için, form anlamında, dönemin kaydını tutan, taşınabilir bir hafıza mekânı işlevini gördü. İçeriğinde 11 Eylül saldırıları sonrası birçok imge ile kendi çocukluğuma ait imgelerin yerinden edilmiş bir gerçekliği bir arada var olmaktaydı. Bu çalışmaya şimdiden baktığımda modernizm serüveninin de kimlik aidiyetinin sancılarını da görebiliyorum. Bu benim açımdan bir çeşit “Gettomu seviyorum” çalışması olarak okunabilir. Sanat üretimimde net bir duruşu olan bir tavır daha sonra dışarıdan içeriye doğru değişti. Altı çizilmesi gereken ikinci konu herhangi verili bir formüle dayalı bir üretim modelimin olmaması. Özellikle dışarıdan bakan biri açısından tanımsız kalmaya gayret ettiğim bile söylenebilir. Bu benim açımdan erotik bir durum, üretimlerim sürekli olarak arzumla arama mesafe koyma çabasını ve erteleme durumunu çağrıştırmakta. Arzu benim için sahip olmakla ilgili bir şey değil, bu anlamda arzunun kendisini korumak daha kıymetli.

Eserlerinizde kurduğunuz kavramsal ikilikler diyalektik bir zıtlık olarak değil bir çeşit “gönül yakınlığı’’ ile bir arada bulunuyor. Bu fikrin olgunlaşma sürecine de değinerek bahsi geçen formlarla ele aldığınız konu arasındaki ilişkiyi anlatabilir misiniz?

Gönül yakınlıklarını, kendi işlerimin doğasındaki kavramsal yapı ve formsal duyarlılık arasındaki görünmez ilişkiler mevzusu/mefhumunu ve metinselliğini anlama veya deneme çabası olarak konumlandığımı ifade edebilirim. Benim üretimimin merkezinde yer alan bazı kavramları örneğin; tekrar ile fark, kavram ile imge, form ile anlam, varlık ile yokluk, ben ile öteki, arşiv ile bellek, Geno-metin ile Feno-metin, estetik ve episteme gibi kavram çiftlerinin birbirleriyle ilişkisi üzerinden okunmasıyla daha kolay hâle geldiğini düşünüyorum. Bu ikiliklerin dünyası, bir çeşit görünmez komşuluk ilişkisi anlamında kurduğum “Gönül Yakınlıkları” sergisinin metaforunu ve metinler arası okumasını oluşturuyor. Bu çalışma kendi üzerine düşünme pratiği anlamında bir monografik kayıta ve bir sanatçı kataloğu yani kitap ve serginin yan yana var olduğu bir bütüne doğru evrildi. Bu süreci bir yolculuk olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. Bu monografik okumada “sanatçı” olarak “Mehmet Dere ne yapmıştır, ne yapmaktadır?” gibi sorular önem kazanmaktadır. Kitap ve sergi kapsamında ben ve üretimlerim arasında değerli olan bağlantılar “gizli komşuluklarımı”, söylemediklerimi, yani “gönül yakınlıklarımı” ortaya koymaya çalışıyorum.

Kitaba da değinmişken buradan devam edelim isterim. Sergi ile beraber aynı isimli bir kitap yayımladınız. Bu kitapta üretim şeklinize, çalışmalarınıza ve “Gönül Yakınlıkları”na odaklanıyorsunuz. Kitabı hazırlama fikri nasıl ortaya çıktı? Hazırlık süreci nasıl geçti?

Gönül Yakınlıkları kitabı esasında benim 2016 yılında Sakarya Üniversitesi Resim Bölümü’nde, Sanatta Yeterliliğe başladığımda tezimin ne olacağı konusunu düşünürken ortaya çıktı. Ben de bir problematik olarak “kendimi” ortaya koymak istedim. Bu sergi 2020 yılında tamamladığım sanatta yeterlilik tezi sonucunda kendi zorunluluğunu dayattı. Kafamda benim eksikliğini duyduğum birçok soruyu bir arada ele alma fikri oluştu.

Yaşadığımız coğrafyada sanat tarihi yazımı, sanat eleştirisi pratiğinin kapalılığı, sanat eserlerinin sürekliliği, değişimi ve etkileşimi üzerine incelemeyi sağlayan; karşılaştırmalı bir bakış açısına alan tanıyan bir problem olarak kendi monografimi üretme fikri çok ironikti.

Günümüz Türkiye'sinde entelektüel eleştiriyi içeren bir sergi üzerinden eleştiri okumalarının mümkün olup olmadığı sorusunu da beraberinde getiriyordu.

Bu monografik okuma nitelikli sanat eleştirisinin azlığı, sanatı ve sanatçıyı merkezsizleştiren bir sanat piyasanın içerisinde bir tür sanatsal reddiye gibi mevzuları katmanlaştıran bir okuma olarak kendi alanı genişletti.

Gönül Yakınlıkları, bu anlamda bir sanatçının kendi ürettiği bir monografik okumaya ve durumuna dair sanat tarihsel eleştirisini barındırıyor. Bir monografik içerik, bir sanatçının yapıtlarının katalog kaydı, eserlerinin kavramsal çözümlemelerini detaylandıran okuma sürecini merkeze almak, yapıtın form ve anlam aşamalarına ilişkin koşulları açıklamak açısından büyük önem taşır. Belge ve arşiv niteliğinde yapıt okumaları sanat yapıtının sınıflandırılmasında ve sanatçının üretim pratiğini anlamada yol gösterici bir niteliğe sahiptir.

Bu süreci bir anlamda Ben’den O’na dönüşme, dönüşerek yazma ve üretme macerası olarak nitelendirebilirim. Üçüncü bir kişi olarak kendi üretimlerimi mercek altına almak bıçak sırtı bir denge gerektiriyordu. Bu bağlamda bakıldığında monografik okumadan yola çıkılarak oluşturulan bu sergi, bir sergiden ziyade benim üretimlerimi okumamı sağlayan bağlamsal bir çerçeve ve vizör üretti. Bu radikal tutumun sanat tarihsel olarak bir direniş içerdiğini söyleyebilirim. Bir sanatçı olarak kendimi, bir anlamda "sanat tarihçisi" olarak konumlandırmam, siyaset ve sermaye tarafından araçsallaştırılan kültür endüstrisinin tüketici tavrına karşı bir tepki olarak okumam da ancak bu sayede mümkün hâle geldi.

​Bir sanatçı açısından, sergi mekânını doldurmak ve sanatçının sanatının doldurduğu boşluk arasında önemli fark var. Bu anlamda önemli olan aradıklarımız değil, ararken bulduklarımız. Sergi bir arayışın ve yolculuğun kendisi olarak ortaya çıkmakta. Gönül Yakınlıkları monografik okumasıyla beraber, güncel sanat pratiğine yönelik akademik ve küratöryel ilgi için hayati bir kaynak ve kültürel fikirlerin nasıl dolaşıma girdiğine dair benim tarihime ve bu süreçte eserlerimin nasıl cisimleştiğine dair bir kayıt oluşturmakta. Gönül Yakınlıkları bir monografi benim çeşitli resim ve heykel, site-spesifik yerleştirmelerimden oluşan birçok eseri bir araya getirerek bir bütün olarak okuma sunmakta. Bir sanatçı olarak benim farklı dönemlerimin ve eserlerimin arasındaki görünmez diyaloğu nasıl okunabileceği açmaya, okumayı denemeye odaklanmakta. Gönül Yakınlıkları adlı monografi benim yaşamım, çalışmalarım hakkında derinlemesine bilgi ve arşivimin kapsamlı tarihini sunmakta. Kültürel kodlar, kişisel tanıklıklar, benim dedem ve babaannem ile ilişkim gibi birçok biyografik veriyi kapsamakta.

Kavramsal ikiliklerden ve diyalektik zıtlıklardan bahsetmişken sizce bu farklılık serginizde nasıl yorumlanıyor? Sizin bu sergi aracılığıyla izleyiciye ulaştırmak istediğiniz mesaj nedir?

Nurdan Gürbilek Yer Değiştiren Gölge adlı deneme kitabında, okur ve metin arasında bir metodoloji öneriyor. Gürbilek, bu durumu “Okur da kurar, okuduğu metnin arkasında durduğuna inandığı yaşantıyla kendisinin ki arasında bağ kurar, okuduklarını kendi imgelerine çevirir, kendi imgelerini metnin içine taşır. Ama daha yakın okumaya dönüştüğünde bir sınırı, bir mesafeyi görmeyi de beraberinde getirir. Karşısındaki metin, o yaklaştıkça kaçar, uzaklaşır. Öyleyse okumak metinle aramızda bağ kurmak kadar metinle aramızdaki aşılmaz mesafeyi anlamlandırmaktadır. İlki özneli, kişisel yönüyse okumanın, ikincisi daha nesnel yönü olacak, ilkinde kendisini keşfediyorsa insan, ikincisinde kendinden vazgeçmesi gerekecek” şeklinde ifade eder. Bir sanatçı kitabına dönüşmesini umduğum bu monografik sergi ve kitap ile altını çizmeyi arzuladığım şey, sanatçının yaşamına ve buna bağlı olarak ürettiği eserleri hakkında tam bir bilgi sahibi olmadan sanatçının tutku ve gerçekliğini iyi bir şekilde anlayamayabileceğimiz gerçeğine odaklanmak. Benim araştırma saham, sanatçı olarak kendi yapıtlarım, sanat pratiklerim, malzeme deneyimlerim, kavramlar ve üslup arayışlarım bağlamında ortaya çıkan eğilimlerim, üzerinden (yeniden) kurulan bir saha üzerinde var oluyor. Bu anlamda ben kendimi ürettiğim form ile üretimlerimin anlamlarını okura aktaran bir aracı konumunda ortaya koyuyorum. Bir anlamda çelişkili bir çifte pozisyon taşımakta olduğumu ifade edebilirim.

Serginizdeki çalışmaların yerleştirilme düzenine de değinmek istiyorum. Serginizde ele aldığınız konu ile yerleştirme düzeni arasında nasıl bir ilişki kurdunuz? Estetik kaygınız nelerden besleniyor?

Bu sergi, bir nevi kendi üzerime konuşma olarak okunabilir. Kendi üzerimden konuşmak istediğim fikirlerin bir çelişkisini veya ilişkisini görünür kılma isteğini de açığa vuruyor. Sanatçı bilindiği üzere sanatı hakkında konuşan değildir “sanatıyla konuşan”dır. Eser konuştuğu zaman sanatçı susmak zorundadır. Sanırım ben de bu minvalde konumlanıyorum. Bu vurgu hem günümüzde hem de modern sanatın çoğu döneminde birçok sanatçı tarafından motto olarak vurgulanır. Degas sözcüklerin gerekli olmadığına inanırdı, Matisse açısından sanatçılar dillerini kesmelidirler, Flaubert bir sanatsal biçimi bir başkasıyla açıklamayı barbarlık olarak nitelendirirdi. Albert Camus’nün defterlerinde sanat yapıtının gerçekliğini, az konuşmasıyla ilişkilendirdiğine tanıklık ederiz. “Sanatçının toplam deneyimi düşünce ve yaşamının toplam sessizliğinde ortaya çıkar” olarak ifade eder (Camus, Defterler Mayıs 1935/ Şubat 1942 s.99 İthaki Yayınları). Bu ifadeleri Susan Sontag’a kadar götürebiliriz.

​Son dönem soyut işlerime gelince, bu çalışmalar imgesiz, dile gelmeyen bir sessizlikte var oluyor. Keşfedilmesi gereken bir renk alanı olarak resim yüzeyi bir uzay boşluğunu çağrıştırıyor. Bu çalışmalar resim yüzeyinde görme duyusunu, dokunma duyusunun diliyle kurmaya özen gösteriyor. Dokunma ihtiyacı, anlama, bilme arzusundan gelir. Bakarak anlaşılamayan -anlamlandırılamayan bir içsellik, içerik olarak konumlanır ya da ulaşılmaya çalışılır. Gözün bakmaya yetmediği yere, seyircinin yorumuna hatta bakışına bırakılmamış bir kaygının ürünüdür. Anish Kapoor’un dediği gibi “Bir eser ne zaman içsel hafızamıza hitap etmeye başlar, işte o zaman sanat eseridir”. Çünkü kökeni aklı değil hissidir. Yüceye ihtiyaç duyan, gölgeye de ihtiyaç duyar.

Peki siz önce bir fikir belirleyip onun üzerinden mi üretirsiniz yoksa eser kendi kendini mi ortaya çıkarır? Yeni serginizde yer verdiğiniz meselelerden sonra güncel sanatınızda ele aldığınız temel sorundan bahsedebilir misiniz? Nedir sizi üretmeye iten güç?

Rebecca Solnit kitapları; “içinde buluştuğumuz yalnızlıklar” olarak tarifler. Ben de açıkçası sergileri bir çeşit kendimle ötekiyle paylaşılan bir yalnızlık, buluşma olarak düşünüyorum. Bu yalnızlığın izleyiciye kalıcı bir teselli sunması ile ilgileniyorum. Benim için Heiddeger’in dediği gibi “yalnızlık birlikte var olmanın bir biçimi” bu anlamda. Sanatın gerçekliğinde bir “inanç ekonomisi” bulunuyor. Bu sanırım yaşam ve sanat diyalektiğinde gerçekleşiyor. Psikanalitik bir okuma ile söylersem, Darian Leader çok sevdiğim kitabı Depresyon, Yas ve Melankoli’de bunu çok güzel ifade ediyor. Kayıp duygusu yaşayan insanların, hatıraları canlı tutmak için yakınlarına ait nesneleri saklamalarının altında, sevilen şeylerin bize unutturulmaması için sahiplenilmesi vardır.

​Leader, kitabında kayıptan sonra yaşamaya devam etmenin, kaybı hayatın bir parçası hâline getirmek yolunda asli bir olguya dönüştüğü konusuna sık sık değinir. Bu konuda hayatî deneyim o kayıpla beraber nasıl yaşanacağı ve bunun farklı yollarının nasıl olabileceğinin örneklerini tartışır. Sanatçılar bu anlamda yaratıcı hayal güçlerinin yardımıyla boşluğu, kederi yaşamayı öğrenen ve birçoğunun yaptığı gibi bunu yapıcı, hatta yaratıcı hâle getiren insanlardır. Sevilen şeyler kayboluyor, bazen sadece bu anları, imgelere dönüştürebilirsem onları elimde tuttuğumu düşünebiliyorum. Üretimlerim “şimdi” bana evimde olduğumu hissettiren yegâne nesneler olarak var oluyorlar. Unuttuğum gerçek ise; “İnsan ne zaman evindedir?” sorusu.

Pandemi sebebiyle uzunca bir süre evlerimize kapandık. Bu şartlarda üretime odaklanmak oldukça zorlayıcı olmuş olabilir. Bugünlerde sanata odaklanmayı nasıl başarıyorsunuz? Süreç üretimlerinizi nasıl etkiledi?

Pandemi sürecinde malumunuz “virüs” gizli bir öteki düşman, bir bilinmez olarak geniş bir gerçeklik kazandı. Yalnızlık ve izolasyon arasındaki ayrımın bulanıklaştığı görülürken, temassızlığa doğru evrilen bir gerçekliğe doğru bir kopuş yaşandı. Pandemi, insan yaşamının biyolojik olarak korunmasına bir prim verirken, ölümü istatistiksel bir veriye dönüştüren duygusal yarılmalara neden oldu. İçinde yaşadığımız sistem biyoloji kavramını, hayatın amacının hayatta olmak olduğunu savunan bir görüşle tanımlamakta. Düşünürler, entelektüeller, işin uzmanları 150 yılı aşkın süredir kapitalizm ile insan ruhu arasındaki çatışmaya işaret ediyorlar. Artık bir “düzenin inşası”, onun “sürdürülebilirliğini” sağlamak için zorunlu hâle gelen başka bir sürecin parçası hâline geliyor. Her şey araçsal, hızlı, olabildiğince rasyonel ve korkutucu.

Pandemi belki de içeride bir düşman bir “abject” kavramını çağrıştırıyor. Kristeva’nın ifade ettiği gibi “Dıştaki yabancıdan, ya da fiziksel olarak yabancı olma hâlinden, içteki yabancılığa doğru ilerleyen -Kristeva’nın yabancı konumlandırması tıpkı abject’te olduğu gibi- bir benlik tehdidine” gönderme yapıyor. Abject, bu anlamda temsil ve duygu arasında ortaya çıkan korku formu anlamında cisimleniyor. Dünyanın geçirmekte olduğu çok şiddetli bir pandemi süreci insan psikolojisini yeniden sınava tabi tutuyor. Bu sınav yakıcı bir yalnızlık deneyimi olarak şiddetli, ezici ve yıkıcı sonuçları beraberinde getiriyor. Bu deneyim, ötekilerle birlikte temassız ve tek başımıza yaşama ihtimalini gündeme getirdi. Bir sanatçı olarak imgelerin üretildiği gerçeklik ve o gerçekliğin üzerimdeki yansımasıyla ilgileniyorum. Pandemi dönemini kaybolmanın hayatî bir deneyim gibi yorumlanabileceği bir zaman dilimi olarak okumayı tercih edenlerdenim. Benim açımdan sanatçının yalnızlığı bir anlamda kendini dış dünyadan soyutladığı bir gerçeklik arayışı içerisinde, “var olacağı bir dünya kurma ihtiyacından” oluşuyor.

​Benim için en büyük merak konularından biri, şimdiye dair kaybetmeyi umduğumuz can sıkıntısının yerine sanatçı olarak ne koyabileceğim sorunsalı. Zihnimi meşgul eden diğer bir soru ise “sanatın yaşamı durdurmaya bugünlerde yeterli gücü nasıl bulacak olması”. Çünkü ben ve diğer tüm insanlar inandığı değerlerin etrafında kurduğu dünyanın gerçekliğini her edindiğimiz katı deneyimle kaybederek ödediğimize yakından tanıklık ediyoruz.

Son olarak, üzerinde çalıştığınız başka neler var? Varsa üzerinde çalıştığınız projeleri sizi takip eden sanatseverlerle paylaşmak ister misiniz?

Eserlerimde özellikle de bağlamsal olarak üretilen işlerimin politik yapısı ile formun poetikası arasında derin ve görünmez bir bağ kurmaya özen gösteririm. Politik bir tavır olarak şiirsel teması önemsiyorum. Ben üretimlerimi “anlam” ve “form” kavramlarının yakınlığında gerçekleşen “cisimleşme” merkezinde değerlendirmeye açıyorum. Bir anlamda katı, sabit bir hayatım yok; sürekli olarak hayatın bana sundukları ile uğraşıyorum. İçsel yaşama olan tutkum, beni edebiyat ve sanata karşı özellikle duyarlı hâle getiriyor. “Spoiler” olarak meraklısına gelsin örneğin; şiirlerimden oluşan bir derleme bir sanatçı kitabı yapmak istiyorum.

​Sanatsal yaratım süreci bir bütün olarak değerlendirilirse sanatçının her anının diğer bir an ile bağlantılı olduğu görülür. Dışarıdaki bir göz, izleyici anlamında, bir sanatçının üretimlerinin son karesine tanık olur. Sanatçının bu yolculuğu nasıl yaşadığının, hangi duraklardan geçtiğinin bu yüzden pek farkına var(a)maz. Bu tür incelemeler uzun vadede ince bir araştırma ve derin bir anlayış gerektirir. Yazılmış bir metin olarak sanatçının ürettiği eser kendine yaklaşır ve kendini mercek altında alır. Yaklaşma deneyimi daha önce belirttiğim gibi “umulan” şekliyle hem yakınlık hem de mesafe gerektiren bir incelik arasında kendini dokur. Bu anlamda her eser bir çeşit tanıklık belgesi olarak kendime eklediğim küçük bir not. Sevdiğim şeyler, anılarım ve benim aramda samimi, yakın bağın diyaloğunu içermekte.

Fiziksel ziyaret süresi biten “Gönül Yakınlıkları” başlıklı sergiyi Sanatorium’un Kuula sayfasında 360° Sanal Tur ile görebilirsiniz.

0
8581
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage