Antonio Cosentino ile yeni üretimlerinden oluşan, temel çıkış noktasının öngörülemezlik ve belirsizlik olduğunu söylediği son sergisi “Öğleden Sonra” üzerine merak ettiklerimizi konuştuk.
Bugünü resmeden önemli sanatçılardan biri olarak, sanatınızı belirleyen kavramlardan söz eder misiniz? Sanatınızı besleyen unsurlar nelerdir?
Sanatçının nelerden beslendiği ile ilgili bir soruya cevap vermek ne kadar da güç. Sanatın nasıl oluştuğunu bilemiyorum. Etrafımı saran atmosfer, onun doğası, kendi tekilliğimin duyusal algılayışları, kurduğum iletişimler, onların etkileri. O kadar çok şey sayılabilir ki. Daraltmaya çalışılırsa: Şu an ile tüm kişisel geçmişim arasında, görme ile hatırlama denen şeylerin içinde, düşle harmanlanmış bir uzam benim için. “Şeylerin” ve “Ben”in ne olduklarından tutun da etrafımdaki tüm diğer öznelerle iletişim imkânı. İnsan olmanın tinsel matematiğine duyulan sevgi. Daha pratik bir ifade ile; duygulanım denilen şeyin bir bilgi olarak, metodik bir ileti olarak aktarılması imkânı. Sanatın gösterdiği temanın dışında içsel, oransal ve inşa edilmesi gereken bir prosedürü var.
Hemen her serginize eşlik eden yazı pratiğiniz, bu kez aynı adlı kitaba dönüştü. Bu metinden hareketle, yazı ile ilişkinizi merak ediyorum. İMALAT-HANE’de devam eden “Öğleden Sonra” bağlamında sergi fikri ve metin nasıl oluştu?
Yukarıda saydığım tüm bu “unsurlar” aynı zamanda çalışırken sanat üzerine ve her şey üzerine düşündüğüm şeyler, bazen takıldığım ve incindiğim durumlar, fantazmalarım bunların hepsi yazılarda hayat buluyor. 2015’ten beri sergilerime açıklayıcı metinlerden çok bahsettiğim günce-denemeler eşlik ediyor. Yazı da resim gibi bir inşa süreci. Mesela doğaçlama metotları üzerine düşünürseniz ve yazarken uygularsanız tıpkı resimlerde olduğu gibi bilinmeyen adalara varırsınız, heyecan verici kısımlardan biri bu. Ve bu ada düşünün ki size epeyce de yakınmış ama siz onu daha önceden ne görmüş ne duymuş ne de bilmişsiniz. Bir boşluğunuz anında, durgun bir öğleden sonra karşınıza çıkmış, ne kadar da güzel bir sürpriz. Yazıda da yine tıpkı resim gibi bir “zaman” üzerine düşünmek bir “bitmemişlik” üzerine düşünmek, bir imgelemi vücuda getirmek imkânı vardır.
Bu serginin ana dinamiği olmamakla birlikte tuval eserlerinizden birinde Tanpınar’ın etkisi göze çarpıyor. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sizin sanat pratiğinizde, düşünce dünyanızdaki yeri nedir?
Tanpınar’la tanışmam yirmili yaşların ortaları idi. Romanlarında anlatılarında kullandığı dil son derece özerkleşmiş ve ritimli idi. Temaları ise tüm hızlı değişimin sancıları, burukluklar. Yer yer şiire yaklaşan bir dille yazılmıştı. Aynı zamanda İstanbul gibi bir yeri anlatırken bulduğu karakter seçimleri ve milliyetçi tonunu ise sevemedim. Tanzimat edebiyatının hastalıklarını sürdürüyordu. Huzur işimde, tüm bu bahsettiğim şeylerle hesaplaşma imkânı buldum. Hem Huzur romanının en sevdiğim bölümlerinden birini tuvale elle yazdım hem de yazdığım bölümde kendi çocukluğumun bir kahramanını Mümtaz karakteri ile değiştirdim.
Sergileriniz bana 60’ların İtalyan Yeni Gerçekçiliği atmosferini yansıtan işler gibi hissettiriyor. Kentin çeperlerini dolaşarak görsel bir hafıza oluşturduğunuz İstanbul Atlası adlı çalışmanızı da bu soruya eklersek, kentle kurduğunuz bağı nasıl açıklayabiliriz?
İtalyan Yeni Gerçekçi yorumu güzel. Varoluşçu, nihilist tonlamaları seviyorum, ancak bir tür melodram da ekleniyor işlerime. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’da çizdiği profil. Zaven Biberyan’ın Karıncaların Günbatımı romanındaki karakter, Sevim Burak ve Tezer Özlü’nün içsel bakışları hep yakın bulduğum tonlamalar. Ama resimde Cihat Burak’ın naif yanı ve anlatıları, yazdığı hikâyeleri her zaman daha yakın bulduğum anlatı tarzı. Hakan Gürsoytrak ve Mustafa Pancar’ın alaycılıkları hep yakın durduğum tarzlar. Hafriyat grubu ilk sergisini 1996 yılında açtığında sanat ortamında “evrensellik” fikri, “hiçbir yerden olmama” fikri baskındı ama biz yaşadığımız yerin merkezi, güncel sanat fikirlerinden uzak, yeniden tanımlanması gerektiği üzerine kafa yoruyorduk. İstanbul Atlası fikride bu kültürel atmosfer içinde şekillendi. Tam olarak neredeyim sorusuna bir cevaptı. Her şeyin hızla değiştiği ama kayıt altına alınmadığı, hakir görüldüğü bir sanatsal atmosferin içinde geliştim, geliştik. Kendi mekânsal mucizemi yeniden tanımlamak ve onun içinde yüzmek için can atıyordum. Kentle ilişkimi sezdiğim ama o zamanlar tarif edemediğim bir doğallık ilişkisi üzerine kurmaya çalıştım. Kent bana şekil veren, hayal kırıklığımın kaynağı, kurtulamadığım bir kabuk gibi. İkinci dünya kentleri nasıl oluyor da belli bir yığıntı, yıkım, restore edememe, turbolama, sonsuz kişisel müdahale alanı, yeni ama sürekli yaşlı doğan bir kent görünümü oluşturuyor. Bina yüzlerine yansıyan şiddet, emek ve binlerce içsel birikinti.
Geçmiş ve gelecek arasında kurduğunuz ilişkiye dayanarak, aura şehir ile nasıl bir gelecek düşlüyorsunuz?
Aura Şehir, bir önceki sergim “Jpeg Takımadaları”nda kahramanımın gitmeyi arzu ettiği şehirdi. Bu sergide vücut buldu. On yıl önce hayata getirdiğim başka bir şehir “teneke şehir”le uzaktan akrabalığı var. Aura Şehir, Bilge Karasu’nun Gece anlatısındaki “ulusal kütüphanenin” de kenti ve bu sergilediğim hâliyle yeni kurulan bir şehir. Gelişmeye açık, merkezi planı tamamlanmış, ikonik yapılarla taçlandırılmış bir şehir.
Çağımızın önemli antropologlarından Marc Auge, yaşamla bağımızın hafıza, zaman ve hikâye ile yakın bağına değiniyor Unutma Biçimleri adlı eserinde. Bellek, hafıza üstüne çalışan bir sanatçı olarak hafıza ile yaşam arasındaki ilişkiyi siz nasıl yorumluyorsunuz?
Hatırlama, belleğin sanatın major figürüne dönüşmesi, sürrealistlerle belirgin hâle geldi. Benim resimsel, yazınsal ve üç boyutlu anlatılarımın bir kısmını kaplıyor. Görünümün fotografik bir şey olmadığını, tekillik olduğunu Cezanne’dan beri tartışabiliyoruz. Kişisel bir görme rejiminin içinde, hatırlamanın rolü büyük, buna rüyaların da anatomisini eklersek benim önemli soru(n)larımdan birisi bu belirsiz uçuşan geçmişi, hatırayı ve rüyasal mekânı nasıl ifade edebilirimdi. Unuttuklarım, hatırlamaya çalıştıklarım, aniden beliren anı patlamaları tüm bu dağınık görselliğin aktarımı.
Sanat pratiğinizde malzeme kullanımınız, Agnes Varda’dan ilhamla toplayıcılığa dayanarak, biriktirdiğiniz malzeme sanatınızda nasıl dönüşüme uğruyor?
Malzeme, tüm bu bahsettiklerime kendi duyusal iklimi ile yardım eden bir aracı. Malzemenin yarattığı aura tüm bu anlatıları güçlendiriyor. Yine Hafriyat grubu ile birlikte sorduğumuz “neyin resmi yapılamaz”a eşlik eden, hangi malzeme kullanılamaz sorularına verdiğim cevaptı. Anın uçuculuğuna karşılık gelen zamanın içine gömülmüş peynir, zeytin, turşu tenekelerinden yaptığım düzenlemeler de aynı potada değerlendirilebilir. Yeni bir malzeme yeni bir duyumsamayı da beraberinde getiriyor.
Yerleştirme, heykel, tuval, video, fotoğraf gibi farklı disiplinlerden oluşan işlerinizin mekânla kurduğu bağı nasıl yorumluyorsunuz?
Ben mekânla hesaplaşan bir sanatçımıyım bilmiyorum, birçok kere bu hesaplaşmaya girdim de ama sergilerime eşlik eden duygu daha çok iç dünyanın genişletebildiğim yeni sırlarını sergileme alanı gibi. Benim için sergi, daha çok tasarlanan bir proje değil de bir tür macera duygusu ile var. Neresinden başlayacağımı hiçbir zaman bilemediğim, bana karmaşık gelen sergi tasarımı fikrini daha çok akışta kendini inşa etmesi duygusuyla kurabiliyorum. Bir sergi oluşmaya başladığında ve yoğun çalışma dönemine girdiğimde kafamdaki ilk fikirlerden çok, yolda oluşan- bulduğum nesneler gibi- yeni durumları “duyguları ertelemeden” aktarmak, sergi fikrini kafamda canlı ve heyecanlı hâle getiriyor. Bu anlamda, endüstüriyel yolları sıkıcı, izleyici güvenini almak üzerine tasarlanmış verimsiz tekrarları kendimden uzak tutmaya çalışıyorum. Bir tekrar olacaksa “yaratıcı tekrar- bitmemişlik-ham fikirler” daha heyecan verici.