17 ARALIK, SALI, 2019

Antropomorfist Yaklaşımı Çizgi Romanla Buluşturan Bir Sanatçı

Eserlerinde, insanı ve hayvanı fabl geleneğininden gelen antropomorfist yaklaşımla bir araya getiren genç sanatçı Su Çizgen, bu yıl Base Istanbul 2019’da yer alan Kötü Geceler, Tatsız Rüyalar adlı eseriyle sanatseverlerle buluştu. Özellikle geçtiğimiz iki yıldır Mamut Art Project, BAZAART, Rota Sanat Yarışması gibi projelerde de yer alan sanatçıyla eserleri ve son dönem projeleri hakkında konuştuk.

Antropomorfist Yaklaşımı Çizgi Romanla Buluşturan Bir Sanatçı

1992 doğumlu ve İstanbul’da yaşayan Su Çizgen, 2010 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sanat Tarihi Bölümü'nü kazandı. Üç yıllık eğitimin ardından sanatın uygulamalı ve üretim tarafına geçiş yapmayı tercih ederek, 2014 yılında Marmara Üniversitesi Resim Bölümü’nde eğitim görmeye başladı. Bu süreçte aynı zamanda Heykel Bölümü’nde yan dal yapmaya başlayan sanatçı, 2018 yılında lisans eğitimini tamamladı.

Eserlerinde çizgi roman estetiğini ve hikâyeleştirmeyi ön plana alan sanatçı, 2017 yılında Galeri Ekol’de gerçekleşen “Yüzeysel Gerilim / Surface Tension” isimli karma sergiden sonra, 2018 yılını yoğun bir sergi süreciyle geçirdi. Aynı yılda Marmara Üniversitesi’nde gerçekleşen “Spektrum”, daha sonra Mamut Art, BAZAART ve Ayvansaray Üniversitesi’ndeki “Rota Sanat Yarışması” ve TÜYAP’ın düzenlediği “Artist Deneyim” süreçlerinden sonra bu yıl, Küme Kadıköy’deki “Beyin Uyuşması” karma sergisine katıldı.

2019 yılının kasım ayında ise genç, yeni ve son dönem çıkış yapan sanatçıları her yıl sanatseverlerle buluşturan prestijli kolektif Base Istanbul’da, Kötü Geceler, Tatsız Rüyalar ismi altında Moon Walk, Panic Attack ve Splash adlı üçleme şeklindeki eserleriyle yerini aldı. Aynı isimli bu üçleme eserlerinde, doğasına baktığımızda aslında insana çok da uzak olmayan hayvanları fabl geleneğindeki gibi insanlaştırarak, insanın kendinden olanla olmayanın yarattığı bir çeşit tedirginlik ve trajedi ile insan merkezli bir bakış açısından ele aldı. Çizgi roman estetiğiyle hikâyeleştirerek sanatseverlere anlattığı diğer eserlerinden biraz daha farklı olarak kadın karakterin bastırılmış cinsellik ve haz duygularının en üst seviyesini absürt bir biçimde sanatseverlere sundu.

Öncelikle genç bir sanatçı olarak bize üretim sürecinden bahseder misin? Sanatla ilgilenmeye başladığın ilk yıllardan, eğitim aldığın Marmara Üniversitesi’ne uzanan yolun ve daha sonra bu deneyimlerin sana getirdiği sanatsal bakış açısı nasıl gelişti?

Öncelikle 2010 senesinde Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde Sanat Tarihi eğitimine başladım, ancak sanatın yalnızca teori odaklı eğitiminden ziyade uygulama kısmına karşı ilgimin ve yeteneğimin olması beni başka bir yol çizmeye yöneltti. 2014 yılında Marmara Üniversitesi'nde Resim Lisansı'na başladım. Bir sonraki sene Heykel Lisansı’ndan yan dal yapmaya hak kazandım. İki bölüm birden okuduğum için birçok akademisyenle çalışma fırsatım ve farklı branşlardan arkadaşlarım oldu. Ama tabii üç sene boyunca, yoğun çalışmalarımıza eşlik eden ve ana sanat dalında atölye hocamız olan Tayfun Erdogmuş, öğrencilik hayatımızın önemli bir kısmında yer aldı. Öğrencinin doğasına aykırı olmayan bir yönlendirmeyle hareket eden Tayfun Hoca, öğrenciyi manipüle etmeden yolunu açan, bireyin kendi eğilimlerini önemseyen bir eğitim anlayışı içindedir.

Aslında tamamen sanatla iç içe bir eğitim geçmişin var diyebiliriz. Benim bir izleyici olarak merak ettiğim, aldığın bu eğitimlerin ve sürecin senin şu an ki antropomorfist yaklaşımının ortaya çıkmasındaki etkisi aslında. Sanatsal olarak insanı ve hayvanı bu şekilde yakınlaştırma fikrinin olgunlaşma süreci nasıl oluştu?

İnsanla hayvan aynı şey aslında. Sadece insan zihninin tüm doğayı kendine benzetmesiyle ilgili deneysel bir seri yapmıştım. İnsanın son iki yüz yıldır doğayla ve hayvanlarla olan ilişkisinin nerdeyse son bulduğunu düşünürsek, son dönemde bu ilişkiyi ancak belgesellerin bize gösterdiği gözle deneyimleyebiliyoruz. Bu hem çok geniş bir perspektif hem de oldukça mesafeli bir ilişki bence. İşte bu günümüz belgesel dilini ve çok eskiye dayanan fabl geleneğini birlikte kurgulama isteğini doğurdu bende.

Aslında bize gerçekte çok yakın olan doğa-hayvan bütününden son iki yüz yıldaki yabancılaşmamızı bir trajedi ile vurgulayarak, izleyicide bir tedirginlik yaratmayı amaçladığını söyleyebilir miyiz?

Neden olmasın, işlerimde izleyicinin kendi yorumuna dair açık bir kapı bıraktığımı düşünüyorum. Belirtmek istediğim net olgular var elbet ancak üretim aşamasında, izleyici için yoruma açık bir ve algıyı özgür bırakan bir yol da olması düşüncesiyle hareket ediyorum.

Resim ana dal dışında Heykel Bölümü’nde de yan dal yapman işlerinde geliştirici bir etkiye neden oldu mu? Çizgi romandaki hikâyeleşmenin bununla bir ilgisi olduğunu söyleyebilir miyiz? Özellikle Ölü Hayvanlar Serisi’nde etkilerini görüyoruz.

Heykel bölümünde yan dal yapmanın bakışımı güçlendirdiğini düşünüyorum. Malzeme bilgimi ve üç boyut algımı da. Ama tam tersi ana sanat dalındaki üretimlerimde oldukça resmin kendi sınırlarını aşmayan ve hatta biraz illüstrasyon dilini de içeren bir yere geldiğimi düşünüyorum. Çünkü resim bölümünde malzeme bilgisi daha kısıtlı olmasına rağmen ısrarla üç boyutlu üreten arkadaşlarım oldu ama ben beklenenin aksine bu iki disiplini hiç bir zaman bir araya getirmedim.

Renkli bazı işlerini de içinde bulunduran Ölü Hayvanlar Serisi dışında, Base Istanbul'da sergilenen Moon Walk, Panic Attack ve Splash ve diğer birçok işinde siyah ve beyazın hakimiyetini görüyoruz. Bu hakimiyetle izleyiciye ulaştırmak istediğin bir mesaj var mı?

Üç senedir hiçbir işimde renk kullanmıyorum. Kasti olarak alınmış bir karar demeyelim fakat eğilimlerim beni renkten uzaklaştırdı. Çizgi roman estetiği beni cezbeden, bir hikâyesi olan sinematografik unsurlara yatkın bir dil ve aynı zamanda tarihte de büyük ustaların genelde oldukça geleneksel malzemelerle ve siyah çini mürekkebiyle çalıştıklarını gözlemleriz. Bu anlamda da iki taraftan baktığımızda siyah beyaz kullanımının ve rengi çıkarmanın gerçekten güçlü bir tarafı var. Hikâyenin akışından rengi çıkarmak, biçimi ortaya çıkarıp anlatımı daha dramatikleştiriyor ve bu anlamda izleyicinin eserdeki süregelen olaya daha çok odaklanmasını sağlıyor. Tabii rengin duygusunu çok yerinde kullanan çizerler de var ancak benim kişisel olarak eserlerimdeki siyah beyaz ve mürekkep kullanımının istediğim anlatımı yakalamamı sağladığını düşünüyorum.

O zaman buradan, isteğinin izleyicinin anlattığın hikâye örgüsüne odaklanması olduğunu çıkarabiliriz. Peki ya kağıt kullanımı? Son dönemde bir kağıda dönüş görüyoruz. Kağıdın sende tuvalden öte bir anlam taşıdığı oldu mu? Olduysa ne yönde?

Kullandığım malzeme mürekkep olunca uyguladığım bölge mecburen kağıt oluyor. Gerçi tuvale mürekkepli kalemle çalışmak için kendine has yöntemleri olan arkadaşlarım var ama kağıdın ekstradan yatay ve masada çalışma olasılığı da var. Bazen tuval ve boya gibi geleneksel malzemeleri özlüyorum ben de.

Anlıyorum. Yani kağıdı kullanman mürekkepten ileri geliyor yoksa tuvale karşı tercih sebebinden ötürü değil. İstersen biraz Base Istanbul öncesinden konuşalım. Özellikle geçtiğimiz yıl, yani 2018, senin için epey hareketli geçmiş. TÜYAP, Rota Bazaart, Mamut Art ve Spektrum gibi projelerde yer almışsın. Yaşadığın deneyimlerden ve katıldığın işlerden biraz bahseder misin?

Evet 2018 epey hareketliydi benim için. Bu bahsi geçen sergiler arasında Ezgi Bakçay ve Eda Yiğit küratörlüğünde olan TÜYAP Deneyim Atölyesi benim için çok keyifli bir süreçti. Bir ay süren periyotta otuz kişilik bir ekiple üretim yaptığımız bir sanat kampı hayal edin. Dışarıdaki tüm uyaranlardan uzak bir dünya. Onun dışında Mamut Art Project de aynı şekilde birçok insanla tanışıp daha sonradan görüşmeye devam ettiğimiz güzel bir etkinlik oldu benim için. Rota yepyeni ve iyi bir organizasyon. Bu tarz organizasyonları genç sanatçıları motive etmek açısından önemli buluyorum.

Son olarak, Türkiye’de yaşayan genç bir sanatçı olarak, önümüzdeki on yılda sanat üzerine beklentilerin nelerdir?

Şu an gündemde olan birçok sorun var.  Mesela, birçok bölümün yetenek sınavlarının kaldırılıp puanlı sisteme geçilmesi ya da Marmara Üniversitesi dahil birçok başka okuldaki modelden çizim derslerinin kaldırılması girişimleri gibi. Güzel Sanatlar Fakülteleri’nin yavanlaşmasının o ülkedeki sanat üretimi üzerinde çok ciddi bir gerilemeye neden olacağı kanaatindeyim. Onun dışında ileride Türkiye'de sanat etkinliklerinin duraksamadan gelişmesini ve İstanbul dışında da iyi sergiler, iyi müze koleksiyonları görmek isterdim. Malesef Türkiye'de her şey merkezkac bir şekilde İstanbul’da var olmakta bu da benzer sanatçıların benzer işlerini görmek gibi sonuçlar doğuruyor.

0
11764
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage