Manifesto filmi ile bilinen video artist ve yönetmen Julian Rosefeldt’in İstanbul’daki ilk kişisel sergisi “Avangard ve Kıyamet: Julian Rosefeldt’in Filmleri ve Fotoğrafları”, 11 Mayıs – 13 Haziran tarihleri arasında Dirimart’ın Nişantaşı ve Dolapdere’deki galerilerine dağılıyor. Rosefeldt’in sergide yer alan In the Land of Drought ve Deep Gold filmleri, özellikle toplum ve göç kavramlarına antroposen çağ insanı üzerinden güçlü bir perspektifle bakıyor.
1965 Münih doğumlu Julian Rosefeldt, Almanya’da toplumsal gerçekçiliği, fütüristik ve absürt uzamlarda yorumlayarak vurucu video enstalasyonları yapan ve genellikle müzelerde ve çağdaş sanat galerilerinde filmleri gösterilen bir video sanatçısı. Julian Rosefeldt’in 13 ekranı yan yana getirerek farklı manifestolar sunduğu bir sergisinde Cate Blanchett ile tanışmaları da ikilinin Manifesto (2015) projesini hayata geçirmelerine sebep olmuş. Cate Blanchett’i on üç farklı rolde izlediğimiz; dadaistler, sitüasyonistler, fütüristler gibi sanatçı gruplarının tarihsel avangart manifestolarının yeniden sahnelendiği film yerleştirmesi Manifesto ile dünya çapında yankı uyandıran Berlinli sanatçı Julian Rosefeldt, film ve fotoğraflarının Türkiye’deki ilk kapsamlı gösterimini Dirimart’ın Nişantaşı ve Dolapdere’deki iki galerisine yayılan yerleştirmelerle gerçekleştiriyor. 1996 yılında, buluntu görüntülerden kurgusunu oluşturarak yaptığı ilk yerleştirmesi olan Detonation Deutschland’tan bu yana film ve fotoğraflarında sinema ve resim tarihine açık göndermelerde bulunan, aynı zamanda totaliterlik, ekoloji, vatan ve göç gibi sosyal ve politik konuları ele alan Rosefeldt, bunları pop kültürü ile harmanlayarak sıra dışı bir evren tasarımı yapıyor. Julian Rosefeldt’in 11 Mayıs – 13 Haziran tarihlerinde, Dirimart’ın Nişantaşı ve Dolapdere’deki galerilerinde görülebilecek olan “Avangard ve Kıyamet: Julian Rosefeldt’in Filmleri ve Fotoğrafları” adlı sergisinde, sanatçının In the Land of Drought ve Deep Gold filmlerinin yanı sıra Manifesto filminin ikonik fotoğrafları ve filmin kendisi de yer alıyor.
Rosefeldt'in 2015-2017 yılları arasında çektiği oldukça büyük ölçekli film yerleştirmesi In the Land of Drought (Kurak Topraklarda) insan ve onun dünya üzerindeki ilişkisine alışık olmadığımız bir göç hareketi üzerinden odaklanıyor. Yarattığı evreni, kendine has sesleriyle izlediğimiz 43 dakikalık film, insanın sanayi devrimi sonrası varlığının en görünür olduğu çağda, tüketimlerinin yahut yok ettiklerinin sonuçlarının olası bir distopyasını sunuyor. Bembeyaz kıyafetler içindeki bilim insanları sürüsü, insanlığın kendini yok etmesinin ardından harabelerde, santrallerde, çöllerde, terk edilmiş platolarda medeniyetin kalıntılarını tıpkı bir arkeolog gibi araştırıyor. Çekimleri Fas ve Almanya’da gerçekleşen, etkileyici drone kamera kullanımlarıyla çekilen yerleştirme, Manifesto filminden de hatırlayabileceğimiz benzer çarpıcı sinematografinin uzun versiyonlarını izleyiciye sunuyor. Film, beyaz laboratuvar kıyafetleri giymiş insan figürünün mekânsal ve uzamsal olarak hayvan belgesellerinde rastlayabileceğimiz göç hareketlerindeki akışı ve de bakışını anımsatıyor. Issız bir manzara ve harabeler üzerinde oldukça meditatif olarak duran kuş bakışı kamera, insan bakış algısını kırarak, başka bir canlının gözünden bakıyormuş hissi yaratıyor.
Örneğin, bilim insanları bir amfi tiyatro üzerine ulaşmadan önce ıssız, çamurlu ve bozuk topraklarda dolaşıyor ve drone’la birlikte amfi tiyatroya ulaşan bilim insanları tiyatronun içinde toplaşıyorlar. Bir göze benzeyen tiyatro içindeki bilim insanları git-gel hareketiyle çoğalıp dağılıyorlar. Bu hâliyle bir hücre içinde hareket eden micro hücreleri andıran görüntü, kamera ve göz arasında karşılıklı bir bakış yaratarak, katmanlı bir imajinasyon sunuyor. Bir yandan da Land of Drought, insanın ürkütücülüğüne aslında iyimser bir noktadan bakıyor. Film boyunca gerek sesler gerekse kullanılan mekân ve görüntüler fazlasıyla ürkütücü. Kameranın girdiği yerlerde, örneğin bir harabede uyuyan köpeklerin bir anda tıpkı bilim insanlarının kaçışı gibi sürü halinde korkup kaçışması, insanın diğer canlılara karşı acımasızlığını aktarırken aslında bizim de onlar gibi bir felaket durumunda kolektif bir pozisyonda hareket edebileceğimizi vurguluyor. Dolayısıyla evrenin, içinde bulunduğu tüm canlılarla bir kolektif oluşturduğunu, Antroposen dönemin insanının daha duyarlı ve tahammüllü olması gerektiğini iyimser fikirlerle öneriyor. Filmi izlerken özellikle serginin, oturma planının da anlamlı bir şekilde kurulduğu fark ediliyor. Yerlere serilen rahat minderlerde hem doğru bir bakış hizasından film izlenebiliyor hem de değişen yaşam koşulları ve doğa karşısında rahat ve kayıtsız bir hâlde oturduğumuz da düşünülebiliyor. Bu anlamda film, yüzleşmek istemediğimiz gelecek ile bizi çarpıştırıyor ve olası bir felaket durumunda nasıl bir eylem içerisinde olabileceğimizi gözler önüne seriyor. Yüzeyde görünen bu anlamlar dışında film, her bir mekân üzerindeki görüntülerle, asal ve yan anlamlara bölünerek katmanlı bir düşünsel yapı yaratıyor.
Rosefeldt'in, 2013 ve 2014 yılları arasında çekilen siyah-beyaz Deep Gold filmi ise Luis Buñuel’in 1930 yılındaki çığır açan filmi L'Ege d'Or’un olası bir devam filmi niteliği taşıyor. Rosefeldt’in “Altın Çağ”ın grotesk bir tasvirini yaptığı filmi, feminist bir manifesto olarak okunabilir. Deep Gold, açılışında intihar etmeye kalkan ve dolayısıyla zayıf olarak adlandırabileceğimiz erkek bir figürün, oldukça grotesk yapıdaki sokaklarda dolaşmasını konu ediniyor. Barlar, genelevler, fahişeler, utangaçlar ve etrafta dolaşan çıplak insanlarla dolu gerçeküstü bir ortamda, avare bir hâlde sokaklarda gezinen oldukça şık ve centilmen görünümlü erkek figürü, her yerde kadınlar tarafından cinsellik, şehvet ve arzu dolu bir düzlem üzerinde bozguna uğruyor. 20. yüzyılın başlarında saldırıya uğrayan modern toplumun bir portresini ortaya koymaya çalışan Rosefeldt, popüler ögelere, üstsüz FEMEN aktivistlerine ve Wall Street sloganlarının olduğu afişlere yer veriyor ve bu hâliyle bir yüzyıl eleştirisi yapıyor. Oldukça karamsar ve savaş yıllarının ardından terk edilen, ıssızlaşmış, hastalıklı veya ürkütücü sokak tasvirlerinin ardından kahramanın Deep Gold adlı gece kulübüne yahut kabare denilecek mekâna girişiyle yepyeni bir döneme yahut çağa geçiyor gibiyiz. Cinsel özgürlüğün kabul gördüğü belki de çığırından çıktığı bu mekânla, sokak keskin bir çizgiyle ayrılıyor. 20. yy başındaki toplumsal yaşamla bugünün bir diyalektiğinin kurulabildiği film, tüm toplumsal hareketlerin adeta bir retrospektifini sergileyerek günümüze bir gönderme yapıyor. Açlık ve sefaletin kol gezdiği yıllarda burjuva yaşamını da eleştirmeyi amaçlayan Rosefeldt, her şey sona ererken yahut binalar patlarken yıkıntılar içinden kahkahalarla ve üstlerinde kürklerle çıkan bir grup burjuvayı bizlere gösteriyor. Hemen ardından da sokakta öylece duran bir silahı, çok küçük yaşta bir çocuğun bulmasını göstererek tutarlı bir siyasal ve toplumsal kronoloji yaratıyor. Siyah-beyaz çekilen filmin ustaca belirlenmiş sinematografisinin yanında, Deep Gold adlı mekânın içine girdiğimizde siyah-beyaz görselin üzerinde yer yer ve belli belirsiz dijital bir ışık ve renk kırılması düşüyor. Bu hâliyle de 20. yy başındaki fütürizme olan merak ve hayranlık rahatlıkla okunabiliyor. Karakterin üzerine yerleştirilen kamera sahnelerinde ise onun kafası karışık ve değişen toplum yapısıyla düştüğü dehşet hâlleri hem özdeşlik kurmamızı sağlıyor hem de dönem insanının içinde bulunduğu durumu kavrayabilmemizi olanaklı kılıyor.
Rosefeldt'in filmleri ve fotoğrafları, kesinlikle görülmeye değer. Filmler, serbest çağrışıma olanak verirken aynı zamanda nokta atışı mesajlarıyla da düzgün bir anlatım sunuyor. Sanatçının çalışmalarından, izleyici entelektüel açıdan ne kadar donanımlıysa o ölçüde faydalanabiliyor ve sanatçının aktarmak istedikleriyle de neredeyse hiçbir izleyicisini dışarıda bırakmayan bir üsluba sahip olduğu görülebiliyor. Hâlâ vakit varken ve İstanbul’a gelmişken, Rosefeldt'in “Avangard ve Kıyamet: Julian Rosefeldt’in Filmleri ve Fotoğrafları” sergisini kaçırmamakta yarar var diye düşünüyorum.