Üzeri dantelle örtülmüş kasetçalar imgesini sindirmiş bir belleğin, Almanya’dan dönüş yapmış gurbetçinin inşa ettiği konut karşısında korkması için de sebep yoktur! Her iki melez bütünün ahenk aramayan unsurları da aslında birer tasarım girdisinden çok birer kimlik unsurudur. Burada, batılı estetik kabuller ile geleneksel yerel normlar süperpoze olmuştur. Mekân kurma arayaşı ve bu mekânı kişiselleştirerek kimlik oluşturma çabası açığa düşer.
“Göçebe Mekânlar” sergisi Almanya’dan “kesin dönüş” yapmış misafir işçilerin Türkiye’de inşa ettiği evleri koyuyor önümüze. Bu yapılardaki Alman konut mimarisi ögelerini araştırırken kültürel deneyimlerin mekân kimliklerine etkilerini paylaşıyor izleyicisiyle. Sahiplerinin tasarladığı ve genellikle inşa ettiği konut örneklerinin incelendiği sergide, üç mimari tipoloji söz konusu. Örnek ev, çifte ev ve katmanlı ev. Bu tipolojiler, mimari yapısal özellikleri ve kendilerine has materyal seçimlerine göre üç senelik bir araştırma sonucu örneklendirilmişler. Sergi de bu araştırmanın ürünü.
Örnek ev, Almanya’daki bir evin hatırasını temel alıyor. Kuzey Avrupa’da köken bulan imge ve fikirlere göre Türkiye’de ve sadakatle inşa ediliyor. Çifte ev Almanya ve Türkiye’ye has mimari formları bir araya getiriyor ancak biçim ve tasarım olarak birbirinden iyice ayrışan iki farklı parçayı seçmek mümkün, dolayısıyla melezlik epey belirgin. Katmanlı ev tanımı, yapımı uzun yıllara yayılan örneğin her tatilde bir kısmı inşa edilen, çoğunlukla Almanya’dan inşaat malzemelerinin taşınarak kullanıldığı bir tipolojiyi tanımlıyor. Farklı kültürel aidiyetlerin taşıyıcısı olan bu yapılarda mimar işbirliğine pek başvurulmadığı gibi sergilenen evlerin arasında, planları, sakinleri tarafından çizilenler bile mevcut. Araştırmayı yürüten sanatçı Stefanie Bürkle “mimarsız gerçekleştirilen bu mimari yapıların onları daha da okunur kıldığını” saptıyor.
Peki galeri mekânında bu konutlarla karşılaşan izleyici ne okuyor? Tipik Alman mimarisinin dik çatılarını Bartın’a, Çorum’a kadar taşıyan bu konutların, bazen girişindeki nazar boncuğunda, bazense Türkiye’de bulunduğu halde özellikle Almanya’dan taşınmış elektronik eşyasında okununan şey, geleneksel kimliklerin parçalandığı bir zaman diliminde var olmaya çalışan çoklu, karmaşık aidiyet biçimleri. Örneğin, sergide yer alan video enstalasyonlarından biri Kayseri’de sahibi tarafından inşa ve dekore edilen katmanlı ev. İki sene öncesine kadar yapı malzemeleri ve eşyaları, karayoluyla Almanya’dan buraya seneler boyunca taşınmaya devam etmiş. Bu evde 80’li yılların geleneksel avizesi, endüstriyel tip altı adet ışıklandırma ünitesiyle bir arada, aynı tavanda kombinlenmiş. Yedi adet aydınlatma yine aynı tavandan sarkan yapay çiçeklerin, yerlerdeki doldurulmuş hayvanların, geleneksel desenli bir halının dekore ettiği salonu aydınlatıyor. Tıpkı Almanya’dan getirildiği vurgulanan otomatik panjur sistemi gibi ve hemen her odada bulunan 90’lı yılların stereo müzik çalarları gibi, aydınlatma da uzaktan kumanda edilebiliyor. Ev eşyalarındaki teknoloji, Almanya’da edinilen bir deneyimin, yani mekânla beraber taşınılan kültüre ilişkin algının, somut verileri. Bu mekân kültürlerarasılığın ürettiği üçüncü bir mekân, melez bir trans alan. “Aslen melezlik, farklı duruşların var olabilmesi için uygun koşulları tesis eden bir ‘üçüncü mekân’dır” diyen Homi Bhabha’nın işaret ettiği sosyo mekânsal alan burası. Burada, ithal şeyler, özgün argümanlarının da özgün amaçlarının da çoktan dışına taşmışlar. Modernleşme sürecindeki evriminin başka bir noktasında olan Almanya’nın, Almanlık algısının mekân sahibinde bulduğu karşılığı karşılıyorlar. Tavanla duvar arasındaki alanı kaplayabilecek boyuttaki duvar resmi, Almanya’dan römorkla taşındığı vurgulanan 6500 dm değerindeki benzer ebattaki duvar saati tıpkı evin dış cephesi gibi, anıtsal unsurlar ve bu ara alanda inşa edilen kimliğin ifadesi.
Bir diğer video enstalasyonunda, Tarsus’ta konumlanan ve serginin çifte ev olarak tanımladığı bir başka evde de bu anıtsal unsurlar göze çarpıyor. Evin iki yanında Türk ve Alman bayraklarını taşıyan iki bayrak direği var. Evin sahibi sergide konut görsellerine eşlik eden röpörtajda, bu evi öncelikle “babasıyla yaptıkları çay sohbetlerinde, rakı masasında” inşa ettiklerini bildiriyor. Yani, mekân geçmiş deneyimler kadar, hayaller ve gelecekten beklentiler ile de iç içe bir ilişki içerisinde.
Stefanie Bürkle “Türk göçmen işçilerin ekonomik zorluklar ve yabancı olma durumunun yarattığı tehditlere rağmen göç sayesinde bir özgürlük kazandığını yaşamlarındaki kreatif başarının ise göçmenlerce inşa edilen evlerde ifade bulduğunu’ saptıyor. Bu evler onların “hayatlarının yapıtı” diyor.
Hakikaten evlerde “dönüşüm muhteşem olacak” bildirimi çevresel mimariden, farklılaşmaktan çekinmeyen yapı özelliklerinde de hissettiyor kendisini. Çanakkale’de konumlanan ve örnek ev olarak kategorize edilen bir diğer konut da, tek tip mimarisi ile tanımlanan bir site ortamında olmasına rağmen, sitedeki iki katlı yapı tipinden farklılaşarak üçüncü bir kat çıkmış. Bürkle’nin aralarında olduğu sanatçı ve akademisyenlerden oluşan disiplinlerarası bir ekip bu konutların tasarımsal ve mekânsal özelliklerini 2012- 2015 yılları boyunca incelemiş. Göç mimarisinin tipolojisi üstünde, mimari çevrenin pek etkisi olmadığı sonucuna varılıyor. Yani, dönülen yerin bir sayfiye, şehir veya doğum yeri olan bir kırsal olması, yapı tipinde bağlayıcı bir değişken değil. Bu mekânlar, dönüş yapılan yere bir uyum sağlama çabasından çok, bir kimlik ifade aracı olarak iyice belirginleşiyor araştırma sonucunda. Ancak çevre ve evlerin arasındaki bilgi ve kültür akışı da vurgulanıyor. Bu konutların birçok unsuru araştırma sonuçlarına göre “başta çevrece eleştirilse bile bahçedeki sulama sisteminin veya çatıdaki güneş panelinin, bazen de bir yağmur suyu toplama sisteminin çevrece model alınması” ile çevreye nüfus etmeleriyle tanımlanıyorlar.
Bürkle ve ekibinin yaptığı araştırma sergiyle aynı ismi taşıyan bir çalışmayla kitaplaştırılmış. Burada post göçmen perspektifine ilişkin ilginç bulgular ortaya koyuyor Erol Yıldız. Çevrelerinden henüz ilk bakışta ayrışabilen bu ayrıksı yapılar sayesinde, birinci dalga göçmenlerin kendilerini uluslararasılığın (trans-natioanalisation) öncüsü olarak yeniden konumlandırmaya çalıştıklarını belirtiyor. Bu sınırlar arası konumlamanın da ara mekanlar trans-topialar yarattığını saptıyor.
20 farklı yörede 132 ev incelenmiş. “Mekân oluşum sürecinden bizim anladığımız mekânsal algıların, köken ülke ile hedef ülke arasında tasarım vasıtasıyla aktarımı ve tercümesi” diyor Stefanie Bürkle. Sekiz saha araştırmasında bu yapı kültüründe açığa çıkan yaşam tarzı süreklilikleri ve değişimlerinin peşine düşülmüş.
İstanbul Arnavutköy’deki bir örnek evin sakini, yerleşirken, Münih’te deneyimlediği, şehirle iç içe olma ilişkisini taşımayı öncelik edindiğini anlatıyor. Bartın’daki bir diğer örnek evde ise, Almanya’daki geçmişten öğrenilen, mutfaktan salona açılan pencere “evin hanımının orada vakit geçirirken dışarıyla iletişiminin kopmaması için” şeklinde gerekçelendiriliyor. Mekân kurgusunda göç edilen yere taşınan şey aslında coğrafi aidiyetlerden çok, yaşam stilleri.
Edward Said’in “mültecinin, yerinden edilmiş insanın, kitle göçünün çağı” olarak tanımladığı bu çağda, mekân kimlik varoluş ilişkisi de dönüşüyor. Heidegger’in dünyada varlık/ oluş halini “yer”le bütünleşik olarak açıkladığı insanın, dünyada bulunma biçiminde yer ve kimliği eş tuttuğu ilişki biçimi de dönüşüyor. Ne kimlik ne de yer sabit artık. Kimlik düşüncesinin özü mekânsalsa, bu mekân artık coğrafi sınırlarla değil yaşama biçimleri ile tanımlanıyor.
Sergileme tekniği de tüm bu ilişkilerin, bağlantıların müzakere edilebileceği bir mekân üretmiş. Galeri alanın ortasında konut görsellerinin yer aldığı projeksiyonlar seyir rotasına müdahale edecek şekilde yerleştirilmişler. Bu sayede, bu konutlar arasında gezen bir üçüncü gözün deneyimine benzer bir ilişki, sergi mekânında tekrar kurgulanmış. Sergi 31 Temmuz’a dek SALT Galata’da ziyaret edilebilir.