Sanat pratiğinde genel olarak gördüğüm, işlerin gerçekte var olan bir mekânın üzerine başka bir inşa ediyor. Bir anlamda varolan gerçekliğin üzerine yeni katmanlar oluşturulması söz konusu. Bu katmanlarla yarattığın yeni alanlar/ mekânlar ise tamamen izleyicinin yeni deneyimler yaşamasını sağlıyor. Hemen hemen tüm eserlerin -izleyicinin ‘his’leri ile işlediği için- o anda ve o mekânda kişinin varlığını şart koşuyor. Bunun hakkında ne söyleyebilirsin?
Bu aslında doğru bir yaklaşım. Video enstelasyonlarımın her bir bileşeni şeyler ve objeler arasındaki ilişkilerle bağlantılı. Bu mesela üzerlerine yansıttığim iki boyutlu video görseli ve buna eşlik eden ses ya da objeler arasındaki ilişki de olabilir. Ve bu ilişkileri anlamanın tek yolu o anda ve o mekânda mevcut bulunarak işi deneyimlemek. On altı yaşımdan beri Tibet meditasyon tekniklerini çalıştığım için etrafımızdakileri nasıl algıladığımız ve düşünce duyguyu nasıl yansıttığımız da ilgimi çeken konulardan. Dolayısıyla zihinsel gerçek ile fiziksel gerçeklik arasındaki ilişki de epey ilgimi çekiyor. Belki bu benim enstelasyonlarımı anlamanın bir yolu olabilir. Yansıtılan projeksiyon fiziki dünyadaki düşünceler ve objeler olarak görülebilir, ama sadece sembolik açıdan. Aynı şekilde, müzik ve ses de hayatımızda önemli rolü olan duyguları temsil ediyor olabilir.
Bir mekân yaratma, hatta başka olasılıklara izin veren bir mekân yaratma fikri sadece iç mekânlar için ürettiğin işler için değil, kamusal alanlar için yaptığın işler için de geçerli. En son video işlerinden birisi bir müze içindi...
Evet, Kaskade Ahlen (Almanya)’deki bir müzenin fasadı için yapılmış bir iş. Bir video projeksiyon makinasından binanın üzerine hareket eden, akışı olan çizgiler yansıttım. Çizgiler binanın diğer yarısının mimarı yapısı ile bir diyalog içinde. Bu sadece sokaktan izlenebilecek bir iş. Hem izleyici yeterince sabırlı ise, arada bir dışarı çıkıp –bir inşaat işçisi gibi, ya da müze restoratörü gibi- çizgileri tamir edip düzelten kızı görebilir!
Kamusal alanda bir video enstelasyonu yapmak aslında biraz sıra dışı bir durum. Peki teknik olarak zor mu bir şey mi bu? Müzedeki açılış nasıl bir formatta oldu? Herkes müzenin içinde değil de dışında sokakta mıydı?
Teknik olarak kesinlikle yapılabilir bir şey, şimdiye kadar dış mekânda iki tane kalıcı iş yaptım. Kaskade de bunlardan biri. Açılışta ise, Ahlen’in yarısı oradaydı diyebilirim, sanırım müzenin gördüğü en kalabalık açılıştı. Piano virtüyözü Chilly Gonzales’i bir performans yapması için davet ettim. Gonzales –terlikleri ve röbdaşambırı ile- müzenin içinde bir monitör aracılığıyla izlediği enstelasyona paralel olarak doğaçlama yaptı. Bunu da dış mekân ile iç mekânı birbirine bağlama yöntemi olarak kullandım.
İşi sokağa taşırken müzenin sınırlarını da genişletiyorsun. Binanın fasadından hem dışa hem de içe doğru işliyorsun. Peki Ahlen’de yaşayanların tepkileri ne oldu?
Bir çok sanat kurumu ve müzenin amacı gibi Kunsthalle Ahlen’in de amacı – ki buna gerçekten saygı duyuyorum- izleyici ile daha arkadaşca ve samimi bir ilişki kurmak ve Ahlen ile özdeşleşecek bir kent simgesi yaratmaktı. Kaskade, kesinlikle müzeyi toplum açısından daha kolay ulaşılabilir bir hale getirdi. Serginin açılışından sonra açılış kalabalığı kendini kentteki çok da sanat takipçisi olmayan diğer bir kesim ile değiştirdi, şimdi her daim müzenin önünde bir kalabalık var, tabi müze ziyaretçi sayısı da arttı. Kısacası iş artık kent sakinleri tarafından sahiplenildi, artık onlara ait olan bir şey oldu.
Müzenin dışında da, şehir plancılarının tanımladığı gibi, mekân kurulmuş...
Geçtiğimiz yıl kent sakinleri belediyeden Kaskade’yi daha rahat izleyebilmek için müzenin karşısına bir bank konulması için istekte bulundular. Daha geçen gün öğrendiğime göre bu bank yetmemiş, bir tane daha istemişler! Bu banklar aynı zamanda sosyalleşme, tartışma ve etkileşim mekânları oldu.
Ama yine de tekrar değinmek istiyorum, kamusal alanda heykel olarak video projeksiyon yapmak biraz türüne az rastlanan bir şey değil mi?
Aslında sadece insanların alıştığı bir şey değil... Kimilerinin yapmaya cesaret edemediği bir şey, ama teknoloji çok ileri, heykel olarak yapılmış olmasa da, bir sürü dış mekân projeksiyon örneği var. Hal böyle iken stüdyomdaki ekibim ile beraber yaptığımız şeylerden hem gurur duyuyoruz, hem de böyle şeyleri üretme heyecanımız devam ediyor.
Bunun dışında başka dış mekânda video projeksiyon kullandığın işlerin var mı?
Berlin’deki bir toplum sağlık enstitüsü olan Robert Koch Institut’ün isteği üzerine binanın girişine 6,5m’ye 5.3m’lik bir beton heykele yansıtılmış, kendi kendini bir bilgisayar programı aracılığıyla yenileyen video projeksiyon yaptım. Ayrıca 2013’de Danimarka Mimarlık Merkezi (Danish Art Center) için de mekânın dış duvarına uçan tuğlalar yansıttığım bir başkası var – açılışa gelen küçük çocuklar ortalıkta koşuşup bu tuğlaları yakalamaya çalışmışlardı, çok hoştu... Bir de NY Guggenheim Müzesi’nin yönetim kurulunda olan bir koleksiyoner çift için evlerinin balkonundan Guggenheim Müzesi’nin arka duvarına yansıttığım, ismini videodaki karakterden alan Guggi var. Komik bir şekilde Guggi bu çiftin evlerinde ait bir karakter oldu çıktı zaman içinde.
Bu kendi kendini yenileyen programı biraz anatabilir misin?
Yaptığım işin içeriğine bağlı olarak, bazen kendini asla tekrar etmeyen özel bir program kullanıyorum. Dolayısıyla işin karşısında yüz saat kalsan da, bir tek imajın bile tekrar edildiğini görmüyorsun. Aslında bu biraz eserin yaşayan bir canlı olduğunu düşünmemle ilintili. Kendini sürekli yenileyen bir organizma gibi. Sürekli tekrarlayan bir video yerine, bir bilgisayar oyun programı aracılığıyla çalışmayı tercih edebiliyorum zaman zaman.
Bu özellik ‘alışıla gelmiş’ kamusal alandaki heykellerin sahip olduğu durağan yüzeylere de bir alternatif doğuruyor. Sanat pratiğindeki bu değişken etmen farklı görüntüleri merak eden izleyicinin de tekrar geri gelmesini de sağlıyordur sanırım.
Kesinlikle.
İşlerinde genel olarak bir mizah öğesi var, ancak bu sanki her şeyi hafife alıyormuşsun gibi bir mizah duygusu değil. Çevrende olanları ve hayatı anlamaya çalışırken bir araç olarak kullandığın bir şey sanki...
Mizah, işlerimi yaratırken kullandığım öğelerden biri, evet. Daha doğrusu konsept çok yüklü bir hale geldiğinde ve diğer olası yorumlamaların kapılarını kapatmaya başladığımda kullandığım küçük bir kaçış kapısı gibi. Diğer bakış açılarını davet etmek için kullandığım bir yöntem.
Objeler arasında kurduğun ilişkiyiye dönecek olursak, bunu biraz daha ayrıntılandırabilir misin? Ayrıca kendi kendini yenileyen programlardan bahsederken sanatın yaşayan bir canlı olma konusuna da değindin.
İster objeler olsun, isterse sanat eserleri, benim için hepsi bir bakıma canlı, yaşayan şeyler ya da bir şekilde üzerimizde bir etkileri var. Temelde, yaşayan gerçeklik ile ölü, cansız gerçeklik arasında hiçbir fark yok. Bir bilimsel araştırmaya göre yaşam “ölü” moleküllerden ortaya çıktı ve bu bakış açısından canlı da ölü de aynı sistemin içinde yer almakta. Dolayısıyla, yaşayan canlılar ile yaşamayanlar arasında neden bir ayırım olsun ki? Bu bakımdan sanat eserlerini de kendi türevleri içinde insanlarla beraber yürüyen canlılar gibi görüyorum. Tıpkı köpeklerin kurtlardan üretilmesi ve şimdi köpeklerin insanlarla beraber yürüyor olması gibi. İnsanların köpekleri şekillendirdiği gibi, köpekler de bizi şekillendiriyor, etkiliyor. Aynı şekilde biz sanat eserleri yaratıyoruz ve sanat eserleri de bizi yaratıyor. Sanatın hayatımızı oluşturma ve yönetme biçimi üzerinde büyük bir etkisi var, tıpkı televizyonun olduğu gibi.
Buradan baktığında ses öğesini nerede görüyorsun?
Ses, görsel sanatların büyük ağabeyi. Ve bugünlerde bir şekilde ikisi de aynı bilgisayardan çıkıyor. Bir programda video yapıyorum, diğerinde müzik ve başkasında yazıyorum. Daha Sanat Akademisi’ne başlamadan çok önce içinde ses bulunan işler yapıyordum. İçinde çizimler, heykeller, resimler ve objeler bulunan interaktif sergiler yapmayı hayal ediyordum. İçinde sadece bakmak için yapılmış olan resimler dışında farklı şeylerin olduğu sergiler.
Bir de müzik kariyerin var. Parçalarını dinlerken fark ettiğim şey; bazen kullandığın atonaliteler ve düzensizlikler parçaların akışı içinde aniden birer süpriz gibi ortaya çıkıyor. Dinlerken ilk önce bunların birer hata olduğunu zannediliyor, ama daha sonra anlaşılıyor ki bu ‘sürpriz’ler tam da o noktalara bilerek konulmuş. Ben bu noktada video enstelasyonlarında da olan bir benzerlik görüyorum. Video işlerinde kullandığın ‘numaralar’la bazen gördüğümüz şeyin gerçek obje mi, yoksa video projeksiyondan o obje üzerine yansıtılmış bir başka gerçeklik mi olduğunu anlamak zorlaşıyor...
Açıkçası daha önce böyle birşey düşünmemiştim, ama ne demek istediğini anlıyorum ve katılıyorum da. Belki bu benim sanatıma lise yıllarımdan gelen bir şey, Sürrealistleri çok severdim!
Peki hiç müzisyen ‘persona’n görsel sanatçı ‘person’anla yarıştı mı?
Kesinlikle yarıştı. 2000’de ilk albümümü bitirdiğimde ve parçalarım MTV’de yayınlanıp, medyada bir sürü röportajım çıkmaya başladığında hayatta olabileceğim en yüksek noktaya eriştiğimi düşündüm. Virgin Records plak şirketinin benimle iletişime falan geçeceğini düşünüyordum. Geçtiler de. Bazen isteklerin nasıl gerçeğe dönüştüğünü görmek çok ilginç. Fakat bir anda Virgin Records’la karşılaşmanın yükü bana çok ağır geldi. Görsel sanatlarla uğraşmayı çok seviyordum ve bir anda tamamen sanatı terk etmem gerecekmiş gibi geldi. Virgin’le beraber çalışmaya başladığımda turnelere çıkmak, promosyonları yapmak istemediğimi söyleyerek problemler çıkarmaya başladım. İçten içe görsel sanatlara dönmek istiyordum. Sonunda Virgin battı ve EMI tarafından satın alındı ve tüm yeni sanatçılarla anlaşmalar iptal edildi. Ve ben de dokuz yıl boyunca hiç albüm çıkarmadan evde müzik yapmaya devam ettim, ta ki ikinci albümü çıkarana kadar. Artık üzerimde hiç bir stres olmadan müziğimi kendi istediğim koşullarda üretiyorum.
Fakat bazı işlerinde performatif bir duruşun da söz konusu. Son olarak Robert Wilson’un ‘Einstein on the Beach’ yorumunu anlatabilir misin?
Tiyatro ile çalışan kız arkadaşım Marcia Moraes ve ben, Robert Wilson tarafından yönetilen New York’daki Watermill Center’daki misafirlik programına davet edilmiştik. Sahnede hiçbir performansçının olmadığı bir iş yaptık. Sadece Robert Wilson’ın eşyalarını kullanarak üzerlerine video projekte ettik ve bu objelerin birbirleriyle konuşmalarını sağladık. Daha sonra Robert beni William de Koning’in stüdyosuna mekânın bahçesine özel bir proje yapmam için davet etti. Çok eğlenceli bir süreçti. Üç adet dev projeksiyon makinesiyle de Kooning’in yıllar önce bahçeye bıraktığı dev kayaların üzerine etrafta uçan ve renk değiştiren şeyler yansıttım. Bunun üzerine Robert bizi ‘Einstein on the Beach’in bazı bölümlerinin kendi versiyonlarımızı yapmamız için davet etti. Projenin sonucunu New York’daki Baryshnikov Art Center’de gösterdik ve tüm biletler satılmıştı. Robert’la çalışmak müthiş zevkliydi, tarzını çok etkileyci buluyorum, sanat okumaya başlamadan önceki dönemlerimde de sanatımda büyük bir etkisi olmuştur.