Acı tatlı tespitlerle örülü çizgilerini haftalık Agos Gazetesi’nden tanıdığımız, ancak ressamlığıyla da kendinden olumlu yönde söz ettiren Aret Gıcır’ın ikinci kişisel sergisi ‘Ateş ve Kılıç Arasında’, 9 Mayıs’a değin İstanbul Galata’daki sanat mekânı Öktem & Aykut’ta.
1978 İstanbul doğumlu Gıcır, Yerevan Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nden 2008 yılında mezun olmuş bir sanatçı. Yerevan başlıklı ilk kişisel sergisini 2009’da Tokatlıyan Han’da açan Gıcır, 2013’teki ‘Patriğin Felaketi’ isimli projesiyle, Moon and Stars Project – SVA’in New York sanatçı rezidansına katılmış bir isim.
Çalışmalarına İstanbul’da devam eden Gıcır’ın adını yazar Zabel Yesayan’ın 1909 Adana katliamı betimlemesinden alan yeni sergisi, Anadolu’da yüz yıl önce yaşanan ve geri dönüşü olmayan trajik, kitlesel ve kültürel kopuşu irdeliyor. Gıcır, bu sergisinde 1915’e kadar uzanan süreçte çocuklarını, ailelerini, kiliselerini, okullarını, topraklarını ve kendilerini silahlanarak korumaya çalışan, hayatta kalmak için direnen Ermeni kadınların hikâyelerinden yola çıkarak, isim babalığını romancı Hagop Oşagan’ın yaptığı ‘Felaket’e, imgelerin soyut ve o ölçüde özgün, evrensel sözcülüğü üzerinden yaklaşmayı ve anımsamayı deniyor.
Gıcır’ın aktarımıyla galerinin verdiği bilgi üzerinden alıntılarsak, isimleri ve hikayeleri çok az bilinen, geriye en fazla birkaç fotoğrafı kalmış, ‘Ateş ve Kılıç Arasında’ (Ermenicesiyle Int Hur yev Int Sur) bu kadınlar, tanıklık ve tanıklığın imkânsızlığı arasında karşımıza çıkıyor.
Bu ikinci kişisel serginiz; bu iki sergi duygusal ve düşünsel bakımdan birbirini ne kadar tamamlıyor veya ayrılıyor ?
Aslında, iki sergi arasında bir başka sergiyi daha kapsayacak türde farklı işlerim bulunuyor. Onları daha sonra sergilemeyi düşünüyorum ama, bunları öne çektim.
Bu özel diziye başlamanızın ardında belli özel bir keşif veya araştırma mı bulunuyor ?
Burada gördüklerimizi evvela ben bir portre dizisi olarak değil, bir yorumlama, birer kompozisyon olarak değerlendirmeyi daha uygun karşılıyorum. Ancak bildiğimiz anlamda portre değiller.
Buradaki suretlerin ortak paydası için hangi tarif uygun olur? Bir kurbanlık, yoksa bir adanmışlık mı?
Aslında burada bir kurbanlık var ama, bizim bildiğimiz anlamda verdikleri tepki bu değil. Hep şunu biliriz değil mi? O kurbanlardan bir kenarda oturmaları, susmaları beklenir hani; oysa burada böyle bir durum söz konusu değil. Bu insanlar da direnmişler, hayatta kalmaya çalışmışlar. Ortak bağlantı bu aslında. Hayatta kalmaya çalışmışlar. Başarabilmişler mi? O tartışılır tabii. Keşke daha çok insan direnseydi de, daha çokları kurtulsaydı.
Bu görmüş geçirmiş yüzlerle izleyici arasına tarihten de kaynaklandığı hissedilen, ama duygusal ve hayali yanları da olan bir tür tül, bir nevi mesafe varmış gibi hissettirmişsin. Bu gözlemi yorumlar mısın?
Nostaljiden uzak durmaya çalıştım. Ermeniler üzerine kurulan ‘kaybedilenler’ okumasına doğru gitmek istemediğim için bağlamı biraz Anadolu’dan koparmak istedim. Bu insanlar zaten koparılmışlardı. Onları tekrar oraya yerleştirmek istemedim.
Sanki uluslararası bir sergide izlesek, o serginin dahil olduğu kavramsal bakışa dahil olacakmış gibi bir evrensellik yansıtır gibiler…
Evet, yapmak istediğim şeylerden biri de oydu açıkçası. Doğrudan koparmak. O tül dediğin de, çok dramatik olmasını arzu etmediğim bir yaklaşımdı.
Eserlerin renklerindeki uçmuşluk ve dönüşmüşlük, eski fotoğrafların bugüne ulaştırdığı muğlak hakikate de göndermede bulunur gibi geliyor.
Evet. Bunları tamamen gerçeğe yakın renklerle yapsaydım, toplumsal gerçekçi ressamlara yaklaşacaktım. Sergideki kimi işlerde de senin fark ettiğin gibi, tamamen soyut bir yoruma gitmiş oldum. Burada gördüğün yerlere doğrudan Anadolu da diyemezsin. Öte yandan insan bazen, çalıştığı sırada yaptığı işin güzelliğine de yakalanabiliyor.
Sergideki işlerin barındırdığı ciddiyet ve hayal gücü karşısında nasıl başa çıkacağımızı bilemediğimiz durumlar olabiliyor…
Açıkçası onu ben de çalışarak buldum. Deneye deneye. Buna atölyede karar veriyorsun. Düşünülmüş bir şey değil ama, bulduktan sonra düşünmeye başlıyorsun ve dediğin gibi, içinde ne kadar zıtlık ve tansiyon düşürme olduğuyla ilgileniyorsun. Yani evet, orada kimi eserde silahlar var ama, doğrudan silahları göstermek istemiyorum. Silah orada bir imgeden ibaret. Bu sergide izlenmek üzere sayısını 16’ya düşürdüğüm eserim bulunuyor. Bunun dışında aynı dönemden birkaç işim daha mevcut.
Tarihi belgelemek de, arkasından konuşmak da zor. Bu durumu sergi metninde ‘tanıklığın imkânsızlığı’ gibi bir ifadeyle okunur kılmışsınız, o çok dikkat çekici.
Evet, belgelemek sanatçının yapacağı bir şey değil aslında. Onu başka türlü düşünmek gerekiyor. Ben burada resim yapmak istedim. Bunu nasıl çıkarabilirim sorusunun peşine düştüm. Bundan önceki Patriğin Felaketi adlı seriden, bu işlere bir şeyler geçti sanırım.
Serginin tarafınızdan hazırlanmış olan sunuş metnini incelediğimizde, etkinliğin ‘Ateş ve Kılıç Arasında’ şeklindeki ismini, yazar Zabel Yesayan’ın 1909 Adana katliamını betimlemesinden aldığını öğreniyoruz. Bu yazardan biraz daha bahsedebilir misiniz?
Açıkçası bahsedemem. Çünkü ben de o yazarı İstanbul’a gelen Mark Nişanyan ile tanıdım. Zaten Nişanyan’ın kendisi de söylüyor: “Ermenistan’da, Diasporada bilinmediği gibi, Türkiye’de de bilinmiyor.” Çok doğru. Tanımıyoruz kendisini. Çünkü okuyamıyoruz. Ermeni edebiyatında 19-20’nci yüzyılda çok önemli bir isim kendisi ve biz ancak, şimdi onu öğrenmeye başlıyoruz.
Son 10 yıla yakın süredir, 1915 yılında yaşananlara yönelik akademik, sosyal, kültürel ve sanatsal üretimde gözle görülür bir yaygınlaşma izliyoruz. Kitabevlerinde ciddi bir birikim oluşmaya başladı. Buna bir umut ışığı olarak bakmak doğru olur mu ?
Tabii ki ancak bir de şu yanı var; bu konuda yapılan çalışmaların kiminde de ‘Yüzüklerin Efendisi’ misali, ‘hayaletli’ başlıklar, nitelemeler yapılıyor. Bu bizi gerçekten uzaklaştırıyor ve insanlara duymak istediklerini veriyormuş gibi geliyor. Bu konuda kalem oynatan ve benim metinde de andığım Hagop Oşagan ise, yaşananları büyük harf kullanarak – o dönemde soykırım kelimesi kullanılmadığı için – ‘Felaket’ biçiminde niteliyor. Tabii Oşagan da bu unutuluştan nasibini alıyor. Tıpkı Rojava’yı unuttuğumuz gibi. Ne kadarını hatırlıyoruz yaşananların, orası tartışmalı.
Yapıtların oluşum seyrinde size esin kaynağı olan kitaplar olmuş muydu?
Aras Yayıncılık’ın Geri Dönüşü Yok isimli çalışmasından çok etkilendim. Bursalı bir ailenin anılarını 14 yaşındaki kız çocuğu Vahram Altonian üzerinden işleyen bu 29 sayfalık asıl bütünde, Türkçe anlatılmış anılar, Ermenice harflerle yazılıdır. O kitap beni bayağı etkilemişti.
Bugünün kuşağının yaşananlar karşısında ne yapması gerekli?
Çoktan bu evreyi geçmiş olmamız lâzımdı. Tabii ki, anlamak adına olanların, verilen emeklerin hepsi iyi. Bana öyle geliyor ki, yine de gerçek rayında gitmiyor gibi sanki. Bir kesim, durumu sürekli yumuşatmaya çalıştıkça gerçekten uzaklaşıyor. Başka bir dil üretilerek, ‘Biz de kaybettik,’ denilmeye başlanılıyor. Oysa o insanlarla birlikte koca bir dilin, bir kültürün yok olduğu unutuluyor. Geride kalanlar ha keza, yıkıntılar yalnızca. Aslına bakarsanız kültür anlamında ‘Ermeni’ diye bir şey de yok. Bugün İstanbul’da bir kişi oturup da Ermenice bir roman yazamıyor.
Serginin güncesi var mı ?
Evet, ben genelde notlar ve defterlerimle çalışmaya çalışıyorum ama bunlar yayın amaçlı değiller.
Bu kadınların ardından, insan çocukları nasıl yorumlayacağınızı merak ediyor…
Aslında öyle bir serim var. ‘Cennetin Bahçesine Doğru’ isimli bir seri yapmıştım. O da, vaktiyle Beyaz Saray’da sergilenen ve Felaket’ten kurtulan yetim Ermeni çocuklarının ördüğü ‘Cennetin Bahçesi’ isimli halıyla ilişkili. Çocuklar, bu halıyı kendilerini kurtaran ABD’li misyonerlere hediye ediyorlar. Bu olay 1918-19’da yaşanıyor, hatta bu halı bir süre Beyaz Saray lobisinde sergileniyor. Ancak buradan hareketle ürettiğim seri çalışmayı henüz hiçbir yerde sergilemedim.
Bilgi: www.oktemaykut.com