Multimedya yerleştirmeler üzerinden spekülatif deneyimler sunan sanatçı Ozan Atalan ile Mixer’de ziyaretçiyle buluşan “Çıkmaya Zorla/Force Quit” isimli dördüncü kişisel sergisi üzerine sohbet ettik.
Ozan Atalan’ı geçtiğimiz sene “Yedinci Kıta” temasıyla 16.’sı gerçekleşen İstanbul Bienali’nde yer alan manda iskeleti ve ona eşlik eden videonun yer aldığı Monochrome işi ile daha yakından tanıma fırsatı yakalamıştım. Çalışmalarının çıkış noktasında antropoloji, doğa gibi konuların bulunduğu, insanın kendisi ve dünyayla olan ilişkisini sorgulamak adına alternatif algı alanları yaratan Ozan Atalan, insan-doğa-kültür kavramlarını aynı çerçeve içinde şekillendirerek insan ve yeryüzü arasındaki hâkimiyet düzeni hakkında disiplinler arası düzlemde sözler üretiyor. Sanatçı, 4. kişisel sergisi “Çıkmaya Zorla/Force Quit”te -pandemi sürecinde benim de kişisel olarak kendi içimde daha çok sorguladığım- insan-doğa ilişkisine odaklanıyor ve Atalan sergisiyle ilgili olarak “son zamanlarda doğanın ve aslında insanın aleyhine olan doğal ve sosyal krizlerin temelinde olduğuna inandığım ikici ve insanmerkezci yoruma kilitlenen bir program gibi yaklaşıp bu anlayıştan çıkmayı önerdiğini” söylüyor. Aynı zamanda Atalan, pandemi sürecinde sergisini yeniden ele alış şeklini ise “olanı olduğu gibi göstermek, etrafımı saran dijital imgeler ve fantezi dünyasında doğanın gerçekliğine sadık kalmak, kozmik önemsizliği hissederek insan olmayan varlıkların paradigmalarını hayal etmek ya da algı-gerçeklik arası gibi geçiş alanlarında bütünleştirici yaklaşmak” olarak açıklıyor.
Sergiye hazırlık sürecinizden bahsederek başlamak isterim. Doğa ile ilişkimizi sorgulamamızın daha da önemli hâle geldiği ve birçok insanı zorunlu bir çıkarım yapmaya zorlayan bu pandemi günlerinde “Çıkmaya Zorla” serginize hazırlanırken nasıl süreçlerden geçtiniz? Sergiye hazırlık aşamaları nasıl gelişti?
Serginin hazırlık süreci karantina öncesini, karantina dönemini ve sonrasını kapsıyor. Kolektif kaygı dönemi benim de modumu etkiledi kaçınılmaz olarak. Kişisel sergi olmasının sorumluluğu, sonraki zamanların belirsizliği ve evden çıkamama gibi materyal koşullarla birleşince kaygı seviyemin yükseldiği dönemler oldu. Serginin açılıp açılmayacağından bile emin olamadığım ve prodüksiyon işler için birlikte çalışacağım insanlarla iletişime geçemediğim bu zamanlarda daha çok içerik üzerine kafa yordum ve el yordamıyla yedek planlar yaptım. Aslında rasyonel düşünmekten ziyade hayal etmek ve süreci hissetmek, işlerin oluşması ve koşullara göre dönüşmesinde çok etkili oldu. Zor bir dönem ama global bir travma döneminde sergi yapmanın garip ve buruk bir zevki de var; çünkü gerçeklikler, normaller ve algılar değişiyor. Yaşanan bir tarihin merkezinde hissediyorsunuz ve söyleyecek sözünüz artıyor. Olup bitenlere karşı bir çeşit savunma mekanizması olarak nötr kalmayı seçtim; sadece gözlemledim. Ülke ve dünya gündeminde ya da kişisel ilişkilerimde “Bu gerçekten oluyor mu; yoksa ben mi öyle algılıyorum?” ikileminden kurtulmanın yolu da bu nötr tavırdı. Bu psikolojik durum birçok anlamda sergiyi yeniden ele alışıma da yansıdı: olanı olduğu gibi göstermek, etrafımı saran dijital imgeler ve fantezi dünyasında doğanın gerçekliğine sadık kalmak, kozmik önemsizliği hissederek insan olmayan varlıkların paradigmalarını hayal etmek ya da algı-gerçeklik arası gibi geçiş alanlarında bütünleştirici yaklaşmak. Serginin alt yapısındaki düalitelerin bütünleştirici yorumu, insan aklının meşruiyet ve aşırı rasyonelleştirme kapasitesinin sınırsızlığı ve insanmerkezcilik alternatifleri gibi düşünceler pandemi sürecinin armağanı olarak iyice pekişti aklımda. Tabii karantina sonrası yazının yoğun çalışma temposu da malzeme seçiminden tutun da kullandığım tekniklere kadar serginin mesajını etkiledi. Estetiğe ve malzemeye ben-merkezli yaklaşmamayı ve onun kendi kararlarına daha fazla yer vermeyi öğrendim.
“Force Quit/Çıkmaya Zorla”yı “kilitlenen ya da çalışmayan dijital uygulamalardan kurtulmanın yolu; aynı zamanda bizi hapseden düalist insanmerkezci düşüncenin çalışmadığı noktada; çıkmaya zorlamak için bir metafor” olarak tanımlıyorsunuz. Bu tanımını biraz detaylandırabilir misiniz? Eserlerinizde bu tanım nasıl karşılık buluyor?
İnsanmerkezcilik, üzerinde çalıştığım doktora tezimde de geniş yer verdiğim bir konu. Kabaca insanın insan olmayan canlı ve cansız varlıklar üzerindeki hiyerarşik bir sahte-üstünlük yanılgısı ve onlara kendi değer yargılarını empoze ederek sahip gibi yaklaşma hâli olarak anlamlandırılabilir. Örneğin sessizlik. İnsanın duyum eşiği 20 hz ile 20.000 hz arasında. Bunun altında kalan duymama halini imkânsız bir objektiflikle sessizlik olarak adlandırıyoruz. Oysa bu durum sadece insan için geçerli; insan olmayan hayvanlar için değil ya da bitkilerin algımızdan bağımsız on beş farklı duyusu daha var. Benzer şekilde Sylvia Earle’nin dünyanın yüzde yetmişi suyla kaplı olmasına rağmen ona "Earth (Yeryüzü)" deyişimiz tespiti gibi. İnsan paradigmasının dışında kalan, insan algısından bağımsız gerçekliğin ihmal edilerek inşa edilen kültürlerin şu an içinde bulunduğumuz çağdaş varoluşçu kaygılara yol açtığını düşünüyorum: küresel ısınma, iklim krizi, kimlik odaklı çatışmalar, ekonomik çıkar ve statü merkezli yaklaşımlar, bozulan doğa, artan kibir ve anlam kaybı… İnsanın dış doğada ve iç doğasında ya da dünyayı algılayışında var olan düaliteleri ayrıştırıcı yorumlaması bu insanmerkezci yaklaşıma yol açıyor olabilir. İnsan ve doğa ya da ben ve öteki düalitelerinde olduğu gibi. Bir bütünü var eden ve birbirinden bağımsız anlamından kaybeden parçalar olarak görmek ve aralarındaki farklılıkları kutlamak yerine hiyerarşik ilişkiye sokulması dengeyi bozuyor ve bir arada varoluş hâli çatışmaya dönüşüyor. Sonrasında, zaten olan bir durum kültürün müdahalesiyle ideale dönüşüyor. İşin tuhaf yanı, aslında doğanın insanla çatıştığı yok, çünkü yabanıl doğa bizim varoluşumuza karşı nötr ve ilgisiz. Bizi ne seviyor ne de nefret ediyor. Doğayı romantize eden, idealize eden ya da düşmanlaştıran yine insan algısı. Sergi bu yüzden yer yer olanı olduğu gibi gösteriyor, bazen de eleştirel yaklaşıyor. Göz Hizası adlı video yerleştirmede ekranın görmezden geldiğimiz fiziksel varlığı ve dijital-siber boşluk kendini de belli ederek göz hizasına ve alışılageldik perspektif algısına uygun olarak dijital doğa temsilleri sunuyor. Gerçeklikler Arası adlı beton rölyef çimento ile doğadan olduğu gibi gelen parçaların karışımıyla organik ve endüstriyeli ortak bir varoluş formu olarak sunuyor ve betonun doğanın tahribatına yaptığı katkıyı gösteriyor. Simule adlı dijital enstalasyon, elle dokunulamaz nitelikteki dijital videodaki doğa temsili ile elle dokunulabilir fiziksel yapay doğanın bir araya gelmesiyle yapay ve doğalı, dijital ve fizikseli birleştiriyor. Ya da Dual adlı çalışma izleyicinin kendini tuval karşısındaki konumlandırmasına bağlı olarak okunur oluyor ve algı ile gerçekliğin bütünleşmesiyle algılanabiliyor. Ama sonuç olarak ışık koşulları değiştiğinde okuyamasak da o yazılar orada. Ayrıştırıcı yaklaşılan düalitelere karşı bütünleştirici bir tavrı var serginin. Bunun içinde insanın insana yaptığı ile insanın doğaya yaptığının denkliği de var; Zarif Yabancılaşmam adlı foto-heykel enstalasyonda olduğu gibi. İnsan dışarıdan müdahaleyle mükemmel geometrik düzende bir form olan küpe dönüşüyor. Son zamanlarda doğanın ve aslında insanın aleyhine olan doğal ve sosyal krizlerin temelinde olduğuna inandığım ikici ve insanmerkezci yoruma kilitlenen bir program gibi yaklaşıp bu anlayıştan çıkmayı öneriyor.
İnsan ve insan olmayan varlıkları “dönüşüm” kavramı üzerinden birlikte-varoluş formunda sunuyorsunuz. Bunu insan bedeninden parçaları bir küp olarak sunduğunuz eseriniz Zarif Yabancılaşmam üzerinden konuşmak istiyorum. Sizin için insan bedeninin fiziksel varoluşunun farklı formlarda yer alması bir yeniden varoluş mu yoksa kaçınılmaz bir son olarak görülebilecek bir yok oluş mu?
Zarif Yabancılaşmam’ı, insanın kendine ve çevresine yabancılaşmasının estetize edilmiş hâli olarak tahayyül ediyorum. Dönüşüm dediğimiz şey de özüne sadık kalarak değişme hâli. Hiçbir madde yoktan varolup varken yok olmuyor; sadece dönüşüyor. Kanıtlanabilir beş duyumuzla fizik dünyanın kurallarıyla sınırlı durumdayız, belki de bu kurallarla özgürüz. Ötesi üzerinde objektif bir uzlaşma şu anki algımızla imkânsız gibi gözüküyor. Oradaki küp yapay bir form; insan bedeni ise doğal ya da evrimin karar verdiği. Yine bir arada varolma hâli var, temsil boyutunda olsa da. Ama temsil olmadığını düşündüğüm şey, insan bedeninden dış müdahale ile tek tek kesilip çıkarılan parçaların onu amorfluktan geometrik mükemmellikte düzenli bir forma sokmasıyla oluşan yabancılaşma hissi. Varlık ve yokluk ya da varoluş ve yok oluş kavramlarının tanımsal ya da epistemolojik olarak ne olduğu konusunda emin değilim; olmak da istemiyorum. Tek bildiğim varolduğunu hissetmenin, sadece hissetmenin çok güzel bir his olduğu. Oradaki formel dönüşümde küp insan bedenine dönüşüyor, bedense küpe. Kalan vücut parçalarıyla birlikte anlam üretiyorlar ve model-fotoğraflama-baskı-heykelleştirme-yerleştirme aşamaları yabancılık hissine dönüşüyor. Yani varolan şey, insanın doğallığından koparılıp sistemin isteklerine göre standardize edilmesi. Dönüşülen ve yeniden varolunan hâl olumlu da olabilir olumsuz da ama her hâliyle bunu fark etmek, yani yabancılaşmadan uyanmak iyidir ve yeniden varolma imkânı sunar. İnsanın varoluşu üzerinde orijinal ve bireysel tasarrufları yoksa o bir varoluş değildir zaten, sadece varlıktır, varolduğunu sanmaktır. Materyal koşullardan ayrı değerlendiremem; ideal ve aşkının materyalde saklı olduğu inancındayım. Dış gerçeklik ve algı değişkenleri genellenemeyecek kadar fazla. Bazen küpe dönüşmemiş beden ve ruhlara da varoluş diyemeyebiliriz. Bu yüzden varlığının farkında olunan ve yaşamın gerçek anlamda (iş, eğitim, kariyer, statü, ekonomik özgürlükten bahsetmiyorum) sorumluluğunun alındığı her durumda yeniden varoluş fikri bana daha yakın duruyor. Enstalasyon bünyesindeki durumun da bir yeniden varoluş olduğunu düşünüyorum.
“Düşüncen formsuz
Bedenin hissettirmiyor
İsimler verildi ama
Tanımladıkça belirsizleştin
Gerçeğin kimliği: his
Görünmezsin
Çünkü artık görüntüden ibaretsin”
Serginizde yer alan bu şiirden hareketle, insanın doğayla olan ilişkisine de değinerek dijital sanat ve doğa ilişkisine nasıl bir perspektiften bakıyorsunuz?
Sergide değindiğim düalitelerden biri de bu; yani dijital ve fiziksel, bilgi ve duygu, mekanik ve el yapımı. Epistemolojik duygulanım ve bilginin şiiri öldürmesi ifadeleri yola çıkış noktamdı. Özellikle karantina döneminde dış dünya ile aramıza eş zamanlı olarak dijital mesafe ve dijital yakınlık girmesiyle daha fazla anlam kazandı. Arkasındaki komut satırları hakkında sadece uzman tasarımcıların bilgi sahibi olduğu ara yüzlerden ve temiz görüntülü ekranlardan sıkıldım. Hala yoğun dijital iletişim taraftarı değilim. Bu yüzden yapı bozumcu bir tavırla bitlere inmek istedim. 0 ve 1, insanın düal düşünüşünün dijitaldeki muazzam bir taklidi ve önceden tanımlı kombinasyonlar hâlinde bir araya gelmeden fonksiyon kazanmıyorlar. Dijitalin dünya ile fiziksel iletişimi engellemesinin yarattığı duygu durumuyla bu şiiri yazmıştım ve onun ASCII koduyla tercümesini yapıp insan türüne mensup bir varlık olarak yüzlerce kodu elle yazmanın verdiği yorgunluktan yansıyan hata ve duyguyla veri ile duyguyu bağlamak istedim. Dijital sanatın popüler algıdaki imajları, benim de çoğu zaman takdir ettiğim şekilde, üst düzey teknolojilerin kullanıldığı temiz ve yetkin imajlar. Formelin ötesinde yarattığı his ve etkinin de çok iyi olduğu işler var. Ancak bu bir tavır meselesi. Makinenin kusursuzluğu ile insanın kusurluluğunun bir arada varolduğu bir estetik benimsedim. Nam June Paik’in de bir zamanlar söylediği gibi sibernetik hayat önemlidir; ancak sibernetikleşmiş bir hayata dair yapılan sanat daha önemlidir ve ikincisinin sibernetik olmasına gerek yoktur. Ana akım dijital sanatın steril ara yüz estetiği hâlinin, zaten görüntüye ve temsile dönüşen doğanın gerçekliğinden kopmasına katkıda bulunduğunu; dijitalin de kendi doğasını steril imajlar arkasında sakladığını düşünüyorum. Bu durum insanı ezen ve yabancılaştıran bir durum oluşturuyor, izleyici olarak derin bir bağ kuramıyorum. Gökdelenlerle dolu bir şehirde gökyüzünü görememek ya da gotik mimarinin ihtişamı karşısında ezilmek gibi bir his. Dijital de insanın yarattığı bir durumsa, aralarındaki bağın duygusal anlamda kuvvetlendirilmesini tercih ederim. İnsan-merkezciliğe karşı durmaktan kastım da insansız bir gelecek tahayyülü değil zaten; aksine insanın içinde makinenin, robotların, yapay zekanın da olduğu bir dengeyi hayal ediyor oluşum. Benjamin H. Bratton’ın bu konuda etiği tartıştığı güzel bir tespiti var; Turing testinin başarının kıstası olarak yapay zekâdan insan paradigmasını en gerçekçi hâliyle taklit edebilmesini belirlemesinin, insanmerkezci bir bakış açısı olduğunu söylüyor. Kısacası dijitalin ve dijital sanatın çok yönü var, farklı yaklaşımlar var ama benim durduğum yer insanı ve bir insan üretimi olarak dijitali hibritleştirme hâli. Bunun içinde dijitalde duyguyu aramak da var.
“Uygar Adam der ki: Ben Benim, ben Efendiyim, geri kalan her şey Öteki - dışarıda, altta, altımda, itaatkâr. Ben sahip olurum, ben kullanırım, ben araştırırım, ben sömürürüm, ben denetlerim. Önemli olan benim yaptığımdır. İsteklerim maddenin varolma sebebidir. Ben benim, geri kalanıysa uygun gördüğüm şekilde kullanacak kadınlar ve vahşi doğa.”
İnsan merkezci yaklaşıma getirdiğiniz eleştiriyi dijital-fiziksel, organik-endüstriyel, beden-ruh, hammadde-dönüşüm, insan-insan olmayan varlık düalitelerini sergideki işlerin bünyesinde ortak yaşam formu hâline getirip alternatif gerçeklik alanları sunarak gerçekleştiriyorsunuz. Bu düaliteler bağlamında Ursula K. Le Guin’in de bu alıntısından yola çıkarak doğanın dişil-uygarlığın eril yapısına değinelim mi? Bu düşünce yapısı üretimlerinize ne şekilde etki ediyor?
O zaman ben de söze bir alıntı ile başlayayım: “Bir insan, hiçbir zaman rüzgârın ayak izlerini silemeyeceği kadar sert basmamalıdır.” Rudolf Kaiser’in Tanrı Taşta Uyur isimli kitabından anonim bir karaayak yerlisi sözü. Daha önce sevgili Aysim Türkmen ile fikir alışverişi ile tartıştığımız gibi, insanmerkezciliğin karşısında insan olmayan varlıkların içkin değerlerini koyarak duran Rosi Braidotti ve Donna Haraway gibi önemli düşünürlerin de dişil kimliği öne çıkarmaları tesadüf değil. Ben ve öteki, insan ve doğa, doğa ve kültür gibi ayrışmaların bir diğeri de kadın ve erkek. Erillik ve dişilik erkeklik ve kadınlıkla aynı şey değil; ancak düalitelerden bahsederken değinmek istedim. Evet, eril ve dişil yapılar doğadan gelen farklılıklar; ancak bunu farklılıkların ying-yang ilişkisi içinde bütüncül, dengeli, ortak bir yaşam formu olarak yorumlamak yerine bir üstünlük ilişkisine dönüştüren ne yazık ki erkek egemen kültür. Bu eril ve dişilin insanmerkezci yorumu. İnsan ve doğa düalitesinin ayrıştırıcı ve insanı dikey yapıda üste koyan yorumunun aynısı kadın ve erkekte de oluyor, cinsel kimliklerde de toplumsal kimliklerde de etnik kimliklerde de… Bu yüzden eril ve dişillik üzerinden yapılan eleştiriyi ve analojik bağlantıyı anlayabiliyorum; hiç de mantıksız gelmiyor ancak yine de insan sonrası paradigma arayışının önerdiği eşitlikçiliğe yakın durduğum için bu düşüncenin de insanı ve erilliği birbirine bağlayıp genellediğini düşünüyorum. Eşitsizliği göstermek adına radikal bir analoji; ancak insan hem eril hem dişildir ve doğa da hem eril hem dişildir. Bu yüzden söze eril ve dişil yapıya değinmeden ‘insan’ olarak başlayan alıntıyı başta paylaşmak istedim. Çalışmalarımda farklılıkların olumsuz duygular olmadan bir arada varolduğu bir düşünce yapısıyla hareket ediyorum. Küpe dönüşen vücut çalışmamda da daha androjen fiziksel ve karakter yapısında bir modelle çalışmamın nedeni de buydu. Hibritleşme estetiği peşindeyim.
Bir eseri üretirken veya özellikle bir sergiye hazırlanırken gerçekleştirdiğiniz ritüeller var mı?
Objelerim var, çalışma ortamlarımda hep yanımdalar ya da ben onların yanındayım. Mekânı hissetmek ve orayla bağ kurmak önemli. Mekân içinde varolma anlamında örümcek ve kunduzlara yakın bulurum kendimi, onlar gibi algılamaya çalışırım. Çalışmaya başlamadan önce algı temizliği ritüelim var. Bir süre boş bir duvara bakmak da olabiliyor bu.
Hepimizin aktivitelere fiziksel olarak katılmaya çekindiği bu pandemi döneminde fiziksel olarak bu sergiyi seyircisiyle buluşturmak nasıl hissettirdi? İzleyiciden aldığınız tepkiler nasıldı?
Bunun risklerini, olumlu yanlarını çok düşündüm ve etik sorgulamasını yaptım sergi öncesinde de sonrasında da. Sosyal mesafe, maske ve hijyen kurallarına uygun ilerledik çünkü hiçbir şey sağlıktan daha önemli değil. Hayat bir şekilde devam ediyor, edecek, etmek zorunda. Bir yandan sosyal bir etkinlikte olmanın hafif tedirginliği, bir yandan özlediğim arkadaşlarımı görmenin ve işimi fiziksel olarak yapmanın mutluluğu, bir yandan da devam etmesi gereken ve ne yazık ki maddi desteğin iyice azaldığı kültürel hayata katkıda bulunmanın heyecanı vardı. Çünkü insanların biyolojik varlıklarını olduğu kadar kendilerini hayata bağlayan ve heyecan katan psikolojik varlıklarını da beslemeye ihtiyaçları var. Bu bakımdan içim rahat. İzleyicinin mekânda mümkün olduğunca seyrek bulunması için olan yedi saatlik açılış da dâhil olmak üzere farklı bir maceraydı. Aynı anda birçok hissi yaşadım. Tepkilerin farklılığı oldukça hoşuma gitti. “Çıkmaya Zorla”yı ya da tek tek işleri bireysel yorumlarla duymak her zaman çok keyifli. Bu sergide dikkatimi çeken şeyse izleyicilerle her zamankinden daha fazla düşünsel ve duygusal bağ kurabilmemiz ve bu bağı sohbet ile daha fazla paylaşabilmemizdi. Bunda birbirimizi anlamaya duyduğumuz ihtiyacın artması, aylar sonra bir fiziksel sergi olması, kısıtlı da olsa sosyalleşmeye duyulan özlem etkili oldu sanırım.
Pandemi sebebiyle evlerimize kapandığımız bu süreçten de bahsederek bitirelim isterim. Pandemi süreci üretiminizi nasıl etkiledi? Gelecek planlarınızdan da biraz bahsedebilir misiniz?
Psikolojik ve ekonomik olarak çok etkilendiğimi söyleyemem. İzolasyon hissini bilirim, sosyal olarak bu kadar olmasa da hep mesafeli bir insandım. Kendimle baş başa kalmayı da severim. Bağımsız çalışan bir sanatçı olarak ekonomik durumumda da sanattan gelen kazanç anlamında büyük bir değişiklik olmadı. Pandemiden olumsuz etkilenen kurum ve sanat profesyonellerini görmek üzücüydü; ancak bu durumun birbirimizi daha iyi anlayıp empati kurabilmemiz için bir fırsat yarattığını da düşünmeden edemiyorum. Gelecek ile ilgili uzun vadeli plan yapmaktan vazgeçtim, yapabildiğim ölçüde anı yaşamaya odaklıyım. Böyle olunca samimiyet ve başarının da başkaları için ya da kişisel yetersizlik hislerini örtbas etmek için değil; kendiliğinden, hırssız ve kibirsiz geldiğini düşünüyorum. Ancak azmimden ve çalışmaktan vazgeçmedim. Doktora tezimi bitirip akademik hayatımı renklendirmek ve tabii ki sanat üretimime daha da derinleşerek devam etmek istiyorum. Her sergide kendimi, insan doğasını ve dışımızdaki doğayı daha farklı bir yönden görüyorum ve bunu yaptıkça üretim organik bir şekilde oluşuyor. Tasarladığım şey beni tasarlıyor da diyebiliriz buna.
Sorularımı cevaplamaya vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim. :)
Ben de teşekkür ederim :) Keyifli ve düşündüren sorulardı.
*Ozan Atalan’ın “Çıkmaya Zorla/Force Quit” isimli dördüncü kişisel sergisini, 31 Ekim 2020 tarihine kadar 12.00-18.00 saatleri arasında sosyal mesafe kurallarına uyarak Mixer’de ziyaret edebilirsiniz ya da buradan sanal tur yapabilirsiniz.