Fotoİstanbul, geçtiğimiz yıl olduğu gibi yine Beşiktaş’ın sokakları/meydanları ve Ortaköy’deki yetimhane binasına konuşlanan sergileri ve bölgedeki farklı mekânlarda ağırlıkla açılış haftasında gerçekleşen sanatçı/editör söyleşileri, yuvarlak masa toplantıları, portfolyo değerlendirmeleri ve ustalarla söyleşiler gibi paralel etkinlikleriyle -en azından boyutları itibarıyla- sezonun fotoğraf özelindeki başlangıç etkinliği olmayı başardı demek hiç de yanlış olmayacak. Başlangıç etkinliği diyorum çünkü daha o sona ermeden, 6 Kasım’da, onun kadar iddialı olmasa da geçtiğimiz yıla kıyasla bu yıl daha incelikli hazırlanmış ve tematik olarak çarpıcı başlıklara ayrılmış bir içeriğe ve daha etkileşimli ‘yan oda etkinlikleri’ne sahne olacağa benzeyen 2.Belgesel Fotoğraf Günleri başlıyor. 22 Kasım’a kadar devam edecek olan 2.Belgesel Fotoğraf Günleri, Fotoğraf Vakfı tarafından düzenleniyor ve etkinlikler SALT Galata ile Galata Fotoğrafhanesi’nde gerçekleşiyor. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi bünyesinde kurulan Fotoğraf Uygulama/Araştırma Merkezi’nin (FUAM) son dönemin fetiş nesnesi haline gelen fotoğraf kitabı yapımına odaklanan ve ilki Aralık ortasına tarihlenen atölyeler zinciri ve Mayıs ayında gerçekleştirilmesi planlanan fotoğraf kitapları festivali de sezonun bir diğer çarpıcı -uzun soluklu- etkinliği olacağa benziyor. Ama şimdi bunları bir kenara bırakalım ve bu yazının esas oğlanı Fotoİstanbul’a dönelim.
Sanat yönetmenliğini Attila Durak’ın, küratörlüğünü ise Jason Eskinazi ve Hüseyin Yılmaz’ın yaptığı Fotoİstanbul, ‘Şehirler ve Hikâyeler’den sonra bu yıl ‘Başka Hayatlar’a odaklanıyor. Durak, festival kataloğunun giriş metninde “Festivalimizin ilgi alanı daha çok kim olmadığımız, yani başkalarımız… Bizler, başkalarımızı anlamak ve onları değişmeleri umuduyla değil, oldukları gibi tanımak, hayata sadece kendi açımızdan değil, başka açılardan da bakabilmek, yeri gelince kendimizi bile başka açılardan seyredebilmek, başka düşünceleri, başka aşkları, başka güzellikleri, başka mutlulukları, başka acıları hissetmek istiyoruz… Sizi kendi başımıza yaşadığımız değil, kendi başkalarımızla paylaştığımız bir dünyaya davet ediyoruz.” sözleriyle özetliyor festivalin kavramsal çerçevesini. Her ne kadar ötekileştirme tuzağına düşme ihtimaline rağmen çıkış noktası olarak isabetli bir karar olsa da, tıpkı geçtiğimiz yıl olduğu gibi bu yıl da festival teması olarak geniş ve altı kolay doldurulabilir bir tema seçildiğini belirtmeliyim. Çok uzaklara gitmeden örnek vermek gerekirse, geçtiğimiz yıl festivalde sergilenen çalışmaların büyük çoğunluğunun ‘Başka Hayatlar’ teması altında bu yılki festivalde de rahatlıkla sergilenebilir olduğunu söyleyebilirim. Ya da tam tersinin mümkün olduğunu… Hal böyle olunca, ya daha derinlikli ve üzerinde çalışılmış bir kavramsal çerçeve çizilmesi gerektiğini ya da tüm bu tema bulma saplantılarını bir kenara bırakıp ‘beğendiğimiz işler budur ve sizlerle bunları paylaşmak istiyoruz’ diyerek bir festival içeriği oluşturmanın daha samimi olacağını düşündüğümü söylemeden geçemeyeceğim. Kavramsal çerçeve demişken, bu yönde genelde çok başarılı işler çıkaran Noorderlicht Fotoğraf Festivali’ni anmadan geçmek olmaz. Heyecan verici, merak uyandırıcı ve ortaya gerçekten ‘yeni’ bir şeyler koyan kavramsal çerçeveler için, geçtiğimiz günlerde sona eren 22. edisyonunda, sanal ağlarla örülü günümüz dünyasında, hayatımızın gidişatını ve tüm sanal toplumu şekillendiren -çıplak gözle görülemeyen- veri trafiğini ve bu veriler üzerinde halen ne kadar kontrol sahibi olabildiğimizi sorgulayan işleri ‘Data Rush’ başlıklı ana sergide bir araya getiren Noorderlicht’in son yıllardaki edisyonlarının temalarına bir göz atmanızı öneririm. Bu noktada -ana sergi demişken- bir demişken daha deyip, Fotoİstanbul ile sınırlı olmadan, fotoğraf festivallerinin yapısal özelliklerini yeniden gözden geçirmenin de iyi olabileceğini hatırlatmak lazım. Tek bir tema etrafında onlarca ismin sergilerini ard arda dizip tüm bir festivali kotarmak gibi iddialı bir işe girişmek yerine daha az sayıda sanatçı ve daha az sayıda işten oluşan ama sözünü daha net bir şekilde söyleyebilen tematik bir ana sergi ortaya koyup bunu uydu sergilerle desteklemek, hem küratörlerin hareket kabiliyeti için daha alan açıcı olabilir hem de ana serginin de kendi başına bir ‘iş’ olarak değerlendirilmesini getireceği için daha meydan okuyucu olabilir.
Açık Hava Sergilerinin Göze Çarpanları
Bu seneki Fotoİstanbul’un öne çıkan işlerinden bahsetmeden önce festivalin ana mekânları olarak planlanan ve duyurulan Barbaros ve Demokrasi meydanlarının Büyükşehir Belediyesi’nin kararıyla son dakikada festivalin elinden alınmasını üzücü ve tam da ‘Türk’ işi bulmakla birlikte bu meydanlara kurulması planlanan sergilerin Köyiçi’ndeki Kartal Heykeli’nin etrafına, Barbaros Bulvarı üzerindeki Ertuğrul Tekke Camii önündeki alana ve Bahçeşehir Üniversitesi’nin yanındaki -bir zamanlar Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi’nin bulunduğu- boş alana dağıtılmış olmasını daha hayırlı bulduğumu söylemeliyim. Çünkü geçen seneki festival yazımda da belirttiğim gibi Fotoİstanbul’daki açık hava sergilerinde -bence küratöryel bir eksiklik göstergesi- hazmetmesi zor sayıda çok fotoğraf yer alıyor ve bir noktadan sonra izleyici olarak ilginiz dağılıyor. Bu nedenle bu kez açık hava sergilerinin birbirinden görece uzak üç alana -mecburen- dağılmış olması, bu fotoğraf yüklemesini izleyici nezdinde bir nebze azaltmış görünüyor. Küratörlerin, işlerin içeriklerine uygun olarak en iyi sergileme alternatifini arayışları bu yıl da yine gerçekten başarılı olsa da sergilenen fotoğrafların çokluğunun o işlerin gücünü azalttığına ilişkin eleştirim halen baki. Açık hava sergilerinin, izleyicilerin ağzına bir parmak bal çalıp iştahını artıracak bir ‘vitrin’ görevi üstlenmesini daha yerinde buluyorum.
Gelelim mekân mekân öne çıkan işlere… Beşiktaş Köyiçi’ndeki Kartal Heykeli’nin etrafına yayılan işlerden başlayalım. Bu küçük meydan, gün içerisinde on binlerce insanın geçtiği bir nokta olması itibarıyla bir yandan Fotoİstanbul’u daha görünür kılma potansiyeli barındırırken, diğer yandan işlerin kalabalıklar arasında kaybolma riskini de taşıyor. Festival yönetimi de bu riski fark etmiş olacak ki burada bazı sergiler için kullanılan boş mekânların dış cepheleri sonradan büyük bannerlarla kaplanarak festival vurgusu artırılmış. Burada yer alan tek çarpıcı iş, Kürşat Bayhan’ın İŞİD’den kaçan Yezidilerin yanlarında getirdikleri ve hepsi birbirinden farklı otantik kumaşlarla sarılmış su şişelerinin portrelerinden oluşan serisi. Evlerini terk etmek zorunda kalan insanların çıkmak zorunda bırakıldıkları uzun yolculukta yanlarına alabildikleri nadir şeylerden biri olan su şişelerinin beyaz fon önünde çekilmiş fotoğrafları, hem derdini dolaysız anlatabilmesi hem de temiz görsel diliyle, festivalin en akılda kalan işlerinden biri. Fakat ne yazık ki Kartal Heykeli’ni çepeçevre kuşatan bir şekilde sergilenen Su Şişeleri, festivalin daha ikinci gününde çeşitli yerlerinden darbeler almış, üzeri afişlerle donatılmış ve önüne park eden paket servis motosikletleri nedeniyle görünmez olmuştu. Bazıları böyle bir etkileşimi, festivalin ne kadar hayatın içinde olduğuna dair olumlu bir şekilde yorumlayacaktır mutlaka. Ama öte yandan bu müdahaleleri, bu fotoğraflar sadece burada sergilendikleri ve kapalı bir mekânda tekrarları olmadığı için Bayhan’ın işine yönelik bir haksızlık olarak da yorumlamak mümkün. Ursula Schulz-Dornburg’un aynı meydandaki bir binanın dış cephesinde sergilenen Otobüs Durakları işi ise tüm festivalin en güme giden çalışması olmuş. Ermenistan’da hiçliğin ortasında birer anıt gibi yükselen -Komünizm döneminden kalma- otobüs duraklarını fotoğraflayan Schulz-Dornburg’un bu işi, muhtemelen son dakikadaki yer iptalinden dolayı, festivalin üç açık hava mekânına dağıtılmış ve bu dağılım işin toplamdaki etkisini tamamen azaltmış.
Serencebey’deki ikinci açık hava mekânında ise -aynı zamanda festivalin Ustalarla Söyleşi akşamlarının ustalarından da biri olan- Halûk Çobanoğlu’nun sadece bir müzik türü olmaktan öte bir yaşam biçimi olan Arabesk’i ele alan ve on yıl gibi uzun bir süreye yayılan ‘çok renkli’ belgesel çalışması; Ortadoğu’daki tamamı kadınlardan oluşan ilk fotoğraf kolektifinin kurucularından biri de olan Tanya Habjouqa’nın 2014 yılında World Press Photo yarışmasında da ödül kazanan ve geçtiğimiz günlerde kitap olarak da yayımlanan, işgal altındaki Batı Şeria, Gazze Şeridi ve Doğu Kudüs’te yaşayan Filistinlilerin her şeye rağmen gündelik hayatlarına devam etmelerini olağanüstü bir şekilde belgeleyen İşgal Edilmiş Zevkler’i ve Bradley Sacker’ın ülkelerindeki şiddetten kaçarak Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin belki de artık tekrar dönme umutlarının kalmadığı evlerinin anahtarlarını ellerinde tuttukları fotoğraflardan oluşan -ve keşke Kürşat Bayhan’ın Su Şişeleri’yle yan yana sergilenselerdi dedirten- Suriye Nakbası/Yuvanın Anahtarları serisi kayda değer işler olarak dikkat çekiyordu.
Bahçeşehir Üniversitesi’nin yanındaki alan ise açık hava sergilerinde en geniş katılımın olduğu alan. Burada sizi ilk önce -Fotoİstanbul’un onur konuğu da olan- Ara Güler’in bir kısmı bilinmeyen İstanbul fotoğraflarından oluşan Kayıp İstanbul sergisi karşılıyor. İki ‘ARA’ arasında oluşturulmuş duvarların hem önünü hem arkasını kaplayan fotoğraflar artık var olmayan bir İstanbul’u anlatıyor. Güler’in en klasik fotoğraflarının ağırlıkta olduğu bu seçkide daha önce gün ışığına çıkmayan fotoğraflar da yer alıyor ama bu fotoğrafların diğerleri kadar etkileyici olduklarını söylemek maalesef güç. Duvarlar arasındaki mesafenin dar oluşu da bu kadar büyük boyutlu fotoğrafları izlemek için bir handikap. Ara Güler’in fotoğraflarının hemen aşağısındaki alanda ise festivalin bir diğer usta konuğu Josef Koudelka’nın 1991 yılından beri üzerinde çalıştığı, Akdeniz’e kıyısı olan 20 ülkedeki arkeolojik kalıntılar projesinin Türkiye ayağında çektiği fotoğraflardan oluşan bir seçki yer alıyor. 2017 yılında Paris’teki Pantheon’da ilk kez sergilenecek olan bu projeden Türkiye’ye dair 145 fotoğraflık seçki, basılı bir sergi olarak değil özel olarak hazırlanan bir odada projeksiyon olarak sunuluyor ama fotoğraflar ekrana kaldırabileceklerinden büyük yansıtıldığından ve izleyicilerle ekran arasında yeterince mesafe bırakılmadığından aşırı pikselleşmiş görüntülerle karşı karşıya kalıyor ve birkaç fotoğraf gördükten sonra bu görüntü kirliliğine katlanamayıp kendinizi dışarı atıyorsunuz. Ne Koudelka’nın ismine ne çektiği fotoğraflara ne de böylesine iddialı bir fotoğraf festivaline yakışmayacak bir sunum… Halbuki aynı fotoğraflar, Koudelka’nın hıncahınç dolu bir salonda gerçekleştirdiği söyleşi akşamında da ekrana yansıtıldı ve izleyiciler ile ekran arasındaki mesafe yeterince uzak olduğundan görüntü kalitesinde herhangi bir sıkıntı yaşanmadı. Umarım festival organizatörleri bu hatalarını fark edip sonraki günlerde bu kalitesiz sunumu düzeltmişlerdir.
Bu alandaki dikkate değer çalışmalar ise birçok farklı formatı aynı seride başarılı bir şekilde harmanlamayı beceren Erdem Varol’un karanlık ve olabildiğince kişisel bir kent portresi çizmeye çalıştığı Serbest Düşüş’ü; doğup büyüdüğü -Rusya’nın kuzey kıyılarındaki bir zamanların askeri ve bilimsel üssü olan- kasabaya on dokuz yılın ardından dönen Evgenia Arbugaeva’nın Tiksi’si; Mila Teshaieva’nın Hazar Denizi kıyısındaki üç eski Sovyet cumhuriyetinde yeniden inşa edilmeye çalışılan geçmiş ve gelecek kavramları etrafında dolandığı Umut Veren Sular’ı; İran’ın yakın tarihindeki önemli olayları -biraz fazla plastik dursa da- yeniden canlandıran Azadeh Akhlaghi’nin Bir Görgü Tanığının Gözünden’i ve İstanbul’un farklı ‘yüz’lerini portreler, duvar resimleri ve nesneler ile bir araya getirip diptikler olarak sunmayı yeğleyen James Hughes’ın -tüm fotoğraflar aralıksız yan yana sunulduğundan diptiklerin zor ayırt edilir hale geldiği- ‘Oldukları gibi mi? İstanbul’da görünür olan ‘başka’ kimlikler’i sayılabilir.
Yetimhanenin Parlayan Yıldız(lar)ı
Ortaköy’deki yetimhane binası ise tıpkı geçtiğimiz yıl olduğu gibi yine aksayan birkaç iş haricinde başarılı bir seçkiye ev sahipliği yapıyor. Bunda büyük ihtimalle küratörlerin mekânı iyi çözümlemiş olması ve hem tematik hem de görsel olarak birbiriyle konuşabilecek işleri yan yana getirmeye gayret göstermiş olmalarının payı var. Bertien van Manen ya da Stanley Green gibi isimlerin seslerini, işlerinin sergilendiği odalarda bulunan telefonlardan dinlemek de cabası...
Elbette ki yetimhanenin yıldızı Robert Frank. Fotoğraf tarihinin en önemli isimlerinden biri olan Frank’in orijinal gümüş jelatin baskılarının kolay ulaşılabilir olmamasından yola çıkan ve bir anlamda kitaplarının reprodüksiyonları olarak da adlandırılabilecek Robert Frank, Kitaplar ve Filmler, 1947-2015, ucuz kağıtlara basılıp sergilerin ardından imha edilecek gezici bir sergi olarak Frank’in yayımcısı Steidl tarafından tasarlanmış. Mekânın ortasında tavandan sarkan iplere asılı kitaplar dururken, bunları çevreleyen duvarlarda da Frank’in önemli kitaplarından fotoğraflar şerit baskılar üzerinde sergileniyor. İsminden de anlaşılacağı gibi sergi, üst katlardaki bir odada, Frank’in en az fotoğraf kadar yoğunlaştığı -belge ve kurgu sınırları arasında dolanan- filmleriyle devam ediyor. Filmlerin Türkçe altyazısının olmaması ve konforlu bir izleme düzeninin olmaması ise izleyiciler açısından en büyük handikap.
Robert Frank ile yan yana sergilenen ve onun izleğinden gidip öznel belgesel fotoğrafçılık tanımı bir adım daha ileri taşıyan, Türkiyeli fotoğraf izleyicisinin hiç de yabancısı olmadığı Anders Petersen’in Paris, Stockholm, Roma, Tokyo ve St.Petersburg gibi pek çok kenti tüm kusurlarıyla birlikte fotoğrafladığı ‘Kent Güncesi’ kitapları serisinden yapılmış seçki; Cemre Yeşil ve Maria Sturm’un İstanbul’un kuşçularına, kuşçular ile kuşları arasındaki ilişkiye ve kuşçulukla ilgili detaylara odaklanan ve pek yakında kitap olarak da yayımlanacak olan Kuşların Hatrına’sı; Bertien van Manen’in 1991-2009 yılları arasında, eski Sovyet cumhuriyetlerindeki yaşamı defalarca gidip gelerek, Rusça öğrenerek ve sıradan insanlarla birlikte yaşayarak dolaysız fotoğrafladığı Yüz Yaz, Yüz Kış ve Gitmeden Oturalım’ı; son yılların öne çıkan genç isimlerinden Diana Markosian’ın 1915’te yaşadıkları topraklardan sürülen ve halen hayatta olan yüz yaşının üzerindeki üç Ermeni’nin hikâyesi etrafında şekillendirdiği 1915’i; insanın kendisini harici araçların yardımı olmadan bir bütün olarak görmesinin imkânsızlığından yola çıkan Meltem Işık’ın kendi vücutlarının bir parçasının fotoğraflarına bakan insanların portrelerinden oluşan Aynı Nehirde Bir Daha’sı; genç yaşta aramızdan ayrılan Fethi Sabunsoy’un orijinal karanlık oda baskılarından oluşan Kahvehaneler ve Anadolu’dan Fotoğraflar’ı; Elena Anosova’nın Sibirya’daki kadın hapishanelerindeki izole yaşamları romantize eden Kesit’i; Mathias Depardon’un halen İstanbul Fransız Kültür Merkezi’nde de devam etmekte olan Karadeniz’den Kartpostallar sergisinin geçtiğimiz yılki BookLab’te yaptığı kitap tasarımından ilham alan sunumu ve hemen yan odasındaki Kassel Maket Kitap Ödülü’nde final listesine kalan kitaplardan oluşan bölüm, yetimhanenin keyif veren işleri. Hem yetimhanenin hem de tüm Fotoİstanbul’un keşfi ise bu topraklarda çok da tanınmayan Güney Koreli sanatçı Atta Kim. 1994’ten beri devam ettirdiği işi Müze Projesi’yle yetimhanenin en üst katında yer alan Kim, şeffaf akrilik kutular içerisindeki modellerini orman, sokak ya da işyeri gibi sıradan mekânlara yerleştirip onları gerçeklikten koparıyor ve bu mekânları birer müzeye dönüştürüyor. Performans ve fotoğrafın iç içe geçtiği Müze Projesi’yle Kim, festivalin en heyecan verici isimlerinden biri.
İkinci Sınavın Ardından...
Elbette ki Fotoİstanbul sadece sergilerden ibaret değildi. Yazının girişinde de belirttiğim gibi festivalin açılış haftası, Bahçeşehir Üniversitesi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Pera Müzesi ve Ortaköy Kültür Merkezi gibi mekânlarda gerçekleşen hareketli bir paralel etkinlikler programına sahipti. 'Çağdaş Fotoğrafın Haritalandırılması' ve 'Toplumların Bellek İnşasında Fotoğraflar' gibi konulardaki yuvarlak masa toplantıları; festivalin onur konuğu Ara Güler’e farklı açılardan bakmaya niyetlenen ‘ARA’yı Anlamak’ paneli; editör söyleşileri; geçen yılkinin aksine bu kez önceden programlanan portfolyo değerlendirmeleri; fotoğrafçıların işlerinin başında gerçekleştirdikleri söyleşiler ve festivalin 5 usta ismine ayrılmış ‘Ustalarla Söyleşi’ akşamları, sadece sergi gezip evine dönmekten fazlasını arayan izleyiciler açısından önemli artılar. Buradaki tek sıkıntım, ‘Ustalarla Söyleşi’lerden önce izlenime sunulan ve büyük çoğunluğu festivalin temasına uygun olarak yapılan başvurular arasından seçilen işlere ilişkin. Hem aslında söyleşiler için gelen bir kitleye ‘bonus’ olarak izlettiriliyor olmaları hem geç bir saatte başlayan söyleşileri daha da sarkıtmaları hem de aslında birçoğunun gösteri formatında planlanmamış olması, bu işlerin başka bir platformda izleyicilerle buluşturulmasını gerektiriyor kanısındayım.
Toparlamak gerekirse, Fotoİstanbul son dakikadaki mekân değişikliği sürprizine rağmen geçtiğimiz yıla kıyasla daha derli toplu bir festival izlenimi veriyor. Tema seçimlerinde daha yaratıcı olunması, garanti isimlerin yanı sıra uluslararası fotoğraf gündemi için gerçek anlamda ‘keşif’ sayılabilecek isimlere yer verilmesi, ustalar ve gençlerin daha etkileşimli buluşmalarla bir araya getirilmesi, yerel ve uluslararası arenadan fotoğraf profesyonellerinin ortak üretimler yaratmak adına buluşturulması ve de en önemlisi ekonomik ve organizasyonel açıdan bağımsız bir yapı olarak kurumsallaşma yönünde adımlar atılması halindeyse Fotoİstanbul'un yerini giderek sağlamlaştıracağını düşünüyorum. Bundan sonra asıl önemli olan, Fotoİstanbul'un sadece var olan işleri gösteren ve bir ayla sınırlı kalan bir festival olmaktan bir adım öteye geçip yeni ve yaratıcı üretimi teşvik edecek bir rüzgâr yaratıp yaratamayacağı. Merakla bekliyoruz...