90’lı yıllardan beri Türkiye sanat dünyasında, sanatçı, küratör ve yayıncı yanlarıyla önemli bir rol oynayan Halil Altındere ile Büyük Valide Han’daki atölyesinde buluştuk. Tartışmalı Berlin Bienali’nde yer alan çalışması Homeland’i (Anavatan) bahane ederek Türkiye sanat dünyasının seneler içindeki dönüşümü, sanatçının pratiği ve bu Eylül’de Neuer Berliner Kunstverein’da gerçekleşecek solo sergisine dair sohbet ettik.
90’lı yıllardan beri sanat dünyasında önemli bir figürsünüz, zaman içerisinde ne tür değişiklikler gözlemlediniz? Bu konu üzerine sanatsal pratiğinizde de çalışmayı tercih ettiğiniz için bir anlamda çalışmalarınız üzerinden de bu konudaki değişiklikleri analiz etmek mümkün, fakat sizden duymak ayrıca değerli olacaktır.
1995 senesinde genç arkadaşlarımla, ilk defa sanat dünyasına adım atmamız “Genç Etkinlikler” sayesinde olmuştu. O dönemde hakim olan sanat anlayışı, yaşça büyük olan sanatçılar üzerine kurulu bir sanat marketiydi ve genç sanatçıların çalışmalarının galerilerde gösterilmesi olası değildi. Zaten biz de hem okulda verilen eğitimi hem de galerilerdeki durumu onaylamıyorduk. Tek şansımız, ortamı dönüştürmekti. “Genç Etkinlikler” alternatiflerin de mümkün olduğunu gösterdiği için bu platform üzerinden kendimizi ifade edebileceğimiz bir alan arayışı içerisine girdik. 1999’da benim yayın yönetmenliğini yaptığım ve Erden Kosova, Süreyyya Evren, Şener Özmen’in yer aldığı “Art – ist: Güncel Sanat Seçkisi” bu şekilde ortaya çıktı. Art*ist’in ikinci döneminde Burak Delier, Sezgin Boynik, Azra Tüzünoğlu, Ezgi Bakcay ve Kâmil Şenol’un katkıları büyük oldu. 2002’de gerçekleştirdiğim “Kötüyüm ve Gurur Duyuyorum” isimli ilk küratöryel sergimde hakim anlayışı kırıp yeni kapılar açmayı ve İstanbul merkezli sanat anlayışını daha demokratik ve çok dilli hale getirmeyi amaçladım. Sonra Vasıf Kortun’la “Plajın Altında: Kaldırım Taşları” adlı sergiyi Proje 4L’de yaptık, pek çok farklı şehirden ve disiplinden sanatçılar katkıda bulundu. 70’li yıllarda Şükrü Aysan, Serhat Kiraz, Ahmet Öktem, Alparslan Baloğlu, İsmail Saray, Füsun Onur, Cengiz Çekil gibi kavramsalcılar ve 80’li yıllardaki bizim üst kuşağımız olan Hale Tenger, Gülsün Karamustafa, Ayşe Erkmen, Hüseyin Alptekin gibi sanatçıların dışında 90’larda yeni jenerasyonun da onlara katılımıyla beraber sanatın dönüşümü hızlandı, bu anlamda biz kendimizi şanslı hissediyoruz. Bu sebeple hazırladığımız “101 Artworks: Türkiye Güncel Sanatı’nın Kırk Yılı” gibi yayınlarda da hem 70’li yılların sürecinden bahsediyoruz hem de Sarkis ve Altan Gürman gibi öncül örneklerden.
90’lı yıllarda böyle bir dinamik ortam vardı, siz genç jenerasyondan bireyler olarak bir araya geliyordunuz, birtakım fırsatlar vardı. Şimdi ben de, benim jenerasyonumun gözünden baktığımda, biz de benzer bir süreçten geçiyoruz ve bir araya gelip paylaşımlarda bulunabileceğimiz alanlar yaratarak geleceğe dair tahminlerde bulunmaya çalışıyoruz. Sizin geleceğe dair tahminleriniz nelerdi? Sanatın geldiği güncel durumdan memnun musunuz yoksa eksik gördüğünüz noktalar var mı? Keşke öyle olmasaydı dediklerinizi de merak ediyorum.
Her dönemin kendine göre artıları ve eksileri var. Son 15 yıllık süreçte, sanat dönüştü, skala büyüdü ve kitleler sanatı kabul etti. Bu durumda İstanbul Bienali’nin ve Vasıf Kortun’un Türkiye’ye dönerek Proje 4L ve SALT gibi kurumlarda uluslararası seviyede program yapmasının katkısı çok. Her ne kadar son yıllarda bienal ve güncel sanat, fuar mantığında, çekici ve popüler olsa da bunun üzerine konuşma, düşünme, üretme pratiği çok daha derin ve eskiye dayanıyor. Aslında bu durum da normal çünkü diğer ülkelerdeki sanat hareketlerine de baktığımızda “underground”, öncül, piyasacı hatta “kitch” olanların da var olduğunu görürüz. Dolayısıyla İstanbul gibi büyük bir şehirde de hem iyi hem de kötü küratörün, galerinin var olması doğal. Önemli olan sürekli akışın kesintiye uğramaması ve sanatın popüler kültürün himayesinde yok olmaması. Diğerleri zaten geçici modalar, tüketilip biten şeyler olduğu için sanatçıların ürettiği uzun soluklu projeler, kurumların programları ve küratörlerin pozisyonları bu sürekliliği sürdürecek. 90’larla karşılaştırmak çok olası değil çünkü 90’larda ortam yoktu. 2000’lerden sonra ortam oluştu, 2010 sonrası ticari market çoğalınca bu sefer de onun problemleri ortaya çıktı. Bu ayrı bir konu, onu galericilerle, koleksiyonerlerle konuşmak lazım ama biz üstümüze düşeni yaptık, sanatımızdan ödün vermeden devam ettik. Eğer piyasa senin üretiminin yönünü değiştiriyorsa bu olumsuz bir durum. Bu tarz çıkmaz sokaklara giren bazı genç arkadaşlarımız oldu. Kendi kariyerlerindeki tutarlılıkla ilgili sorunlar yaşadılar. Sanatın parayla tanışması sonucu popülerleşmesi ve kitleler tarafından statü ve prestij göstergesi olarak kullanılması durumunu bazı genç sanatçıların kabullendiğini görünce ben geri adım attım. “Fikirler Suça Dönüşünce”den sonra sergi yapmadım. Türkiye, ticari anlamda sanat marketiyle çok geç buluştu, bu bir geçiş sürecidir. İnsanlar heveslerini alsınlar, galeriden galeriye transfer olsunlar, rahatlasınlar, sonra hazır olduklarında talep olursa tekrar bir şeyler yaparız.
Peki bu durumda devletin kültür ve sanat politikalarının rolü nedir? Bir röportajınızda Türkiye’de devlet desteği yerine özel sektör bazlı, vakıf ve kâr amacı gütmeyen kurumlar çoğunlukta olduğundan politik otoriteden bağımsız çalışmaların yapılabildiğinden bahsediyorsunuz. Hâlâ sanat ortamının bu kadar özgürlükçü olduğunu düşünüyor musunuz?
Bu durum, Türkiye’nin kültür-sanat politikalarıyla ilgili bir mesele. Avrupa’da daha çok devlet destekli fonlar, Amerika’da ise vakıflar var. Türkiye’de ikisi de yok, yeni bir model olarak Türkiye burjuvasının kurduğu İKSV, İstanbul Bienali gibi örnekler var. İlerleyen yıllarda sanatın popülerleşmesi ve İstanbul Bienali’nin kattığı ivme ile İstanbul’un çekim merkezine dönüşmesi, buradaki sanatçıların Balkanlar, Orta Doğu ve Avrupa’da etkili olmalarını sağladı. Gülsün Karamustafa’nın Hamburger Bahnhof’ta sergi açması, İstanbul Modern’de açılan İnci Eviner sergisine bir kurumun destek olması gibi olumlu gelişmeler var. Buradaki model de bu şekilde. Devletin karışmaması iyi çünkü yoksa sansür devreye giriyor. O yüzden, sanatın özgürlükçü olması ve otosansüre maruz kalmaması açısından, iyi ki destek olmuyor.
Sansür konusu günümüzde de çok gündemde. Örneğin, geçmişte Kürt meselesine dair Tabularla Dans, Seni Seviyorum, Bugün de Ölmedim Anne gibi pek çok çalışma yaptınız. O zamanın politik koşullarında da eminim zorluydu, peki bu günü nasıl değerlendiriyorsunuz? Belki de o zamanlar politik otoriteler sanatı o kadar yakından takip etmiyorlardı, şimdi sanatta sansür daha mı yoğun? Bir röportajınızda çok eleştirilmiş olsanız da sonra taşların yerine oturduğundan bahsediyorsunuz. Hâlâ bu hissiyat var mı?
Yeni bir politik grup, bütün gücü eline geçirince, yeni bir burjuvazi doğar. Kültürün eksik olduğunu fark edince sanata yönelirler. Sanırım bütün coğrafyalarda bu şekilde olmuştur. O eksikliği hissedince kendi sanatçısını, küratörünü, tespih müzesini yaratma ve ebru sanatçılarını ön plana çıkarma gibi amaçlar edinirler. Onlar için kültür o olduğundan onun telafisi üzerine girişimler olabilir. Bu durum sermayenin doğal sonucudur.
Siz o dönem yaptığınız cesur çalışmaları bu atmosferde yapabilir miydiniz? Bu döneme olan bakışınızı merak ediyorum...
90’lar da bugünden çok farklı değildi. Doğu’daki kirli savaşlar, Susurluk, faili meçhul cinayetler, cumartesi anneleri... Benim sanatsal pratiğim tanıklıkla ilgili, ben kendimi politik sanatçı olarak görmüyorum. O dönem Türkiye öyleydi, ben de öyle yaptım. İşlerime üretildikleri dönemle beraber bakmak lazım. O zamanlar “ya sev ya terk et” tutumu çok fazlaydı ve işler onun içine doğuyordu. Bugün de bugünün içine doğuyor. Zamanla daha çok yurt dışından teklif alınca evrensel işler yapmaya başladım. Örneğin, Harikalar Diyarı (Wonderland), Sulukule ile ilgili olsa da, kentsel dönüşüm dünyanın pek çok yerinde olan bir problem.
Bu da aslında anlamlı bir dönüşüm. Çukurova Üniversitesi’nde okurken İstanbul’dan gelen kataloglara bakmak için beklediğiniz zamanlar vardı, şimdi ise internet çağında yaşıyoruz. Yerelden uluslararası olana geçiş var. Bu değişim sanat pratiğinize de yansıdı bir bakıma. Geçmiş çalışmalarınızda kimlik kartı, banknot, damga gibi günlük objeler üzerinden ulus devlet ve otoriteyi sorgularken, son dönemde altkültürler ve cinsiyet konusuna eğildiğinizi görüyoruz.
İşlerimde altkültürler ve cinsiyet meselesi aslında hep var. Sadece artık daha farklı alanlara da eğilebiliyorum. Cehennem Melekleri işimdeki gibi kurgu çalışmalar yapmaya ve yeni bir dil denemeye başladım. Müziği kullandığım videolarım da aynı şekilde.
Aynı zamanda pek çok farklı rolünüz var, 10 yıl boyunca Art-ist dergisinin yayımcılığını üstleniyorsunuz, küratöryel projeleriniz var. Bu roller sizin için bir bakıma birbirini besliyor. Sanatçı kimliğinizin dışındaki bu rollerin ortaya çıkmasının sebebi bu alandaki boşluk muydu, bunun sorumluluğunu ve gerekliliğini hissettiniz mi? Ve yayın çıkarmak o zaman da zordu, hâlâ da zor. Yok denecek kadar az sayıda bağımsız yayın var, bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Art-ist yöntem değiştirdi, dergi olarak başladı, daha sonra 2005’lerin ortasından itibaren kitaplara dönüştü. İnternetin yaygınlaşmasıyla beraber online gazete ve dergiler çıkınca onu durdurduk ve teorik kitaplara kaydık. O zaman da zordu tabii, ama her şey gönüllülük üzerinden gidiyordu. Bugün bir dergi çıkarmak çok daha zor olsa gerek. Çevirmeni, telifi, kağıdı, tasarımı… Her şey parayla.
Art-ist’te aynı zamanda bir kolektif ruh da söz konusu, günümüzde de bu durum devam ediyor mu yoksa bireysellik mi ön planda? “Plajın Altında: Kaldırım Taşları” da İstanbul dışından isimlerin sergiye dahil olması sebebiyle, bu alanda önemli. Kadıköy’de yaptığınız toplanmalar var. Canan, Hüseyin Alptekin, Burak Delier ve Ahmet Öğüt gibi isimlerle buluşuyorsunuz, her jenerasyondan isimler dahil oluyor. Bunu genç jenerasyon olarak biz de deniyoruz, merak ediyorum o zamanlar neler hissettiniz? Beraber çalışmak zor muydu, günümüzde de bu şekilde çalışmaya devam ediyor musunuz?
Tabii ki hayır (gülüyor). “Genç Etkinlik” sonrasında oluşan arkadaşlıklar ve sanatın tanığı olma süreci vardı, daha çok bir araya gelip konuşuyorduk. Sonrasında sanat dünyası oturduğunda biraz daha bireysel çıkışlar, “kariyerizm” yönünde ilerlemeler oldu. Artık daha az bir araya geliyoruz. 2000’lerin başında kolektifler daha çoktu, 2007’den sonra azalmaya başladı. Galericilik furyası başladı, iyi ve kötü sonuçları oldu. Olumlu olarak, 2007 yılında Pilot, Non, Rodeo gibi genç kadınların açtığı ve sadece genç sanatçıları temsil eden bir galeri kuşağı ortaya çıktı. Türkiye sanatında önemli bir evre, ileride değeri daha çok anlaşılacaktır. Kemikleşmiş, piyasayı elinde tutan kişilerin dışında, zengin babasının ya da kocasının parasıyla değil, kendi emeğiyle, elini masaya vuran ve kendi sanatçı programını oluşturan cesur kadınlar vardı. Belki şu an fire vermiş, birkaç tanesi kapanmış olabilir ama bir dönemin genç sanatçılarına özgüven kazandırma ve kariyerlerinde sıçrama yapma konusundaki ortaklıkları önemlidir.
Öte yandan, galerilerin açılması işbirliklerinin azalmasına sebep oldu belki de zamanla…
O da galericiliğin olumsuz yanı oldu. Küçük gruplaşmalar ve rakip firmaymış gibi tutumlar oluştu, dostlukların azalmasına sebep oldu. Bunu görünce üzülüyorum. Biz fırsat buldukça tüm galerileri gezmeye çalışıyoruz. Bazı galerilerde “buranın dışında sanat yok, sakın gitmeyin, yasak” gibi tuhaf bir algı var. Ben burada sanatçılara kızıyorum. Galericilerin basit, lokal ve taşra hırsları olabilir ama bu durum onların kişiliğiyle ilgili. Sanat dünyasına yaptıkları katkı kadar var olacaklar ya da yok olacaklar. Sanatçıların pozisyonu daha önemli, daha omurgalı olmaları gerekiyor. Belli ideolojilerin ya da baskıcı sistemin etkisinde kalmaları kendi sanatlarını da olumsuz yönde etkileyecektir. Sanatçılar birbirinden beslenir. Ticari ve beyaz küp olmayan mekânlarda, alternatif sergiler yaptıklarında kariyerlerinde gelişim olur, yoksa paspartolu, derinlikli çerçeveli, küçük, minnoş işlerle olmaz.
Belki de bir denge bulmak gerekiyor, sonuçta herkesin hayatta kalabilmek için ekonomik bir gelire ihtiyacı var, bu durum sanatçılar için de geçerli.
Tabii orası doğru, nefes alacak alanlar yaratmak lazım. Sanatçılar bir araya gelip bir dükkan kiralayabilirler ama korkuyorlar, iyi galeri olsun, iyi fuara katılsın istiyorlar. “Kariyerizm” doğrultusunda ilerliyorlar.
Peki siz umutsuzluğa kapıldınız ve bir daha küratörlüğünü üstlendiğiniz bir sergi yapmayacak mısınız?
Tabii ki hayır. Benim sıfırdan bir şeyler yaratma potansiyelim hep var. Umutsuzluğum en dipte olsa bile insanların içindeki umudu sezeryanla dışarı çıkarabilirim. Bunu ancak onlar istekli olunca yapabilirim, zorla yapmaya gerek yok. Galeri sisteminden heveslerini alsınlar, kovulsunlar, başka yere terfi etsinler, fuarlara katılsınlar, rahatlasınlar, sonra bakarız. Benim yapmama da gerek yok, alttan genç küratörler geliyor onların yapması gerekir, ben sanatçıyım, kendi üretimimi yapmaya devam ediyorum.
O zaman sanatçı kimliğinize dönecek olursak, sanat dünyasında bir trend olarak sosyo-politik olanla ilgilenmenin yoğunlaştığını siz de gözlemliyor musunuz? Sonuçta bu konu trend olmadan önce de sizin sanat pratiğinizde böyle bir eğilim vardı. Geçtiğimiz hafta Art Basel’deydim, fuarda bile bu konuya yoğunlaşma söz konusuydu, zaten fuarın direktörü de bunu dile getirdi. Fakat tabii ki bunu sömürmeye çalışan isimler de var. Bu durum bizi nereye götürür?
Dünyada bienaller tıkandı, müzeler kendini yenileyemiyor, refah devletleri milliyetçileşti, öyle olunca ilk kesintiler kültür ve sanat yönünde oldu. Birçok küratör işsiz kaldı, hayal ettiklerini yapamaz oldular ve serbest piyasadan para istediler. Vakıf ve devletin desteğiyle iş yapan kişiler, zenginlerden para isteyince koleksiyonerin ideolojisinin müzeye girdiği üzücü örnekler oldu. Böyle bir dönemden geçiyoruz, bienallerde fuarlaşma durumu var. Mimarlık-sanat birlikteliği, ilişkisel estetik gibi kavramlar bir dönem sanatçı ve küratörleri oyaladı ama şimdi yeni çıkış noktaları da yok. Sanat genel anlamda krizde. Sonuç olarak politik olanı popüler hale getiren sanatçılara eğilim oldu. Onlar da aslında pop-politik çünkü geçiciler. Her ne kadar gerçek konulara eğilseler de, çoğu zaman eleştiri konusu da olabiliyorlar. Bu tarz konulara hem estetik hem de etik olarak doğru yaklaşmak lazım.
Benim de Berlin Bienali’ndeki Homeland (Anavatan) işinizi görünce ilk aklıma gelen bu oldu. Türkiye ve Almanya’da çektiğiniz videoda Suriyeli göçmen krizi üzerinden zorunlu göç konusuna eğiliyor ve Suriyeli bir rapçi olan Mohammad Abu Hajar’ın hikayesini gözler önüne seriyorsunuz. Bu konuyu işlediğinizi görünce Ai Weiwei gibi bu konuyu etik olarak yanlış şekillerde işleyen sanatçılara cevap niteliğinde olduğunu düşündüm. Bu konuyla ilgili bir çalışma yapmaya nasıl karar verdiniz? Bunu bu coğrafyadan biri olarak incelemenin, doğru görsel imgeleri kullanmanın sorumluluğunu hissettiniz mi?
Göçmenlerle ilgili bir şey yapmak çok zor. Politik olarak doğru olma, oryantalizm, kültürel sömürgecilik, çocuklar, sömürü gibi konulara dikkat etmek gerekiyor. Cumartesi anneleriyle ilgili iş yapmak da öyleydi, o kadar güçlü performans yapıyorlardı ki Galatasaray Lisesi’nin önünde, bir şey yapmaya gerek yok. Beş sene düşündüm, pulları yaptım. Bazen hayat sanattan çok daha güçlü oluyor ve sanat yapmaya gerek kalmıyor. Yapmaya karar verince de dikkatli olmak gerekiyor. Berlin’de işlediğim global bir sorun. Refah devletleri bunu ciddiye alıp çözmedikleri için şimdi başlarına bela oldu. Bu insanlar yerlerinden edilmişler, benim sanat pratiğimde ele alabilmem için mağdur durumlarından çıkıp umut barındırmaları gerekiyor. Facebook’tan araştırma yaptım, Arapça rap yapan kişilerin sözlerini takip ettim. Ağlamayan, şikayet etmeyen ve kimseye ihtiyacı olmayan karakterler bulmaya çalıştım, nitekim öyle de oldu. Mohammad’ı buldum ve kafamdaki konsepti anlattım, o da sözlerini yazdı. Neredeyse hiç mülteci göstermeden mültecilikle ilgili bir şey yapmak istiyordum. Mohammad’ın hayatını anlattık ama onun hayatı tüm mültecilerin hayatı oldu. Video biyografik, Suriye’den nasıl kaçıp Türkiye’ye geldi, Akdeniz’den, Balkanlar’dan nasıl geçti, gazeteci kadın ona nasıl çelme taktı, Almanya’da nasıl karşılandılar, şu an ne durumdalar gibi konuları içeren dört kıtalık bir rap şarkı yazdı. Çok şiirsel, insan okuyunca ağlıyor, aynı zamanda da içinde umut barındırıyor. İşim daha da zorlaştı, ona göre görseller bulmaya çalıştım.
İronik ve provokatif bir yaklaşım olarak çalışmalarınızda sistemin sembollerini ve dilini kullanmayı tercih ediyorsunuz, bu Berlin Bienali’ndeki çalışmanız için de söylenebilir. Neredeyse bir Hollywood prodüksiyonu var karşımızda, bombalar patlıyor, göçmenler havada taklalar atıyor, bu tarz bir görselliği tercih etmeniz de manidar.
Sistemi kendi silahlarıyla vurmak gerektiğine inanıyorum. Disiplinlerarası dilleri ödünç alıp herkesin günlük hayatta karşılaştığı durumları onların karşısına farklı bir formatta çıkarmayı seviyorum. İmaj ve olgu küratörlüğü yapıyorum aslında. Örneğin, bu videoda Almanya’yı korkularıyla yüzleştirdik. Tren üzerinde gelen mülteciler tekbir sesleriyle şehre giriyorlar, izleyenler çakılıp kaldılar. Sergilenme şekli de önemli çünkü Alman Parlamentosu’na karşı yankılanıyordu ses, dışarıda da haklarını arayan insanların olduğu meydan (Pariser Platz) vardı, hiçbir şey tesadüf değildi.
Berlin Bienali’ni pek çok kişi yeterince politik olmadığı için eleştirdi, bu eleştiriye bir yere kadar ben de katılıyorum ama ben kişisel olarak yaratıcı bakış açılarından geleceğe bakabilmek açısından özgürleştirici olduğunu da düşündüm, siz ne düşünüyorsunuz?
Berlin Bienali’nin biraz talihsizliği var. 1998’den beri yapılıyor ve ben neredeyse hepsine denk geldim. Duvar yıkıldıktan sonra pek çok küratör, sanatçı, sanat profesyoneli bir göç yaşadı. Berlin’de ucuz kiralar ve çok kültürlü bir yapı vardı fakat sonrasında, fazla popülerleşti, hipster hayatı sanatın önüne geçti, kiralar arttı ve sanatçılar etkilendi. Her taraf sanatçı olunca da beğenmeme daha ön planda oluyor, ne yapsan olmuyor. Küratörler de Berlin’in bu zengin ve çok katmanlı yapısını bir türlü dönüştüremiyor. Küratörler turist gibi dışarıdan gelince yaptıkları eksik oluyor. Bir yandan da sanatta yeni nefes alacak alanlara ihtiyaç var. Kimileri bu sosyopolitik ortamda internet sanatını işlemenin ve popüler kültüre yoğunlaşmanın eksiklik olduğunu düşündüler. “Avrupa Birliği dağılıyor, göçmenler var, nasıl buna odaklanırsınız?” gibi eleştiriler var ve burada haklılık payı var. Öte yandan, bu küratörlerin çağrılma nedenleri de hayatı işlemeleri.
Hali hazırda üzerinde çalıştığınız yeni bir proje var mı?
14 Eylül’de Neuer Berliner Kunstverein’da bir solo sergim olacak, ona hazırlanıyorum. Geçen hafta 6-7 aydır üzerinde çalıştığım bir proje için Kapadokya’daydık. Kapadokya uzun zamandır iş yaptığım bir yer, konu itibariyle de alakalı. Sergi, 2012 yılında Türkiye’ye iltica eden bir Suriyeli ile ilgili. Muhammed Ahmed Faris, 1987’de uzaya gitmiş olan bir astronot, şu an mülteci. Mültecilerle ilgili Batı’daki “mülteciler hiçbir işe yaramaz” algısını değiştirmek istiyorum. Belgeselle kurgu karışık olacak, adı da Space Refugee olacak. Bugün mülteciler özellikle de Suriyeliler, Batı’nın sattığı silahlarla bir savaşın içindeler, kaçıyorlar ve silahları satan ülkelere doğru gidiyorlar. İnsan haklarının yazıldığı ülkelerde mültecilikle ilgili de haklar var, kendi yazdıkları kanunları yok sayıp bu insanları geri yolluyorlar. Dünyada bu insanları kimse istemiyorsa bu insanlar nereye gidecekler? Nerede yaşam alanı yaratabiliriz? Ben uzayda koloni kurabiliriz veya orada yaşarlar önerisini ortaya atıyorum, biraz şaka biraz ciddi. NASA’da çalışan bilim insanlarından bilgi alıyoruz, robotlar, yaşam, botanik, mimari, uzay hukuku gibi konularda bilimsel bilgiler kullanıyoruz. Fanteziyle gerçek arasında “Uzayda yaşam mümkün mü?” sorusunu acil bir şekilde gündeme getirip bilimsel bilgilerle bu hayatı kurmak olası mı diye bir fikrin peşinde koşuyoruz.