Ressam Mustafa Günen ile deniz resimlerinde yarattığı özgün tarza, evrensel bir sanatçı olmanın önemine, çağının ressamı olmanın anlamına ve sanatın teknolojiyle şekillenen geleceğine dair bir söyleşi gerçekleştirdik.
Dünyanın önde gelen müzayede evlerinden Christie’s’in, 2008 yılında New York ve 2009 yılında Londra müzayedelerine katılan Türk ressam Mustafa Günen’in kişisel sergisi “Sinestezi” 23 Aralık’a kadar Maji Art Nişantaşı’nda olacak. Denizi, dengeyi, deniz fiziğini, dalgaların matematiğini dünyada en iyi çizen ressamlardan biri olarak uluslararası ün yapan Mustafa Günen’in çalışmaları, dünyanın önemli sanat dergileri ve eleştirmenleri tarafından bir “ekol” olarak kabul ediliyor.
Geçtiğimiz yıllarda New York başta olmak üzere dünyanın çeşitli sanat başkentlerinde açtığı birçok kişisel sergisi ve aldığı ödüllerle ülkemizin sanat gururlarından olan Günen, Son 20 Saniye adlı tablosunun Christie’s de satışa sunulması ile Türk resim sanatında öncü olmuştu. ABD’li sanat eleştirmenlerinin, deniz ve su temalı çalışmaları nedeniyle “Üç yüzyıldır yapılamayanı başardı” yorumunda bulundukları ressam Günen, paletinde sadece siyah, beyaz, sarı, kırmızı ve lacivert renkleri kullanarak sade ve özel bir renk paleti de teşkil etmiş durumda. Sadece deniz değil, karları, kırları ve doğanın fiziksel kusursuzluğunu, matematiksel mükemmelliğini de tuvallerine yansıtıyor Mustafa Günen. Şimdi biz de ressam Mustafa Günen ile ilham verici bir röportaj yaptık, sorduk cevapladı. Hep birlikte kendisini dinleyelim.
Sanat eleştirmeni ustamız Kaya Özsezgin, sizin resimleriniz için “Mustafa Günen’in özel fırça darbeleriyle yorumladığı deniz resimleri tarz olarak klasik kabul edilebilir ancak kullandığı teknik açısından klasik, realist ya da hiperrealist değildir. Eserleri tamamen özgün ve kendine has yorumlardır” diyor. Mustafa Günen resimlerinden söz edelim. Onun özgünlüğünden. Niçin ve nasıl özgünsünüz?
Basitçe ifade etmek istersek realist ya da klasik resimlerde teknik, yapılan resimdeki objelerin kendi gerçekliğine yakın olması ile ilgilidir. Yani bir fotoğraf gibi olmaya yakınlığıyla başarı derecesi ölçülür. Tabii, burada formların ve kullanılan renk tonlarının nasıl olacağını objektif kurallar belirler. Sanatçı bu kurallara sadık kalarak işler.
Benim resimlerimde ise kullandığım teknik mümkün olduğu kadar fotoğrafik verilere sadık kalmama üzerinedir. Yaptığım birçok objeyi kendi dengesini bozmadan, fırça darbelerini bir disiplin içerisinde değil adeta gelişigüzelmiş gib vururum. Benim resimlerime yakından bakıldığında bir disiplin içerisinde değil, özgür ve cıvıl cıvıl bir karmaşıklık içerisinde görürsünüz renkleri ve fırça darbelerini.
Beş renk kullandığım için bütün renkler ve tonlar bana aittir. Yine merhum Kaya Özsezgin hoca benim için “Günen’in denizlerindeki hiçbir mavi diğer maviyle aynı değildir, benzemez” diye yazmıştır. Kendi çektiğim fotoğraflardan resim yaparken bile kompozisyona sadık kalmam. Işığın yerini değiştirebilirim, zamanı değiştirebilirim, nesneleri kaldırabilir farklı nesneler koyabilirim. Kompozisyon deniz fotoğrafı ise uygun gördüğüm değişiklikleri yaparım. Örneğin görüntüde sahil sadece deniz ise kumsal yaparım ya da ağaçlık kayalık yaparım. Arizona kanyonundan bir fotoğraftaki kayalıkların altına deniz yaptım ve bu resim International Artist Magazine dergisi seçkisinde yer aldı. Suyun hidrodinamik yasalara bağlı hareketlerinde daima balansa, dengeye yönelik olması ve bu doğrultudaki ortaya çıkan geometrik şekillere çok hakim olduğum hem Türkiye’de hem de New York ve Londra’daki sergilerde ifade edildi.
Tabii deniz resimlerimdeki özgür fırça darbelerim hidrodinamik balansın sınırları içerisinde olduğu için kontrolü çok zordur. İşte bu teknik nedenlerden dolayı başta merhum Kaya Özsezgin hoca olmak üzere yabancı sanat insanları tarafından benim resimlerimin kolay kolay taklit edilemeyeceğini belirttiler. Bu da demektir ki benim resimlerim özgün olmanın ötesinde unique resimlerdir. Ve her biri dünyada tektir.
Ankara, İstanbul, Londra ve New York’taki seçkin mekânlarda ve ayrıca dünyanın pek çok yerinde, pek çok sayıda kişisel sergi açtınız. Hedefiniz ne bundan sonra?
Söylediğiniz gibi dünya çapında bir sanatçı olmak öncelikle Christie’s gibi seçkin kurumlarda sergi açmayı hedeflemiştim. Doğrusu bu hedefime planımdan yaklaşık 15 yıl kadar erken ulaştım. Artık deniz konusunda dünyada ilk sıralarda gelen sanatçılardan biri olduğumu biliyorum. Bu sonuç kontak kurduğum üst sınıf ihtisas galerilerle yaptığım konuşmalarda yazışmalarda da dile getirildi.
Bundan sonraki hedefime gelince; bilindiği gibi ben deniz resimleri yapmanın yanında sanat ve sosyal konularda medyada köşe yazıları yazmaktayım. Uzun yıllar önce planladığım gibi bu fikirlerimi sanatımla birleştirip plastik değerler içerisinde aktarma çalışmalarını başlattım.
Doksanlı yılların sonuydu merhum sayın Kaya Özsezgin ve Sezer Tansuğ hocam (Nur içinde yatsınlar) sayın koleksiyoner Nevzat Boztaş hocamla birlikte beni ziyarete gelmişlerdi. Onlara soyut resim tutkumdan bahsettim. Kaya Özsezgin hocam bana, soyut resmin çok ciddi bir alan olduğunu, uzun bir olgunlaşma süreci olduğunu söyledi ve bana tavsiyelerde bulundu. Gerçekten de soyut resim, özellikle felsefe ve bilimde, psikoloji, psikanaliz, sosyoloji gibi alanlarda yeterlilik gerektirir. Zaten ben de yine yetmişli yılların başından itibaren bu konularda sayısız dergiler ve kitaplar okudum. Hâlâ da yoğun bir şekilde çeşitli bilimsel kitapları, yayınları okuyor ve izliyorum. Dolayısıyla gözlem ve fikirlerimi plastik değerlerde özellikle soyut resim tarzında aktarmanın artık zamanı geldiğine karar verdim ve başladım. Tabii sanatın gereği aynen önceki duayen sanatçıların yaptığı şekilde yapacağım.
Bilindiği gibi Picasso, Kandinsky, Mondrian, Klee gibi büyük ustalar, dönemlerinde gelişen bilimden, felsefeden etkilenerek ve yararlanarak bir düşünce, bir varlık yorumu oluşturmuşlardır. Bunları gerçekleştirirken de ulaştıkları değerlendirmelerini kimi kitap hâlinde kimi de makale şeklinde dergilerde, gazetelerde paylaşarak deklare etmiş, tartışmaya açmışlardır. Kısaca sanata hesap vermişlerdir. Dolayısıyla ben de aynı doğruyu yapmak için önce varlıkla ilgili düşüncelerimi ve neyi niçin yaptığımı içeren izahları manifesto başlıkları şeklinde veriyor ve ayrıntılarıyla açıklıyorum.
Hedefim tıpkı deniz resimlerinde ulaştığım dünya ölçeklerinde üst bir başarıya, modern resim çalışmalarımla da ulaşmaktır. Tabii, benim için hava, su, beslenme gibi bir ihtiyaç olan deniz resimlerine zorunlu olarak devam edeceğim.
Yeri gelmişken, burada bir konuya açıklık getireyim sanat dünyasında soyut tarzda çalışan sanatçılar klasik, realist resim yapmaz, realist çalışanlar da soyut resim yapmaz gibi yanlış bir yargı vardır. Ben soyut resim çalışmalarımı açıkladığımda pek çok kişiden “Deniz resimlerini bırakıyor musun?” ya da “Mustafa Günen soyuta geçmiş” gibi geri bildirimler aldım. Bu kişilere kısaca, sanat bir ifadedir, dildir dolayısıyla her insan gibi sanatçıların da birkaç dil konuşabileceğini söyledim. Bu konuyu köşe yazılarımda ayrıntılarıyla açıkladım.
Sanat eleştirmeni Zhanna Veyts, New York’ta yayımlanan yazısında sizin için “…Mustafa Günen'in deniz resimleri izleyenlere, 19. yüzyıl sanatçısı Theodore Gericault'in (1791-1824) tarihi "Medusa'nın Salı" tablosundan bu yana hiçbir sanatçıda görülmeyen suya ilişkin büyük bir keyif yaşatıyor” diyor. Bu kadar evrensel olmak nasıl bir duygu? Bir de bunu nasıl başardınız?
Benimle ilgili olan bu yazıdan haberim yoktu bana Amerika’dan bağlantı (link) olarak gönderdiler. Çok saygın bir sanat eleştirmeni benim resimlerimi yaklaşık 200 yıldır görülmeyen bir su tekniğine sahip olduğunu ifade etmişti. Bu benim için çok önemliydi. Çünkü bu yorumda bir sanat eleştirisinden çok, durum tespiti var, istatistik bilgi var. O kadar sevindim ki kendime gelemedim. Zira çocukluğumda başlayan hedefimi başardığımın, ona ulaştığımın tesciliydi. Zaten iki hafta geçtikten sonra Christie’s’e de kabul edildim, Milliyet gazetesi de bunu yazdı.
Bunu nasıl başardığıma gelince; öncelikle başarıların arkasında çok çalışmak olduğunu söylerler ama bu yanlıştır. Başarının arkasındaki asıl güç ısrardır. Zira çok çalışmak her zaman başarıyı getirmeyebilir. Ama hedefiniz için ısrarlı olursanız başarıya ulaşabilirsiniz. Israr için ise tutku gerekir. Yani hedefinize ne kadar tutkuyla bağlıysanız başarmanız o kadar kolaylaşır. Tutku çok duygusal bir motivasyondur. Durumun gerçekliğini görmez ya da görmezden gelir. İçinizde bir ateş olur ve sizi hedefiniz doğrultusunda daima dürter.
İşte tam yarım asır önce Peter Ellenshaw’un resmini gördüğümde içimin yandığını hissettim. Bunu yapmalıyım şeklinde büyük bir tutkuya dönüştü. Ve bu noktalara ulaştım.
Sanat eleştirmenleri, Mustafa Günen eserlerinde bazen sakin, yatıştırıcı bazen hırçın fırtınalar eşliğinde bir dünya yaratıyor, der. Bu kadar uçlarda bir “anlam”ı nasıl yaratıyorsunuz?
Daha önce de dediğim gibi bardaktaki su, okyanustaki dalga, yağmur damlası olsun hepsi de hidrodinamik yasalara göre işler. Dolayısıyla dalgalı deniz, sakin deniz sizin duygusal durumunuzla yani o anki modunuzla ilgilidir. Bu yüzden ister çalkantılı deniz olsun ister sakin kumsal olsun aynı yasalar işler ve bu yasalar doğrultusunda yapabilirsiniz. Yaptığım farklı denizlerin tümü benim duygusal durumumla bağlantılıdır.
Kanımca Mustafa Günen resimlerinde ışığın ve gölgenin ustaca kullanımıyla izleyiciye denizin gizemi içinde adeta kaybolduğunu hissettiriyor. Resimlerinizde bir sır var mı, varsa söylemek ister misiniz?
Resimde ışık ve gölge konusunda çok yazdım. Burada çok kısa bir benzetme yapayım. Resimde ışık, tıpkı çöldeki su gibidir ve çok önemlidir. Ancak suyun önemli hâle gelmesi için önce çölü çok iyi yapmanız gerekir. Ben resimlerini yalnızca kendim için yaparım. Dolayısıyla izleyicilerin hissettikleri tüm duyguları önce kendim hissedene kadar uğraşırım. Hırçın dalgalardan sakin suları, serinliği, rüzgârı hissederim. Yeri gelmişken şunu ekleyeyim; bu tarzımdan dolayı ben hayatımın hiçbir döneminde ne yaparsam satılır ne de insanlar bundan hoşlanıyor zihniyeti ile resim yaptım.
Mustafa Günen paletinde sadece siyah, beyaz, sarı, kırmızı ve lacivert renkleri kullanıyorsunuz? Bu kıtlık mı, zenginlik mi?
Beş renk başlangıçta kıtlıktan yani yoksulluktan kaynaklanıyordu. İstediğim her rengi satın alamadığım için beş ana rengi satın aldım ve bunlarla çalıştım. İşin zenginliği sonradan ortaya çıktı. Kısıtlı renk kullanma zorunluluğu beni herhangi bir nesnenin herhangi bir zaman diliminde hangi tonda rengi alır ve ışığın rengi konusunda çok iyi bir hâle getirdi. Size biraz iddialı gelebilir ama doğru renk kullanma konusunda dünyada on ressam sayacaksanız içlerinden biri benimdir.
Mustafa Günen, “Bir fotoğraf mükemmelliğinde deniz resimleri yapıyor” deniyor. Bu doğru mu? Ayrıca bu iyi bir şey mi?
Resimlerimin fotoğraf gibi olmadığı, gören uzmanlar tarafından söylenmiş ve yazılmıştır. Zaten resme yakından bakan herkes fotoğrafla çok ilgisi olmadığını rahatlıkla görür. Tabii ülkemizde olduğu gibi dünyada fotoğraf gibi deniz resimleri yapanlar var. Yüksek teknolojiyi de kullanarak fotoğraf düzeyinde çok başarılı resimler yapılıyor. Ancak sanatın ideal talebi birebir taklit değil, sanatçının kendi katkısını ister. Ben de mümkün olduğu kadar buna uğraşıyorum.
Teknik bir soru soracağım. Okullar, akademiler, koleksiyoncular, galeriler, medyalar, festivaller, bienaller, sergiler… Siz tam olarak tüm bunların neresindesiniz? Türkiye sanat ekosistemi için ne düşünüyorsunuz?
Evet, Türkiye’de uzun yıllardır çeşitli sanatsal faaliyetler, etkinlikler var. Ancak ben dünya sanatına entegre olmayı hedeflemiş ve bu konuda çok ilerlemiş bir sanatçıyım. Bu yüzden oralardaki etkinliklerle ilgileniyorum. Türk sanatının durumuna gelince.
Ne yazık ki Türk sanatı, özellikle modern sanatın kendisi sanatın ideal yapısına, ölçütlerine uygun gelişememiştir. Batı sanatının izahlarının temsillerinin, ekollerinin tabiri caizse işçiliği yapılmaktadır. Bu durumu yıllardır tek bir cümleyle “Modern Türk resim sanatı montajdır” diye açıklıyorum. Kast ettiğim montaj, taklit yöntemidir. Eğer sanat gibi bir şeyde taklidin ötesine geçmiyorsanız her neyi taklit ediyorsanız övünç onundur. Sanatta ilerlemiş olan Batı toplumları kendi kültürü, yaşam anlayışı doğrultusunda sanat yöntemleri yorumları oluşturmuş ve bunları uygulamıştır. Onları taklit etme çabası yanlıştır. Dahası gereksizdir. Zira sanat teknoloji değildir. Dolayısıyla bu işi en iyi yapanlardan alıp taklit etmek gerekmez. Sanat, çok temel dönemlerden itibaren insan duygu, düşünce, inanış korku vs. temsil eden objelerdir. Modern sanat, soyut sanat adıyla ortaya konulan eserlerin tümü sanatçının zihnindeki fikir düşünce her neyse bunları sanatçının atadığı temsiller, sembollerdir.
Bu gerçekten yola çıkarsak, modern Türk resim sanatı ile ilgili söylenecek pek fazla bir şey yok. Bunun böyle olduğunu görmek için Orta Doğu ülkelerinin sanatına bakmanız yeterlidir. Bu ülkelerinde batı koleksiyonerleri tarafından aranan, dünya sanatına entegre olmuş birçok sanatçı varken bizde hemen hiç yoktur. Düşünün bakalım yana yakıla aradıkları koleksiyonlarına katmak istedikleri bir sanatçımız var mı?
Tabii şimdilerde birkaç isim verilebilir ama onlar da sanatsal değeri olduğu için değil Türkiye’de piyasa değeri olduğu, kâr etmek için alınan eserlerdir. Aksi olsaydı, yani sanatsal değerinden dolayı satın alınmaları olsaydı Batılı koleksiyonerlerin ilgisi bu sanatçıların eserlerini çok önceden milyonlarca dolara yükseltirdi. Zira Batı da sanatın fiyatlanması ve yatırıma dönmesi bizden altmış, yetmiş yıl öncesine dayanır.
Biraz da dijitallik. Türkiye’de, dünyayla birlikte, sanatta NFT, Metaverse gibi oluşumlarla da sorun yaşayan bir yerdeyiz. Yeni teknolojiler için kişisel olarak bu yaşananları tarif edebilir misiniz?
Çok güzel bir soru gerçekten de dijital sanatta enteresan sorunlar vardır ve beynimizle ilgilidir. Bu sorunları sayın Uğur Batı gibi beyin biliminde uzman olan kişiler çok daha rahat açıklayabilirler. Ben kısaca şunu söyleyeyim dijital sanal denince sanal bir obje unsuru akla geliyor ve bu bizim beynimizin alışkın olduğu gerçekliğe çok uygun değildir. Ancak eğer beyninizin gerçekliği nasıl hazırladığına bakarsanız durum çok farklı hâle gelir. Bizim beynimiz beş duyu organından gelen duyumları elektriksel sinyallere, verilere dönüştürerek ilgili bölümlere gönderir. Sonra bu verileri işler ve bizim gerçekliğimizi yaratır. Birçokları için şaşırtıcı gelebilir ama gördüğümüz, duyduğumuz, dokunduğumuz, kokladığımız, tattığımız hiçbir şey elektriksel sinyallerden, verilerden başka bir şey değildir.
İşte dijital sanatla ilgili veriler de yine aynı elektriksel sinyaller yöntemiyle beyne gider. Dolayısıyla beyin bunda bir gerçeklik yaratırsa, alışkın olduğu gerçeklikle bu yeni sanal gerçeklik arasında bir fark kalmaz. Yani bir kişinin sanal olarak tapusunu aldığı binayla gerçekten tapusuna sahip olduğu binanın gerçekliğinin kabulü hemen hemen aynı hâle gelir. Üstelik böylece asla sahip olamayacağı şeylere sahip olmanın verdiği hazzı yaşar. İşin cazibesi de buradadır. Daha fazlası uzmanlık gerektiren konudur. Ama şunu biliyorum ki çok dikkat edilmiyor ama dijital sanat çok büyük bir geleceğe sahiptir. Hadi konuyu şirin bitireyim. Eğer insan türü aptallık yapıp kendini yok etmezse, uzak olmayan bir gelecekte insanın kendi vücuduna ihtiyacı kalmayacaktır. En azından isteyenler için böyle veya benzer opsiyonlar olacaktır.