Türkiye sanat ortamının, 90’larda kalbinin heyecanla çarpmasına neden olan “Genç Etkinlik Sergileri”nden tanıyorum Vahit Tuna’yı. Kendisi grafik tasarımcı ve sanatçı olarak uzun soluklu bir maratonun, istikrarlı koşucusu, döneminin önemli süreli yayını art-ist dergisi tasarımcısı. İşlerindeki yalın ve güçlü görselliğe, tanıdık bir ironi eşlik ediyor çoğu zaman. Aslı Sungu ile birlikte yaptıkları atölye sergisi vesilesiyle 90’lar ve değişenler üzerine söyleştik.
90’ların ikinci yarısında gerçekleşen “Genç Etkinlikler” sayı, katılım ve yarattığı etki ile birlikte düşündüğümüzde bugün de çok çarpıcı. Sergileri işbirliği içinde kuran ekipte yeraldığını biliyorum. Her türden varoluşa alan açan, Tepebaşı’nda şehrin merkezinde gerçekleşen bu sergilerin yarattığı büyük enerji ile başlayalım mı?
Yasemin, sanırım yakın dönemlerde üretmeye başladık, ilk defa 1995 yılında birincisi gerçekleştirilen “Genç Etkinlik”e katıldım. Sanata her yeni başlayan gibi ortamın durumlarından bihaberdim. Sonuçta eğitim aldığım disiplinin de bunda payı olsa gerek. Grafik bölümünde okurken, atölyesine ortak arayan bir sanatçı arkadaşımla 7-8 ay paylaştığımız mekânda, masada duran bir form ile başladı “Genç Etkinlik” serüveni. O dönemleri biraz hatırlayacak olursak, mesela en başta şehre ait çağdaş bir müze ya da güncel sanat gösteren galeri neredeyse yok gibiydi. Çağdaş sanatı ancak bir iki galeri vasıtasıyla görebilirdin. Bunun dışında AKM son derece faaldi o dönem, yöneticisi Nilgün Özayten’di . 90’ların başında bazı mekânların dönüştürülerek güncel sanata alan açma çabaları da vardı. Fakat “Genç Etkinlik Sergileri” kapsamında başka bir oluşum yoktu. Çünkü “Genç Etkinlik”e katılım belki de ülkedeki tüm çağdaş, güncel, kavramsal vb. sanatçıların toplamından fazlaydı. Çevreden merkeze doğru akmasıyla da, çağdaş sanatın sadece bir merkezde değil çevrede de düşünüldüğünü/üretildiğini işaretledi. Ortada müthiş bir enerji olduğu da farkedilmiş oldu. Tabii bu durum birkaç yıl içinde değişecek ve gençlerin bu kontrolsüz gücünün kontrol edilmesi önermeleriyle, etkinlik tarihteki yerini alacaktı. Burcu Pelvanoğlu’nun konuya ilişkin iyi toparlanmış metnine şu adresten ulaşılabilir.
O günkü iklim ve işleyişten sözeder misin?
“Genç Etkinlik Sergileri”nin gösterdiği şuydu belki de; Özgür sanat, avangard üretim, “ben yaptım bal gibi de oldu”, deneysellik, kolektif bilincin uyarılması, sergi kurulmasındaki imece, insiyatif almak, tartışmak vb. Bu heyecan verici başlıklar birinci etkinlikten sonra, çok daha büyük bir heyecanla, Anadolu’nun hemen hemen bütün güzel sanatlar fakültelerine yayılmış gibiydi. Gençler bir sonraki etkinliğe, söyleyecek daha fazla söz ve çok daha istekli geldiler. Ve yapıtlar da gittikçe politikleşiyordu. “Genç Etkinlik”in ardından bir daha bu tür bir etkinlik yapılamadı. Bugün ise sanırım oldukça zor. Bir dönemdi ve bitti.
“Genç Etkinlik”in bitimiyle, güncel sanat konstelasyonlara, daha birlikte ve kolektif duruşlara dönüştü. Buna örnek olarak bütün buraya ait ödipal bağlarını neşterle kesip atacak ve yeni ortamın şekillenmesinde rol oynacak art-ist dergisini verebiliriz. Bütün bu süreçlerin arkasından tekrar bakıldığında, o dönemin genç sanatçılarının çoğunlukla birlikte ürettiklerini söyleyebiliriz. Ancak milenyum dönemi civarı, şehrin kabuk değişimi, sermayenin yoğun biçimde sanata yönelmesi ile bu denge değişmeye başladı. Kolektiflikten ziyade, kişisel çabalara ve dirsek temaslarına dönüştü, güncel sanatçılar vakitlerini daha çok bireysel üretimlerine ve portfolyo hazırlamaya yönelttiler. Yine de Hüseyin B. Alptekin’in Loft’u bir araya gelme, tartışma ve şamata yapma adına epey bir süre daha devam etti. Portfolyoculuk gittikçe gelişti, hatta bugün bile gençler için sanat üretiminin, tasarım veya reklamdan çok da bir farkı kalmadı sanki. Özel üniversitelerde kendilerini ilk kez deneyimlemek isteyen gençlere bunun doğru yerinin kurumlar olduğunu işaret ediyor gibiydi. Bu da yeni bir dönemi başlattı, sanatçının kurumsallığını ve sermaye ile ilişkisini. Ayrıca görünürlük de çok önemli oldu. Hem galeriler, hem sanatçıların görünürlüğü başlı başına bir iş kolu haline geldi.
Elbette her şeyin sonsuza kadar sürmesi gerekmiyor, bazı şeyler sönümlenirken yenilerine evriliyor. Burada da böyle olduğunu düşünsem de, Genç Etkinlik Sergileri neden bitti?
Elbette öyle, ama gerçek sebeb neydi? Çok fazla tartışılmadı. Sanırım bunun cevabı sermayenin ilgisinin sanat ve şehir üzerine yönelmesinde saklı. Bu da sanat içerisinde yeni rant alanları oluşturdu. Bence bu durum, karşılıksız yardım/üretim, imece gibi kavramların içini boşaltmış olabilir.
art-ist, o dönemde şekillenen yanyanalığın, arkadaşlığın ve üretim enerjisinin bir süreli yayın olarak biçim bulmuş hali. Geçtiğimiz günlerde genç sanatçı arkadaşımın, “art-ist’in hiç bir sayısını bulamıyorum” demesi üzerine, kütüphanemdeki sayılar ile bakışıp zaman kavramını yeniden idrak ettim. Biraz bahseder misin bu iş birliğinden?
1999 yılında ilk sayısı çıkmaya başladı. Bu da “Genç Etkinlik”in hemen ertesi senesine denk geliyor ki bahsettiğim kolektif duruş, birlikte üretme, düşünme ve paylaşma ile hazırlığı vs. zaten bir altı-yedi ay sürmüştü. art-ist, tamamen “Genç Etkinlik” ve DAGS’ın (Disiplinlerarası Genç Sanatçılar Derneği, 1995-1998) sinerjisi ile oluştu. Cepten artan paralarla dergi bastırma, elden ele dağıtma, günlerce emek harcanan tasarım/çeviri süreçleri vs. art-ist sanki bir misyon üstlenmiş gibiydi. Bir taraftan üretip, bir taraftan da bu üretimler üzerine yazmak, çizmek. Bir çekim merkeziydi. Erden Kosova gibi çok önemli bir el , ortamı çok iyi okuyor ve yazılarında kullandığı dil ile sanatçılara yeni okumalar yaratıyordu. Tam da o dönem en çok ihtiyaç duyulan güncel sanata dair eleştiri eksikliğini gideriyor, çevirileri ve röportajlarıyla dergiye ve ortama büyük katkılarda bulunuyordu. 2006’da art-ist’den ayrıldım, maalesef bir iki sayı daha çıktı ve daha sonra kapandı. Yarattığı enerji, emek, bir aradalık da bitmiş oldu. Çok sınırlı sayıda yayınlar arasında yeni bir soluk kazandırmıştı. 7-8 senelik ömrünün ardından, dergi yayın hayatına son verdi ve hayatını günümüz koşullarına uygun bir galeriye evrilmiş olarak devam ettiriyor.
Önce Hafriyat’ta izlediğim, sonra da İstanbul Modern koleksiyonunda yerini alan ve beni çok etkileyen Sunshine işini senin cümlelerinle hatırlayalım mı? İzleyiciyi 80’ler çizgi filmi Tonton Ailesi’nin finali gibi sarmaladığını düşünüyorum.
Sunshine’ı (2008) ilk olarak Hafriyat’taki solo sergim “Egzersiz”de gösterdim. 90’lı yıllarda bir ressamla ayaküstü muhabbet ederken şöyle dediğini anımsıyorum; “Hadi bakalım enstalasyoncular şu İstanbul’un muazzam gün batımının enstalasyonunu yapın da görelim”. Tabii şaka gibi bir laf, günbatımının resmi bile yapılsa o kadar güzel olmayacaktır. Bu hikayenin Sunshine ile bir ilgisi yok, sadece şu an aklıma geldi.
Sunshine yoğunlukla ses ile uğraşmaya başladığım 2007 yılında şekillenmeye başladı, aslında ses titreşimleri ile ilgili. Çocukluğuma ait anlar... Mübadele sonrası Girit’den Ayvalık’a gelen büyüklerim, bir kilisenin hemen dibindeki papazın evine yerleştirilmişlerdi. Bu ev benim için özeldi. Yer, tavan-duvar demeden ahşaptı. Sesleri oldukça değiştiren bu üç katlı ev, ortasında büyük ve geniş bir havalandırmaya sahipti. Mesela alt katta konuşanların sesleri yukarılara doğru farklılaşarak ulaşırdı. Bu beni hep etkilemiştir. Ayrıca yarı camiye çevrilmiş eski kilisede namaz kılınmasa dahi, bir hoparlör vasıtasıyla ezan okunurdu. Ve kilisenin hemen dibindeki yatak odasında özellikle sabah ezanı sanki bütün evi titreterek dolaşır, tınlardı. Sunshine’ın sesleri işte tam da hafıza ile üretildi. Burada kum tepesi alegori olarak dışarda durmayı sağlayan bir destek, alan gibi, merkezin dışında şekillenmiş bir mekan. Kum tepesinde oturan figüre, 2000’lerin başında çekilmiş bir fotoğrafım kaynaklık ediyor. Bir dağ aslında tepeden çok, dağda oturup etraftaki seslere kulak vermek gibi. Kimi zaman buyurgan, kiminde de sağaltıcı. Sunshine’da imlediğim hoparlör, büyüdüğüm kasabada erk’in tınılarını taşırdı. Veya vefat haberlerini. 80’lerin en enteresan meselesidir, kamusal alana sahip olma, buyurma isteği. İktidarların borazanı ya da iktidarın borazanı. Ses bu anlamda hem herkese hem de kişiye özel oluyor, kafanızı çevirdiğinizde de sizi buluyor. Ses, görmeye nazaran daha çok inanılandır aslında.
Ev alma komşu al (2011) ya da diğer bir deyişle Depo’da gösterdiğin perdelerden bahsedelim biraz da.
Ev alma komşu al (2011) tamamen bizim nasıl milliyetçileştiğimizin bir alegorisiydi. 20th Century Fox jenerik müziği eşliğinde açılan perdelerin ardındaki ev dediğimiz mekanın aldığı yeni şekillere göndermeydi. Medya aygıtlarının esareti... Bayramlarda tak çıkarcılığa, kimin astığı kimin asmadığının küçük hesaplaşmalarına kadar. Müstakil olanın cazibesi her zaman üzerimde, komşu dediğimiz patlamaya hazır bombanın varlığı ile.
Hafriyat Karaköy’de açılışı 1 Mayıs’ta gerçekleşen “Egzersiz” (2008) ve Depo’daki “Hep seyirciyiz zaten...”(2011) pratiğinde önemli kişisel sergiler olarak yerini aldı. İşlerini gösterirken, mekanın senin için çok önemli olduğunu hissediyoruz. Buna tasarım ve malzeme bilgisi de eklemlendiğinde izleyiciyi bir iklime davet ediyorsun.
Evet mekanı önemsiyorum, galeri mekanlarını çoğunlukla benzer buluyorum. Mekan benim için psişik bir şey. Mesela “Hafriyat” çok güçlü bir birlikteliğe sahipti, bu mekanlarına da yansıyordu, tercihimin en önemli sebebi bu olmuştu. Orayı başka bir dil ile yontma derdi oluştu içimde, mekanı başkalaştırma isteği. Cephesi yola bakan büyük, atıl görünümlü bu bina, kentsel dönüşümden henüz nasibini almamış, muktedirlerin henüz ilgisini çekmemişti. Korunmaya ihtiyacı vardı, binanın fiziken olmasa da oradaki zihnin vardı. Çünkü sokaklarda kurt sürüleri gittikçe çoğalmaya başlamıştı. Bu sefer kurtların ceplerinde çok da paraları vardı. Bu ve benzer zihinleri, duruşları, korumaya almak ve dikkat çekmek için, mekanın ön kapısının tamamını tavana kadar kum torbalarıyla kapatmıştım. Sürülerin içeriye girmelerini önlemek, mekanın girişini değiştirerek, içeriye ulaşılmasını zorlaştırmak ve gelenleri ters köşeye yatırmak için. İçeride de izleyiciyi, hepimize tesir eden, korku yaratan ortak bilinç altımıza doğru çekmeye çalıştım.
Uzun süredir alanda pratiğine devam eden bir sanatçı olarak zaman içinde sanatçı kimliğine dönük değişimden-değişenlerden sözedelim. Üretim ve gösterme metotlarına yönelik jenerasyon farklılıkları olduğunu düşünüyor musun?
Yeni kuşak ağır görsel bombardımanına maruz kalıyor, görsel dil hiç bir zaman olmadığı kadar işgal etti bellekleri. Kolay erişim de cabası. Bugün görsel sanat üreticilerinin ’yeni’ bir şeyler üretmeleri, bundan 20 yıl öncesine göre hem çok zorlaştı hem de kolaylaştı. Bu durum el emeği ile üretilen çalışmaları tetikledi, çünkü hâlâ resim, desen, yontu biricikliğini koruyor. Bunun üzerine bir de hiper gerçekçilik eklemlendi. Ancak bu görsel odaklı yoğunlaşma ve sosyal medyanın hakimiyeti, alt metinleri kolaylaştırdı bence. Aslında bugün ’beğenilen’ bir iş belkide başkaca şeyleri hatırlattığı için de beğenilir oldu. Ama neyi hatırlattığını kimse tarif edemez oldu. Ben bunu biraz cep telefonları öncesi numaraların akılda tutulmasına benzetiyorum. Bugün rehberinizdeki en yakınınızın bile numarasını akılda tutma ihtiyacınız yok. O nasıl olsa orada ya ismiyle ya da kısaltmasıyla hep duruyor. Kendi adıma mümkün olduğunca yapıtın ’sıreti’ ile ilgilenmeye çalışıyorum. Bu görsel dönem içerisinde bile hâlâ eşyanın tabiatı ilgimi çekiyor.
Yakın gelecekteki projelerinden sözedelim. Kişisel tarihe biraz daha fazla alan açtığından bahsetmiştin bir konuşmamızda. Bizi nasıl bir sergi bekliyor?
Eğer becerebilirsem kendi başıma bir sergi planlıyorum, muğlak işler olacak. Bazen biraz daha çocukluk imgeleri, bazı yerleri içe kapalı. Ses tam merkezinde olacak serginin. Bir coğrafya hatırası, tınıları, küçük tecrübeler ve bunların bu zamana etkileşimleri gibi.