Sait Faik'in ‘Bir Karpuz Sergisi’ adlı hikâyesinin 1936 tarihli gazetede karşına çıkıp oradaki anlatının senin üretim sürecinde tekrar etmesi ilginç. Asıl ilginç olan ise şüphesiz hikâyeyi keşfinle artık kaçınılmaz olacak paralellikleri çağırman, onların izini sürmen, hikâyedeki metaforların yaşamına dahil olması. Galeri Zilberman'da izlediğimiz ‘İtici Güç’ serginde deniz yaşamıyla özdeşleşmiş bir yazar Sait Faik ve İstanbul Boğazı’nda denize dalmış sen varsın. Süreç çok uzun, olay çok katmanlı, tıpkı serginin sorunsallaştırdığı meseleler gibi. 'Çaba' ve 'keyif' olguları içeren söz konusu hikâye, sergiye nasıl bir düşünsel zemin hazırladı?
Her şey bir gün 'sergi' kelimesinin sözlük anlamını merak etmemle başladı. Birinci anlamına referans olarak kullanılan 'Bir karpuz sergisi açabilmek için projeler yapmakta idi' cümlesini okuduğumda bu acaip tasvirin Sait Faik’e ait olduğunu ve kurucularından olduğum PiST/// Disiplinlerarası Proje Alanı’nın adında da yer alan 'proje' kelimesinin ise Türkçe'ye çok önceleri devşirildiğini gördüm. Sait Faik acaba nerede, neyi ifade etmek istiyordu diye merak ederek bu cümlenin izini sürdüm. Böylece söz konusu cümlenin ait olduğu 'Bir Karpuz Sergisi' hikâyesine ve onun ilk kez yayınlandığı 20 Mayıs 1936 tarihli Kurun gazetesine ulaştım. Hikâye başlı başına gündelik hayat ve sanat eleştirisi adına içinde bir çok katman barındırırken, ilk kez yayınlandığı gazetenin de bugün hâlâ gündemde olan haberler içerdiğini görmek dikkat çekiciydi ve tüm bunlar bende üzerine bir proje gerçekleştirme arzusu yarattı. Bu süreç 2012'de başladı. Hikâyenin ilk kez yayınlandığı 20 Mayıs 1936 tarihli Kurun gazetesinin üzerine yaptığım müdahale ile 76 yıl sonra gerçekleşen reprodüksiyonu dahil SALT Galata’da ‘Bir Karpuz Sergisi Açabilmek İçin Projeler Yapmakta İdi’ adıyla bir dizi yerleştirme, performans ve tartışma gerçekleştirdim. Gazete ve hikâye içeriğinden yola çıkarak davet ettiğim konuşmacıların katılımıyla bir konuşma maratonu düzenledim. Hedeflerimdem biri 1936 gündemini günümüz gündemine bağlayacak bir ‘Pazar İlavesi’ yayınlayarak basılı malzeme aracılığıyla çalışmalarımın sonucunu izleyici/okuyucuyla paylaşmak. Ben bu projede bir sanatçının varlığını; yaratma, üretme, sergileme ve işini satma süreçlerini gerçekleştirebilmek adına kendini nasıl konumlandırdığını ve başarılı olabilmek için kurması zorunlu profesyonel ilişkileri, Sait Faik Abasıyanık’ın Bir Karpuz Sergisi başlıklı hikâyesi üzerinden kurgulayarak sorgulamayı amaçlıyorum. Başlangıcından bu yana 3 yıl geçti ve ben zaman, olay, mekân ve kişiler üzerinden çoğalan yeni ilişkiler kurarak projeme kat çıkıyorum. Hem hikâye hem de 1936 tarihli o gazeteye bakıldığında hayatta bir çok benzerlikler yaşadığımı/zı görmek, bu projeye olan inancımı ve heyecanımı canlı tutuyor. Örneğin, Temmuz 2013-14 arasında yaşadığım bir yıllık Boğaziçi Kıtalararası Yüzme Yarışı'na hazırlık sürecim ve sonrasında devam eden Boğaz’da yüzme deneyimim, hikâyede aktarılan gündelik kaçış eylemleri ve şehrin suyla ilişkisiyle kesişirken, serginin de önemli bir arka planını oluşturuyor.
Boğaz’da gerçekleşen yüzme yarışına katılman; bu amaçla bir yıl öncesinden başlayan büyük bedensel çaba ve adrenalini yüksek yarış fikri ile bir sanatçı olarak sanat ortamında var olmak ve hareket etmek arasında kurduğun ilişki çarpıcı. Sanatçı olma halini sorunsallaştırmak ve üzerinde düşünmek için deniz gibi İstanbul’un orta yerindeki eşsiz alanı seçtin. Denize atladın ve onlarca kulaç attın. Kıtalararası yüzme yarışının senin için önemi neydi?
Süreç yıllardır istediğim ve sürekli ertelediğim bir hedef olarak başlasa da bu yarışa katılabilmek için harcadığım çaba, emek ve zaman karşılığı hissettiğim rekabet, stres ve başarı duygularını ancak Sait Faik'in hikâyesindeki karakterler gibi, istediğim an ve istediğim yerden İstanbul'da denize girme özgürlüğünü gösterebilirsem ters yüz edebileceğimi düşündüm. 'Keyif' olgusu olmadan başarmanın eksik kalacağı fikriyle gündelik hayattaki imkanlar ve imkansızlıklarıma odaklanmak istedim. İstanbul'da yaşayan ve denizde yüzmeyi çok seven bir kadın olarak şehrin önemli bir parçası olan denizinden keyif alan insanların arasına karışma cesareti göstermem, Sait Faik'in 78 yıl önceki şehir ve insan gözlemleriyle benim bugün ki gözlemlerimin bir araya gelmesi sonucu gerçekleşti. Galeri Zilberman'daki sergim 'İtici Güç' ise şehrin deniziyle kurduğum ilişkinin izleyiciye aktarımıydı. Projemin farklı dönemlerinde karşılaştığım zorluklar ve başarılarla yüzleşme, hedeflerimi yeniden belirleme ve devam edebilmek için ihtiyaç duyduğum itici gücü tekrar kazanabilmek adına gerçekleştirdiğim bir yerleştirmeydi bu.
Serginin merkezinde ‘Lodos’ adlı video çalışman var. Bu videoda kafana yerleştirdiğin bir kamera ile Boğaz’daki her kulaç atma aksiyonunda izleyiciye hem denizin içini hem de dışını gösteriyorsun. Eskisine kıyasla bugün insanlar Boğaz’a genelde kıyıdan bakıyorlar, oysa sen orada yüzenlerden biri olarak o denizin içinde ne var ne yoku da ortaya seriyorsun. Bu ise videoya karşı merakı tetikliyor; dışarıdan bilinen, bakılan ama hiç içine girilmeyen bir evin kapısını açmak ve içeri davet etmek gibi. Sen kulaç attıkça izleyici görüyor, onun görme eylemi ise tamamen -bir sanatçı ve bir yüzücü olarak- senin aksiyonuna bağlı. Suyu ve aksiyonu ayrı ayrı çok hissettiren bu video çalışmanın yanısıra sergi mekânında bir atmosfer kurguladığını görüyoruz. Mekândaki bu atmosferi oluşturan unsurlar adeta hem sembolik hem de izleyiciye yönelik deneyimsel etkileriyle oradalar. Örneğin çeşitli yerlere bırakılmış minik yüzücü figürleri ile sergi mekânının zeminine yerleştirdiğin malzeme… ‘Lodos’u çevreleyen unsurların hikâyesi nedir?
‘Lodos’u 2014 Ekim’i bitmek üzereyken, hâlâ yüzebileceğimi düşündüğüm güneşli bir günde çektim. Tüm yaz bir ileri bir geri yüzdüğüm, böylelikle içini evim gibi hissettiğim denizi yani antreman alanımı kayda geçirme arzum ancak sezon bittikten sonra gerçekleşebildi. Videonun ilk başlarında her şey normal, ben her 3 kulaçta bir sağdan/soldan nefes alarak ilerlerken bir anda lodos yüzünden etrafımı saran pislik öbeğinin arasında kalarak bocalıyor, üzerime üzerime gelen nesneler bana değecek diye korkarak, dengemi ve nefesimi kontrol edemez hale geliyorum. Kendimi evimde sanarken o ortamda tek başıma var olamayacağımı düşünüp, bir an önce karaya ulaşmak için çabalıyor, yüzme yetimi yitiriyorum. Bütün yaz Boğaz’da yüzerek üstesinden geldiğimi sandığım pislik ya da akıntı gibi korkularımla anı belgeleyerek yüzleşmiş olmak tabii ki kendi adıma büyük bir ödül, hayatta yaşadığım tüm diğer paniklere bir ayna niteliğinde. Dev deniz anası, prezervatif, hijyenik ped, naylon torba gibi karşındakini görme ya da hissetme yetisi bulunmayan tüm beyaz ve soluk renkli varlıkları gören ve onlardan korkan denizdeki tek canlı benim. Benim farkındalığım kendi kendimi sabote etmeme, yüzme eylemimi yitirip nefessiz kalmama sebep oluyor. Eğer bu varlıklar benim onlara karşı hissettiğim korkuları fark etseler ne olur sorusuna takılmış olmasam zaten bulunduğum ortamı kabullenip orada rahatça ilerlemeye devam edebilirim. Bu noktada Galeri Zilberman’da ‘Lodos’u tek başına göstermek yerine bir yerleştirmenin parçası olarak sergilemeyi tercih etmem 2014 yazında Boğaz sahilindeki bir kamusal alanda izleyici katılımına açık bir tartışma, sergi programı olarak gerçekleştirmek istediğim ama karşılaştığım engeller yüzünden bireysel bir eylemin ötesine geçemeyen ‘Pislik İçinde Yüzüyoruz’ projeme de uzaktan bakma ihtiyacımla ortaya çıktı. Projemin bürokrasi sarmalına takılması ve son noktayı koyan zabıtanın ‘uygun görülmemiştir’ cevabına karşılık, beton bir kaldırımı sonsuz bir kumsal ve pisliği ortada Boğaz suyunu dünyanın en yüzülesi ve temiz denizi yani mavi bayraklı bir plaj gibi değerlendiren insanların arasında var olmak ve onlar gibi bulunduğun ortamı farklı görebilmek arzusuyla ‘İtici Güç’ şekillendi. Bu yerleştirmede sonsuz kumsal misali beton zemine dönüşen açık sarı fon ve yerleştirmenin parçası olarak yer alan bir yüzü mavi, diğer yüzü beyaz bayrakta farklı kum değerlerine sahip büyük boy zımparalar kullanıyorum. Ancak üzerinde yürüyünce ya da dokununca etkisi hissedilebilen zımpara kişinin duyguları, korkuları ya da amaçlarıyla kendi kendini nasıl yıpratabileceği ya da yıpratmak yerine durumu/ortamı pürüzsüzleştirmek için değerlendirebileceği aşındırıcı bir malzeme. İngilizcesi ‘sandpaper’, Türkçesi’ndeki aşındırıcı eylemden çok malzemenin içeriğine referans veriyor ve her iki tarif de bu yerleştirmede bana yardımcı oluyor. Bayrağın mavi yüzünde Türkçe ‘uygun görülmemiştir’, beyaz yüzündeyse İngilizce ‘TO BE IS TO DO’ yazıyor. Bayrak bir plaj şemsiyesi direğine asılı ve içi kum dolu, çocukların plajda oynamayı en sevdiği oyuncaklardan bir kum kovasına saplı. Kovanın içinde sırtı direğe dayalı, kumda oturan bir minik kadın yüzücü var. Bu yüzücü kadın sonsuz fon üzerinde oynayan ‘Lodos’u izliyor. Bir plajda görmeye alışık olduğumuz nesneler farklı orantı ve ilişkilerle galeri ortamında bir araya gelmiş durumda. Nerede hata yaptım, nerede bocaladım diye kendi kendini izleyen ve ortamı terk etmek yerine varlığını devam ettirmek isteyen yüzücü, beni ve öz eleştiri ihtiyacımı temsil ediyor. İzleyicinin çok da kolay görmesini istemediğim ama tüm sergiye yukarıdan bakan 43 kadın yüzücü daha var sergide. Bunlar da aynı ‘Lodos’ gibi tek başına sergileyebileceğim bir iş olsa da ‘İtici Güç’ün bir parçası olarak yerleştirmeye dahil ettiklerim arasında. Minik yüzücülerime ‘Öz Güdücüler / Self Motivators’ diyorum. Boğaz yarışına hazırlık sürecinde stüdyomun farklı köşelerinden bana antremana gitmemi ya da yapamayacağımı düşündüğüm her an bana başarabileceğimi hatırlatan değerler. Onlar hem kendim, hem de varlıklarıyla yanımda duran, başarılarıyla bana örnek olmuş, destek olmuş, benim de başaracağıma inanan kadınlar, insanlar. Sporda ve sanatta rekabet ediyorsan, en tepeyi hedefleyenlerin durması gerektiği gibi çoğu bu yerleştirmeyi yukarıdan izliyor. Aslında görünür ama herkesin bakmaya alışık olmadığı yüksekliklere kendilerini konumlandırarak bana sanat piyasasında nerede durmam gerektiğini bir ticari galeri ortamında hatırlatıyorlar.
Bu serginin gerisindeki süreç, ‘Performance Test’ (2010) ve ‘Life in the UK’ (2011) gibi işlerinde de karşımıza çıkan kişisel çaba ve bürokrasiyle uğraş fikri ile kesişiyor. Öte yandan sanatında önemli bir yeri olan kamusal alan meselesinin burada da belirgin bir şekilde sorunsallaştığını görüyoruz. Antreman alanın denizi evin gibi hissettiğini dile getirmen bu açıdan dikkate değer. Ayrıca bürokrasi engeline takılsa da burada kolektif bir proje yapma fikrin de yine sanatının öteden beri önemli bir olgusu. PiST/// Disiplinlerarası Proje Alanı’nın tüm bunlar odağında İstanbul’da ne denli önemli bir rolü olduğunu biliyoruz. ‘İtici Güç’ adlı çok katmanlı, çoğalan, süregelen çalışman bu doğrultuda bakıldığında senin sanatında ikonik bir yapıt denebilir. Şöyle ki hem sanatının odak noktalarını içinde barındırıyor, hem senin kendi kendine bir mesafeden baktığın hareketini, sanat alanındaki bireysel sorgunu ve en önemlisi de denize girmek gibi ‘keyif’ içerikli sana dair kişisel bir kesiti ortaya seriyor. Bu işin hâlâ devam ediyor olması, belki de en başından beri sanat üretiminin pek çok sorunsalını içinde barındırmasıyla ilişkili olabilir mi?
Doğru. Sürecin evrilerek ve sanat üretimimin bir parçası olarak devamlılık göstermesi, bu projenin en temel ilham kaynağı. Bürokrasiye olan merakım ise sadece 'Performance Test' ya da 'Life in the UK' gibi işlerimde değil, onlardan çok önce gerçekleştirdiğim ilk sanatçı kitabım ‘Postage Paid in Istanbul’ (1994) ya da PiST///’deki projem 'Artist Information'da (2007) da ön planda. Sübjektif bir sanat tarihi yazımını içeren dilekçelerden beslenerek bir ansiklopedi ve kendinden menkul bir kütüphane olan ‘To Whom It May Concern’ (2012- …) isimli yerleştirmemin en temel öğesi de bürokrasi. Dilekçeler, içerdikleri klişe cümlelerle var olan durumu özetleyen ‘resmi’ belgeler. ‘İtici Güç’ yerleştirmesinde bir dizi dilekçenin tüm içeriğini kullanmak yerine durumu en takıldığım kısmı olan ‘uygun görülmemiştir’ cümlesine indirgeyerek ‘görme/görmeme’ ya da ‘görülme/görülmeme’ ve tabii ki ‘uygunluk’ hallerine odaklanmak istedim. Bu durum bir denizanasının beni görmemesi ancak tam tersine benim denizanasını görüp, ondan korkmam olarak algılanabileceği gibi, sanat ortamında bir küratörün, galericinin, koleksiyonerin, eleştirmenin ya da izleyicinin sadece kendi görmek istedikleriyle var ettiği bir tercih mekanizmasının dışında bırakılma durumu olarak da herkes tarafından tecrübe edilebilir. Bu noktada zabıtanın kamusal alanda gerçekleştirmek istediğim projemi hiç bir gerekçe göstermeden reddetmesiyle bir sanatçının projesi için yapmış olabileceği herhangi bir fon başvurusuna kibar bir red cevabı alması arasında pek de fark yoktur. ‘İtici Güç’ sayesinde ‘Herkesin başına gelen reddedilme anında yola nasıl devam edilir?’ sorusuna bir cevap vermeyi de arzuladım. Benim bir sanatçı olarak doğru bulduğum tavır ‘uygun görülmeme’ durumuyla karşılaştığım an üretimimi arz-talep baskısına göre şekillendirmek yerine karşılaştığım reddedilme eylemini hızlıca analiz edip, olası eleştirileri ya da aleyhte etkenleri de dikkate alarak üretimime tam da buradan devam edebilmektir. İşte bu sebeple kamusal alanı temsil eden mavi bayrağa yazdığım ‘uygun görülmemiştir’ cümlesinin olumsuzluk eki olan –me–’nin üzerini kendimce kazısam da izi hep hafızada kalır. Diğer yandan sistemin gerekliliklerini kabul ederek bir beyaz bayrak ya da temiz bir beyaz sayfa üzerine Socrates’ın cümlesi olan ‘TO BE IS TO DO’ yani ‘Olmak Yapmaktır’ cümlesini kazımayı başaramazsam tüm yaratım sürecimi başkalarının taleplerine uymak uğruna sonlandırmış olmaz mıyım? Kendimi görünür kılabilmek ya da işime olan arz-talep gereği başkalarının dileği, tasviri ya da görmek istedikleri üzerinden üretimimi şekillendirebilecek rahatlıkta bir karakter değilim. Diğer yandan günlük hayatta tecrübe ettiğim olumsuzluklar, yaratıcılığımı her zaman besledi. Kamusal alan özelinde sadece bürokrasi değil, sokak ve gündelik hayat da en çok takıldığım ve dolayısıyla beslendiklerim arasında. PiST///’in bir dükkanda konuşlanması, şehrin merkezinde ama sanat aksından uzak, 24 saat ayakta, erkek egemen bir ortamda yer alması yaratıcı sürecimde hâlâ bir vazgeçilmezdir. PiST/// tecrübesi yaşam alanı ve sınırlarının işgali ya da korunması gibi en hayati konularla ilgili ‘aidiyet’ ya da ‘zıtlaşmaları’ bir düz mantık çerçevesinde yaşamamı sağlamıştır. İşte bu tecrübe sayesinde Boğaz kıyısını da evim gibi yaşabilmeyi ve benden çok önceleri orayı evi olarak benimseyenlerin arasında varolmayı başarabildiğimi düşünüyorum. Sadece ‘İtici Güç’ değil ama 2012’den beri üretimine devam ettiğim ve ‘Bir Karpuz Sergisi Açabilmek İçin Projeler Yapmakta İdi’ ile başlayan hem bağımsız, hem de birbiri arasında ilişkiler kurarak devam ettirdiğim bu proje serisinin tek iş, tek nefes değil, uzun soluklu bir çalışma olarak gelecekte önemini daha da ortaya koyacağına inancım sonsuz. Eğer bu çalışma bir gün ikonik olarak adlandırılacaksa bunun bir bütünün parçaları olarak dikkate alınması gerektiğini düşünüyorum.
En başından beri üzerinde durduğun sanatçının yaratma, üretme, sergileme, işini satma ve tüm bunların paralelinde kurması gerekli profesyonel ilişkiler yani sanatçı ‘olma’ hali, ki ‘olmak yapmak’tırı da hatırlayarak, bir harekete kilitleniyor. Birlikte işleyen bedensel ve zihinsel bir hareket bu; bir duygulanım. Bir beden nereye kadar uzanıyor? Bu, aynı zamanda sanatçının, sanatı kuşatan her türlü ağ ile ilgili sorgusuna işaret ediyor. Ancak sanatı kuşatan ağlar sadece teknik değil; tesadüfler, fantaziler, tutku ve arzular da içeriyor, onlarla da şekilleniyor, motive olunuyor, devam ediliyor. Bir de her türlü tesiri ile içinde yaşanılan coğrafyanın etkisi! Deniz üzerine çok düşünmüş ve üretmiş Ömer Uluç’un bir sözü var: ‘İstanbul atölyem o sırada Arnavutköy’deki denize bakıyordu ve deniz o gün müthiş akıntılıydı. Rüzgar ve akıntı her yöndeydi. “Yani buradan bir Cézanne çıkabilir mi?” dedim. İngiliz şair John Ash de bana dedi ki “Tamam buradan Cézanne çıkamaz.” Bu kadar basit. Bir karmaşa, yalnız deniz değil, hemen her şey. Ben bu karmaşanın adamıyım.’ Evet yalnız deniz değil, hemen her şey. Tam da senin denizin içinde pisliklerle olan mücadelen, dışında ise bürokrasiyle ve sanatçı olarak karşılaşılan durumlarla olan mücadele vurgun gibi. Aslında yüzmek, başlı başına bir düşünce eylemi değil mi? Bir beden nereye dek uzanıyorun sorgusu olarak… Sait Faik’in hikâyesinde olduğu gibi her şeyin unutulduğu keyiften bahsetmiyorum bile!
Konuyu Ömer Uluç’un yaklaşımıyla tamamlaman çok hoşuma gitti. Kimileri için anlamak zor olsa da ben bu karmaşayı hem çok yaratıcı, hem de estetik buluyorum. Sait Faik, Bir Karpuz Sergisi hikâyesi yayınlandıktan bir kaç gün sonra yayınlanan bir denemesinde ‘Bir kitabı kıymetli yapan hiç bir zaman içinde söylenen sözler değildir. Bunların ehemmiyeti hiç yoktur. Fakat söylenmek istenip de söylenememiş şeyler, işte bunlar o kitabın kıymetini yaparlar ve o nevi kitapları sessiz, sadasız beslerler.’ diyor. Eğer olmak yapmaksa, ben de kendi karmaşamdan beslenerek üretmeyi seviyorum. Bir düşünce eylemi olarak kurduğum ilişkiler üzerinden bunu başarabildiğimi görmekse işin en keyif aldığım anı.