Fotoğraf sanatçısı Ceren Saner ile Berlin'deki hayatından anları içeren ilk fotoğraf kitabı Inside The Ring üzerine konuştuk.
Ceren Saner’in kim olduğunu biliyor olsak da, hikâyesinin nasıl devam ettiğini merak ediyoruz.
Hikâyem hâlâ kaybetmek istemediklerimi ve tutunmak istediklerimi uzay-zaman denkleminden çıkarmaya çalışmakla devam ediyor. Kendimi bildim bileli hafızamın iyi olduğunu pek söyleyemem, detayları genellikle unutur, eğer hatırlayabilirsem olanlara dair hissettiklerimi hatırlarım. Ölümle erken tanışan, bir ölümün ardından, kaybedileni unutarak büyümüş bir çocuk olarak hafıza ve imgeyle ilişkilenmemin böylesi olmasını doğal buluyorum. Tam olarak da buradan devam ediyorum.
Bir göç yolculuğundan izler taşıyan Inside The Ring adlı fotoğraf kitabınıza baktığımda günlüğünüzü okuyor gibi hissettim. Berlin’e gelişiniz nasıldı?
Inside The Ring fotoğraf kitabıma baktığınızda böyle hissetmenizi anlıyorum. :)
Berlin’e gelişim plansız bir şekilde oldu. 2014 yılı Onur Haftası sergisi “nerdeen nereye”de işlerimi gören bir kolektif tarafından Almanya’ya davet edildim. Bir süre bu resmi daveti çeşitli sebeplerle erteledikten sonra 2016 yılının Kasım ayında Berlin’e geldim.
Bu kolektifin iş birliğiyle Türkiye’deki işlerimden bir seçkiyi sunum performans olarak gösterdiğim -Avrupa içinde başka ülkelerde de etkinlikler dahil olmak üzere ama yoğunlukla Almanya çevresinde- toplamda üç yılı bulacak bir turneye başladım. Bir yandan sanat etkinliklerim devam ederken bir yandan da şehre -Berlin’e- varışım sürüyordu.
Tam olarak taşındım diyemiyor[d]um henüz ve hâlâ, çünkü burada bir yer edinebilir miyim, bu habitatta var olabilir miyim anlamaya çalışıyor[d]um. Berlin’i çevreleyen çemberin: ring’in içinde (öncelikle Ring Bahn adı verilen tren rotasına referansla) ve de bu çeperin sınırında, tren raylarına bakan hatta bazen trenlerin duraktan ayrılışını ayaklarının altındaki titreşimle hissettiğin, bana bir şekilde çocukluğumda hayal ettiğim “ev” kavramını anımsatan, camlarını açıp nefes aldığım anlarda beni kucaklayan, yine bazı zamanlarda da ağaçların benim için efsunlu bir şekilde dans ettiği, cumbalı bir odada, kendimi buldum.
Sınırsız bir sessizliği içinde barındıran bu şehirde (Berlin), doğup büyüdüğüm şehirden (İstanbul) tanıdık olduğum uğultulardan uzakta, nefeslendim diyebilirim belki de. Berlin’e gelişimi ve kendime ait bir oda var edişimi kısaca böyle anlatabilirim sanırım. Ancak bu kendime bir yer edinme veya buraya varma hâlimin biteceğini söyleyemem.
Yaşanılan bu süreçte kitabınızın varoluş macerasını da sormak isterim. Tabii fotoğrafa karşı yaklaşımınızı, sizdeki etkisini ve nasıl geliştirdiğinizi de anlatarak.
Fotoğrafa karşı yaklaşımım hiçbir zaman mesafeli olmadı. Öncelikle farkında olmadan kişisel ve ailesel tarihimdeki kayıpların izlerini takip etme hâliyle bağ kurduğum fotoğraf, benim için günlük hayatımın içinde var olan bir iyileşme, hislerimi temize çekme, kendimi arama ritüeli, zaman zaman bir öz bakım aracına dönüştü. Özellikle araç kelimesini kullanıyorum, fotoğrafı bir sonuç noktası olmaktan ziyade gördüğüm için. İmgeyle ilişkim yaşadıklarımı ve hissettiklerimi işlediğim, sürekli olarak değişmekte olan belleğimi yeniden ve yeniden inşa ettiğim, öncelikle beni bana anlatan ve hatırlatan bir yolculuk.
Hâlâ devam etmekte olan Inside The Ring fotoğraf ve video serisi, Berlin’deki hayatımın görsel bir güncesi ve duygusal haritalanması olarak görülebilir. Bu seriden bir seçkiyle oluşturduğum ilk fotoğraf kitabım ise yaşadıklarımı elle tutulur/dokunulabilir tam da bu nedenle belki daha iyi hissedilebilir, aynı zamanda arkada bırakılabilir ve yara alabilir bir duygular arşivine çevirme çabasıyla başladı.
Bu süreci aynı zamanda fotoğraflarımla ilişkilenme hâlini farklı bir forma sokma, farklı bir şekilde iletişim kurma ve izleyiciyi oyuncu bir şekilde biraz daha yakından bakmaya davet etme çabası olarak da görüyorum.
Inside The Ring’de yer alan metinlerin arasında kırmızı iplikle dikilmiş kimi sayfalar var. Hatta bir fotoğrafında iğneyi de bırakıyorsunuz bizlere. Hissiyatınızın güçlü yanını gördüğüm bu fotoğraflar arasında bulduğum iğnenin sizdeki karşılığı nedir?
Bu mumlu kırmızı iple dikilen sayfalardaki fotoğraflara baktığınızda kelimenin tam anlamıyla beni ya da ben/im izlerimi görebiliyorsunuz. Bu da kendi kendimi şehre dikme, iz bırakma ve bir bağ kurma hâli için kullandığım bir oyun. Bir başka aidiyet yaratma süreci.
İpin renginin kırmızı olması da ring kelimesiyle yaptığım ikinci referans olan box ring’inin içinde olma hâline bir gönderme olmasından.
Kitabımın her kopyasında o kitapta kendimi diktiğim iğneyi içinde bırakarak sürecin devamlılığına bir işaret vermeye çalışıyorum. Bir yandan da yaşadıklarımı/günlerimi/hislerimi açtığım kişiye bir davet bırakıyorum. İhtiyacı olursa, iğne orada. Bendeki karşılığı az çok böyle diyebilirim. Sizdeki karşılığından söz etmek ister misiniz? Ya da sizin için bu detayların bir karşılığı oldu mu?
Sevgili Ali Taptık, Manifold Press’e yazdığı eleştirisinde şöyle bir lafımı bana çok dokunur bir yerden hatırlatmıştı:
“Ayrılırken “Bilmiyorum beni görebildin mi?” diye sormuştu. Soru hâlâ aklımda.”
Tam da böyle bir şekilde yöneltiyorum bu sorumu Nazlı, siz derken de kitabıma dokunmuş herkese yöneltiyorum bu kelimeleri…
Bir karşılaştırma sorusu olacak ama fotoğrafa Türkiye’den ve Avrupa’dan bakmak nasıl? Fotoğrafın yaratımında coğrafyanın katkısı çok büyük çünkü. Birbirinden farklı iki toprakta yetişen fotoğrafın sizin üzerindeki yansıması nasıldı?
Kendi işlerime bakarak bu yansımadan söz edecek olursam, birbirinden farklı iki toprakta yetişen fotoğrafın bendeki yansıması yabancı/laşmaya - mesafe almaya tekabül etti. Geriye dönüp baktığımda en belirgin olarak gördüğüm yansıması bu sanırım.
Ancak mesafe almak her zaman uzaklaşmak manasına gelmiyor. En azından ben bu kadar ikili (ikilikçi/iki koşullu/binary) düşünmüyorum.
Daha önce çektiğim işlere bakacak olursak - San Francisco, Amerika’dan fotoğraflarımın yer aldığı “Timeless Crowd” serisine ya da şu anda üzerine konuştuğumuz ve devam etmekte olan “Inside The Ring” serisine bakarsak mesela - içine doğduğum coğrafyadan dışarı attığım her adımda bakışım bir şekilde hep daha geniş olmuş. Geniş derken imgelerde görülen alanın genişliğinden bahsediyorum pek tabii, içeriğinden bağımsız olarak. İnsanların yüzleri girmeye başlıyor karelerime, hatta bütün vücutları, durduğum alanı daha çok gösteriyor olmuşum. Bunun üzerine de belirli aralıklarla dönüp düşünüyorum hatta. Özetle diyebilirim ki unutmak istemediğim anlara bakış şeklim daha gözlemci bir hâl almış gibi geliyor bana, yabancı/laşmak kelimesini de bu nedenle seçiyorum.
“Inside The Ring” kitabınızın üretiminin üzerinden iki yıl geçti. Bu süreci elbette konuşmak isterim çünkü bu süreçte çok fazla şey yaşandı. Özellikle göç ve göçmenlik konusunda. Bireysel ve toplumsal olarak yara aldığımız bu konu çalışmalarınızı nasıl şekillendirdi? Biliyoruz ki anlatılacak çok hikâye var.
Bu soruyu öncelikle kitabın üretimiyle bağlantılı olarak, sonrasında da sanat pratiğimdeki son iki yıla dönüp bakmaya çalışarak cevaplayacağım.
Inside The Ring kitabının basımı pandeminin hayatlarımızda yarattığı sarsıntının tesadüfen hemen öncesine - Ocak 2020 - tekabül etti. Buradan bakıldığında bu fotoğraf kitabı çok spesifik bir zamana dair şehir ve alt kültür deneyiminin görülebileceği bir arşive dönüşmüş gibi de oldu. Bağımsız olarak ürettiğim ilk kitabımın böyle bir döneme gelmesi de beklendik bir biçimde kitabın dağıtımını ve yer aldığı alanları etkiledi. Ancak büyük bir memnuniyetle söyleyebilirim ki toplamda 300 adet basılan kitabımın kopyalarının yarısından fazlası şu anda elimden çıkmış ve tanıdığım veya tanımadığım birçok kişiye dokunmuş bulunmakta. Inside The Ring fotoğraf kitabı Türkiye’de sevgili Paper Street Co. aracılığıyla satılmakta, ringin içine adım atmak isterseniz Paper Street’e herhangi bir yerden ulaşmanız yeterli . Bir yandan da Inside The Ring’in kopyaları, ait olduğu Berlin’e geri döndü ve burada da çeşitli alanlarda ve kitapçılarda satılıyor. Özetle yerli ve yabancı birçok festivalde ve sanat alanında kendine yer edinmeyi hâlen sürdürmekte yani fotoğraf kitabım da kendi yolunu içgüdüsel bir şekilde bulmakta diyebilirim.
Kolektif olarak bir travmanın içinden geçtiğimiz bu iki yılda çalışmalarımın nasıl etkilendiğine dönecek olursak, genellikle etkileşimden beslenerek üretim yaptığım sanat pratiğimde, izolasyonun etkisiyle bir şeyleri daha derinlemesine düşünmeye, geriye doğru eğilmeye daha çok zaman ayırabilme şansım oldu sanırım. Bununla bağlantılı olarak da imgeyle olan ilişkimin, bu ilişkinin katmanlarının ve bu ilişkiyi açış biçimlerinin üzerine daha çok düşündüğüm bir süreç oluyor benim için şu içinde olduğumuz garip zamanlar.
Açıkça sormak istediğim bir soru var. Bunu her zaman sorgulamışımdır. Toplumsal mevzularda sorunlarla karşılaşıyoruz özellikle var olma mücadelesinde aidiyetlik kavgası verilen topraklarda birçok sorunla karşılaşmak mümkün. Sizin tutumunuz nedir? Sanatınızı üretirken ilham aldığınız bir kaynağa mı dönüşüyor yoksa mücadeleyi gösteren salt bir gerçekliğe mi?
Şahsen ben herhangi birisinin ürettiği herhangi bir işi hiçbir zaman salt bir gerçeklik olarak görmüyorum. Göremiyorum. Gerçekliğin bir türevi olabiliyor ancak benim için ya da genel olarak gerçeklik nedir? Bunun tek bir perspektifi olması mümkün müdür?
Bir imge o kişinin nereye, nasıl ve hangi hislerle baktığıyla çok bağlantılı olduğundan belgeleyici şekilde çekilmiş bir fotoğrafa dahi baktığımızda o fotoğrafı üreten kişinin perspektifini o fotoğrafta gösterdiği andan ayırmak bence pek mümkün değil.
Bu nedenle, öz belgeci üslubumu da göz ardı etmeden söyleyebilirim ki benim işlerim benim için her zaman sübjektif ve öncelikle bana dair bir kaynak, sonrasında ise görsel araştırmalar olarak değerlendirilebilir.
Şu günlerde üzerinizde çalıştığınız bir projeniz var mı? Gelecek zamanlarda sizinle nerelerde karşılaşacağız?
Şu günlerde hareket eden imgeyle ilişkimi çözmeye çalışıyorum, bir yandan da kitaba dönüştürdüğüm görsel güncemi şehre yayılan ve şehirle ve onun yaşayanlarıyla etkileşen bir güncel hissiyatlar haritası ve arşivine çevirmenin yollarını araştırıyorum.