2016 Ekim’inde Ankara’nın ilk özel çağdaş sanat müzesi olarak kapılarını açan Müze Evliyagil, 15. İstanbul Bienali’ne komşu etkinlikler kapsamında büyük bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Eylül ayında başlayan ve küratörlüğünü Derya Yücel'in üstlendiği "Ev" çok sayıda sanatçının eserleriyle kurgulanmış bir hikâye âdeta.
Derya Yücel’in tam bir hikâye anlatıcısı gibi ilmek ilmek ördüğü bu öyküde hemen her parça doğru yerde karşımıza çıkıyor ve bizi, ardımızda bıraktığımız evlerdeki anılarımıza uğurluyor. Dışarıda her birimiz başka başka roller içinde, değişik söylemlerin ucundan tutmuş hâlde dolaşırız, ama eve döndüğümüzde, hele de kalabalık bir ailenin parçasıysak, dışarıda yaptıklarımızın anlamı içeride değişmeye başlar. Hikâyelerimiz birbirine bağlanır, nedenler ve sonuçların perde arkası dillendirilmese bile bilinir, hissedilir. “Ev” sergisi tam da bunu yapıyor. Sanatçıların eserleri, kalabalık bir ailenin üyeleriymişçesine dışarıda farklı anlamlar yüklenen formlarından arınıp burada bir araya gelerek yeniden bir kimliğe kavuşuyor, anlattığı mevzunun içeriği değişiyor, her birinin hikâyesi bir diğerine bağlanıyor ve “Ev” anlamını buluyor.
Ahmet Doğu İpek Masa III’te; eski, oymalı bir orta sehpaya dönüşmekteki bir ağaç gövdesiyle karşımıza çıkıyor. “Olmakta olan, süregiden ve anlatımı zor bir izlenime somut bir beden kazandırıyor” ama öte yandan bu sergiye dahil olduğu andan itibaren aile büyüklerimizin evinden anılarımıza sızan o oymalı ceviz sehpanın oraya nasıl geldiğini de hatırlatıyor. Yine Can İncekara’nın büyükanne I ve II adını verdiği suluboya resimlerinin hatırlattığı telefon üzeri kanaviçeli örtüler, güpürlü perdeler gibi…
Erinç Seymen’in Aile Değerleri 2 resmi, orta sınıf kimliği, aile kurumu, mülkiyet ilişkileri ve aidiyet kavramına atıflarda bulunurken; toplumsal belleğe dokunan Hakan Gürsoytrak, Harb-i Bezeme: Ağlayan Halılar isimli dokuma halısında görsel imgelerle ev içindekini toplumsal olana bağlayan dinamikleri irdeliyor. Bu açıdan bakıldığında sergi yalnız evin içindeki hikâyeye değil, evden dışarı açılan ve yine dışarıdan eve dönen hikâyeleri de düşünmemize, toplumsal hafızamızı yoklamamıza bir yol açıyor.
Yeniden eve, evin sığınılabilir bir barınak, yuva olduğu alana döndüğümüzde Cemre Yeşil’in Süt Dişi fotoğrafları karşımıza çıkıyor; “ev kavramının özünü ‘başlangıçtaki evrenimiz’ olan bir bedende cisimleştiren” Yeşil, bir yandan da eve yeniden dönüşü; anneye, eşe, kardeşe kavuşup kucağına saklanmanın ve yuvanın güvenli, iyileştirici yanını gösteriyor.
Müze koleksiyonundan sergiye dahil olmuş parçalardan biri olan Eşref Üren’e ait Ankara Dolayları (Kar) tablosu, sıcağına saklandığımız bu eski Ankara evinin camından bir kış gününde kar altındaki şehri izliyormuş duygusu yaratıyor. Evle, sokak; sokakla yaşanmışlıklarımız iç içe geçiyor. Yine koleksiyondan bir parça olan Yüksel Arslan’ın Arture 489, İnsan 130 eseri, bir önceki koruyucu yuva duygusundan tekinsiz, huzursuz eden, eve kısılıp kalma fikrine geçiş yapıyor; zira ev bazılarımız için yalnızlığın hüküm sürdüğü bir dört duvara da dönüşebiliyor. Yine Arslan’a ait Arture 517, İnsan158: (Eskiler), hepimizin son evi olacak topraktan ve nihai evlerimizin başlarına dikilecek anıt taşlardan bir manzara koyuyor önümüze. Hera Taşçıyan’ın Kayıp Guguk Kuşu ise bir guguklu saatten yere sarkıtılmış uç uca mendiller ile ortada olmayan guguk kuşunun kaçışını anlatıyor, hiç gitmeyecek sandığımız birinin kısılı kaldığı rutin yaşamından ve evinden kaçışını anlatır gibi…
Evin dışından içeriye bakmaya başladığımızda ise en etkileyici işlerden biri Hale Tenger’in Beyrut videosu oluyor. Savaşın acılarını ve yıkımını çok katlı eski bir binadan uçuşan perdelerle, gece ve gündüz birbirini izlerken rüzgârlı, güneşli, gök gürültülü anlarla ve binaya yansıyan ışıklarla anlatan Tenger’in işi, Serdar Ateşer’in yarattığı tema müziğiyle etkisini daha da kuvvetlendiriyor. Bahçede ise Fırat Engin’e ait isimsiz metal heykel, evin kırılganlığını da birleştirici gücünü de aynı anda hatırlatıyor; dev metal iskambil kağıtlarla çocukken yaptığımız üçgen binayı inşa ediyor, paslanmaya bırakılmış bu metal form, üflesen dağılacak bir evin “denge”lerle nasıl ayakta kaldığını gösteriyor.
İçeri, evin çok daha gizli, kuytu ya da gözden kaçan alanlarına geri döndüğümüzde ise İpek Duben’in Şerife II-IV-V tablolarının anımsattığı ilk şey orta sınıf ailelerin yaşlı kadınlarının ceviz dolaplar içindeki elbiselerinin kokusu belki de. Çocukluğunda o dolaplardan birine saklanmış her ziyaretçinin hissedeceği türden bir anı, zira bazı renkler bazı kokuları, bazı kokularsa belleğimizde kaybolmuş çocukluk hayaletlerini çağırır. Duben’in tabloları bu nedenle serginin kilit noktalarından biri.
Ve tüm sergi boyunca her an karşımıza bir başka kara kalem işiyle çıkan Cengiz Tekin! Tekin’in priz kenarına tutturulmuş beyaz örtülü -belki bir aile büyüğünün gençliği- vesikalıktan mütevellit Priz ve Fotoğraf’ı, kırsalda hâlâ bazı evlerde baş köşeye asılan Tüfek’i, ucundan ip sarkan, duvarda unutulmuş Çivili İp’i, hepimizin evinde görünmesin diye köşeye iteklenen, fişlerin takılı durduğu Üçlü Priz’i, asılı duran Tespih’i, Kuran’ı ve Poşet’iyle bütün sergiyi birbirine bağlayan, her önünden geçildiğinde “şunu gördün mü?” soruları sorduran, bu tertemiz, sade karakalem işleri sergiye asıl ruhunu veren son dokunuş gibi.
Sıcaklığıyla, huzursuzluğuyla, sokak ve toplumla geliştirdiği bağıyla, geçmişi, bugünü ve geleceği bağlayan tavrıyla “Ev”; harika bir küratöryal bakışın ve etkileyici işlerin ürünü. Yine de son bir kelam etmek gerekirse, Cengiz Tekin’in merdiven arasına asılmış Hamam Böceği işi, her şeyin özeti ve bence serginin en anlamlı eseri. Zira bu böceğin her evin bir yerinde pusuda beklediğini, ilaçlanmadıkça fırsat bulup ortaya çıktığını biliyoruz ve yine biliyoruz ki radyoaktif patlamalardan bile alnının akıyla çıkan bu haşere; ev sakinleri taşınıp herkes çekip gittiğinde bile o evin başını beklemeye devam edecek.
9 Eylül’de başlayan “Ev” sergisi, Ankara İncek’teki Müze Evliyagil çatısı altında kapısını, 4 Şubat 2018 tarihine dek komşularına ve misafirlerine açık tutacak.