Orhan Cem Çetin geçtiğimiz günlerde Sanatorium’da açtığı “Benimsin” sergisiyle sahip olma dürtümüzden yola çıkarak zamanın içinde yer aldığımız kısa dönemi sorguluyor. Kendisiyle 18 Mart’a kadar açık kalacak sergi ve fotoğraftan başlayarak farklı üretim biçimleri ve süreci hakkında konuştuk.
Orhan Cem Çetin ile fotoğrafa ciddi ilgi duymaya başladığım sıralarda tanıştık, bugün olduğu gibi o zaman da etrafındaki herkesin aklını bir miktar karıştıran ama böylece ufkunu da gerçekten açan biriydi. Boğaziçi Üniversitesi’nde Tanıdık Şeyler ve Renk’arnasyon işlerinin gösterisini yapmak için davet etmiştik ve o deneysel, sıradanın ötesinde bir arayışın da sonucu olan işler benim de dahil olduğum genç insanları çok etkilemişti. Sonrasında da -halen de zaman zaman gerçekleştirdiği- fotoğrafın anlamına dair kısa zamanda bir seçmeli ders yoğunluğundaki “Fotoğraflar Ne Diyebilir ki?” sunumuyla bizi aynı gün içinde ikinci defa çarpmıştı. 20 yıla yayılan tanışıklığımızda Geniş Açı’nın ayağa yeni kalktığı günlerde çok yakın zaman geçirdiğimiz de oldu, görüşmeden çok zaman geçirdiğimiz de... “Benimsin” tekrar bir araya gelmek ve konuşmak için güzel bir fırsat yarattı bizim için de.
Öncelikle “Benimsin”le başlamak istiyorum ama daha gerilere de gideriz elbette. “Benimsin” adından da anlaşılacağı gibi sahip olmaya vurgu yapıyor. Bu sergideki fotoğrafların ortaya çıkışının hikâyesini anlatabilir misin?
Tıpkı ailemdeki benden daha yaşlı bireyler gibi, benim de toplama, biriktirme, eski eşyaları atamama huyum var. Bu huyumla savaşmama rağmen pek başarılı olamıyorum. Üstelik son birkaç yıldır özellikle annemin evinde birikmiş olan odalar dolusu kitap, mektup, fotoğraflar, belgeler, kırtasiye ve binbir çeşit çoğu işe yaramaz objeden kurtulma işi bana verildi. Tam bir aile arkeolojisi çalışması oldu. Her birini tek tek inceleyerek ayıklayıp çuvallar dolusu eşya attım. Ama bazılarına da kıyamadım ya da içinden çıkamadım ve kendi evime getirdim. Eşya ile ilişkimiz zaten öteden beri aklımı meşgul eden bir konuyken, bu aşamada neredeyse gündemimi toptan işgal etti. Neye sahip olduğumu bile doğru dürüst bilmiyordum. Bir yandan atarken bir yandan saklıyordum. Ne işe yaradığı ve neden şimdi bana ait olduğu belli olmayan bir sürü ıvır zıvır. Kutular bunlarla doldukça alt katmanlarda gözden kaybolup saklanan, böylelikle hayatımdan çıkan, böylelikle varlıkları iyiden iyiye anlamsızlaşan objeler, notlar, fotoğraflar, hırdavat, efemera, ne istersen var. Buradan küçük bir envanter çıkartmaya karar verdim. En başta da, saklandığı muhtemelen rutubetli çekmece köşesinde okside olup mavi kristallerle kaplanmış metal para dikkatimi çekti. Para, mülkiyetin en temel aracısı. “Benim olsun” istediğimiz hemen her şeye para sayesinde sahip oluyoruz. Ama bu mavi disk artık para olmaktan çıkmış, başka bir objeye dönüşmüştü. Ona bu haliyle sahip olmamıştım. Üstelik ben de dönüşmüştüm. O günlerde konuştuğum sevgili arkadaşım Çınar Eslek, sahip olma ya da mülkiyet, ya da aidiyet gibi süreçlerin aslında sadece dilde varolduğunu, gerçekte hayatta karşılıkları olmadığını ama varmış gibi davrandığımızı kavramamı sağladı. İşte buralardan yürüdüm ve çalışmaya başladıktan sonra özellikle ölçek ve elyafa dair başka gözlemlerim de gelişti, yeri gelirse onlardan da söz etmek isterim.
Aslında sahip biriktirmek bir davranış biçimi, bazı insanlar atabiliyor, benim de dahil olduğum bazılarıysa atamıyor ve biriktiriyor. Bu nesnelerdeki hafızayı tetikleme özelliği bu fotoğrafları yapmanı nasıl etkiledi?
Evet, atamadığımız şeylerin çoğunu andaç olarak saklıyoruz. Belli ki belleğimize güvenmiyor, onu uçucu buluyoruz. Gel gelelim, bir objenin hafızayı tetikleyebilmesi için yine hafıza gerekiyor. Tıpkı şunun gibi, bir telefon numarasını, unutacağımızı bildiğimiz için not ediyoruz. Ama bu defa da nereye not ettiğimizi hatırlamamız gerekiyor. Yani birinci elden deneyim ve ek kayıtlar. Başkalarına ait andaçlar karşısında çok kötü bir duygu yaşadığımı söyleyebilirim. Sergide bir zarfın içinde, çok yakından görülen bir tutam beyaz saç var. Aileden birisine ait olduğunu düşünüyorum ama kimin saçı olduğu hakkında bir fikrim yok. Kimin neden ne zaman sakladığını da bilmiyorum. Kesin olan şu ki, çok kıymetli birisiymiş saçın sahibi. Yeni sahibi benim ama ona dair tek hatıram fotoğrafını çekip sergime koymuş olmam.
Yine sergide yer alan, kimyasal işlemle dönüştürdüğüm eski fotoğrafların durumu da aynı. Her fotoğraf –ki sergideki işler de buna dahil- aynı zamanda bir andaçtır. Adı üstünde, “hatıra fotoğrafı” deniliyor. Fakat şu anda sahip olduğum ve eskicilerden toplandığı için kaynağı bilinmeyen belki binlerce hatıra fotoğrafının neyin hatırasını taşıdığı belli değil. Yaptığım işlem belki de bu hatırayı kendime maletmemi sağlıyor. Objelerin bazıları da öteden beri bana ait ve hatıraları katmerlendi sergi sayesinde. Orijinal objeyi de sergilediğimiz Balerin onlardan biri.
‘Olmak’ ve ‘Sahip Olmak’ yabancı bir dille haşır neşir olmaya başladığımızda ilk öğrendiğimiz fiillerdir çoğunlukla. Bu nesnelere sahip olma durumu, bizim nasıl insanlar olduğumuz hakkında da bir şeyler söylüyor mu? Bu işi kavramsallaştırırken aklından böyle bir ilişki geçmiş miydi.
Evet çok doğru. Sahip olduğumuz eşyayı bu nedenle sergi metninde bizi sarıp sarmalayan bir tür parçacıklı, katı aura olarak tanımladım. Eşyalarımız ile doğrudan doğruya kendimizi tanımlıyor, tanımlamakla kalmayıp ilan ediyoruz. Sergi sürecinde, sahip olduğumdan haberim bile olmayan nesneleri de elden geçirdiğime göre, bu bir kendini keşfetme süreciydi aynı zamanda. Bunu yalnızca metaforik bir mantık oyunu olarak söylemiyorum. Ailemi daha iyi kavrama şansım oldu. Bilmediğim ya da o zamanlar bilmemin istenmediği pek çok şey varmış ve bunlar dönüp beni, özellikle çocukluğumu etkileyen şeylermiş. Malum arkeolojik kazılarda bazı kritik metinler ortaya çıkarak bugüne ışık tutabiliyor. Aynısı oldu.
Aslında bunu sorayım mı emin olamadım ama içimde kalmasın. Tanıdık Şeyler, Renk’arnasyon gibi ilk dönem çalışmalarında Türkiye için epey erken sayılabilecek dijital müdahalelerle de gelen bir deneysellik göze çarpıyor. Daha sonra dijital yaygınlaştıktan sonra da nispeten daha konvansiyonel fotoğraflar üretiyorsun diyebiliriz sanırım, özellikle de Komşuluk sonrası başlayan dönemde. Bu doğru bir tespit mi, ne dersin?
Refik bu konuyu açman beni çok sevindirdi zira böyle bir şey varmış gibi görünüp kimi zaman beni de endişelendiriyor. Cesaretsizleştim mi acaba, ya da risk almak istemiyor muyum diye düşünüyorum. Ama sonra bakıyorum ki, arada yaptığım performanslar, Canavar Selfie gibi eylemler, ya da belli bir bağlam içinde kitap ve dergi sayfalarına fotoğraf bastığım Açacak serisinde olduğu gibi konvansiyonel olmayan işler de yapıyorum. Sence Gümüş Gezegen serisi konvansiyonel bir çalışma mıydı? Sanırım şöyle bir şey oldu. Full-time reklam fotoğrafçılığı yapmayı bıraktıktan sonra, sergilerimde konvansiyonel fotoğraflar da görülmeye başladı. Ben şöyle yorumluyorum bu durumu: Benim “fotoğraf gibi fotoğraf” yapma iştahım her zaman var. 2005’ten önce bu iştahımı reklam fotoğrafçılığı ile tatmin ediyordum ama onları sanat izleyicisi tabii ki görmüyordu. Benimsin serisinde de oldukça ileri düzeyde, eskilerin deyimiyle “dört başı mamur” bir fotoğrafçılık var. Seri de bunu gerektiriyor bence. Ölçek yanılsaması ve ayrıntıların çok iyi görünmesi ihtiyacından dolayı.
Bir önceki soruyla bağlantılı olarak, bir galeriyle çalışman üretim sürecini nasıl etkiliyor? Eskiye göre daha sık sergi açıyorsun gibi geliyor bana ki bu yeni işler üretmeni teşvik ediyor ve benim gibi takipçilerin için de iyi bir durum bu.
:) Benim gibi miskinler için de bu çok iyi oluyor. Sanatorium ile çalışmaya başladıktan sonra, ki öncesinde bağımsız çalışıyordum, önce birkaç karma sergide yer aldım. “Yeni Çağ”, Sanatorium’daki ilk solo idi ve çok uzun bir aradan sonra gelmişti. Dediğin gibi hemen her yıl yeni bir seri sergiliyorum. Çok şükür şu ana kadar sadece sıram geldiği için, apar topar bir fikir bulup inanmadığım ya da gündemimde olmayan, samimiyetsiz bir iş yapmadım. Bunu yapmaktan çok korkarım.
Kendime miskin dediğimde gülüp geçmiş ve tersini ima ettiğimi düşünmüş olabilirsin ama benim bir işe odaklanıp disipline girmem için kendimi taahhüt altına sokarak bağlamış olmam gerekiyor. Aksi halde serseri ruh gelip beni kolaylıkla yoldan çıkartıyor, erteleme eğilimim oluyor.
Geçmişte radyoculuk yaptım. Bu yüzden çok sevdim. O gün o saat geldiğinde, zihnim açık, hazırlığım tamamlanmış, mikrofon başında olmam gerekiyordu. Hayalet Gemi dergisinin kadrosunda olduğum dönem, altı yıl boyunca tek bir sayıyı aksatmadım. Öğretmenlik, keza. Periyodik işler yapmayı bu nedenle önemsiyorum. Beni daha çalışkan ve daha yaratıcı ve bir o kadar da yorgun yapıyorlar.
Seni aslında sadece bir fotoğrafçı olarak tanımlayamayız. Fotoğrafçı, eğitmen, çevirmen, yazar ve burada sayamayacağım kimlikleri bir arada taşıdığını görüyoruz, senin gibilere ‘hezarfen’ denirmiş eskiden. Bunun üretimine olan etkisi üzerine ne söyleyebilirsin?
Hezarfen sıfatını ben de kendime yakıştırmışımdır. İlk tanıştığımız yıllarda firmamın adı bu yüzden Hezarfen’di. “Bin ilimli” anlamına geliyor. Farklı alanlarda yetkinleşmiş, on parmağında on marifeti olan. Bunlar tabii çok iddialı sözler. Ben sadece özeniyorum. Fotoğraf dışındaki alanlarda ne kadar yetkin olduğum tartışılır. Fakat farklı alanlarda çalışmak daha büyük bir resim görmeni ve bilgi transferini mümkün kılıyor. Örneğin ben fotoğrafçılığı çevirmenliğe benzetirim. Zira fotoğraflanan hemen her şey belli bir hacim işgal ediyor, zaman içinde yol aldığı bir pozisyonu ve uzamı var. Sen bunu alıp fotoğrafa “tercüme” ediyorsun. Yani kaynak dildeki orijinali kavrayıp onu hedef dil ile yeniden üretiyorsun. Bu süreçte çeviri kuramındaki tüm hassasiyetler ve başarı kıstasları aynen geçerli oluyor. Örneğin sadık çeviri mi yapmalı yoksa daha lokal bir üslup benimseyip adaptasyon yoluna mı gidilmeli? İlki daha sadık, daha doğru iken diğeri belki farklılaşmış ama daha güzel, daha tanıdık, daha akıcı oluyor. Ya da çevirmenin belirgin bir üslup geliştirip farklı yazarlardan yaptığı çevirilerin tümünün birbirine benzemesi ve aynı elden çıkmış gibi görünmesi. Bu bir sorun sayılabilir. Tümü fotoğrafçılık için de geçerli. Tersi de olabilir. Optik ile ilgili bir fizik kuralını yazdığım bir metnin yapısına uygulamayı deneyebilirim. Fraktal geometrinin kurallarını ses kayıtlarına uyguladığım elektronik müzik denemelerim var. Bütün bunlar varoluşu daha iyi, daha bütünsel, daha berrak kavrama çabama yardımcı oluyor.
Bilgiyi kutsuyorum. Çok şey öğrenmekten kimseye zarar gelmez. Aksine müthiş bir haz duyuyorum.
“Hızlandırılmış” video olarak da adlandirebileceğimiz time-lapse videolar senin gibi daha çok fotoğrafçı olarak bilinen birinin hayatına nasıl girdi? Özellikle Çarkıfelek bitkisinin büyüme çabasıyla ilgili olan çok uzun bir zamana da yayılıyor olmalı. Bu yeni ifade biçimini bundan sonraki işlerinde de kullanacak mısın?
Kullanabilirim. İlk defa video yapmıyorum ama ilk kez bir seriye video dahil ediyorum. Geçmişte Emre Koyuncuoğlu ve Özgür Erkekli’nin farklı tiyatro projeleri için yaptığım video projeksiyon dekor çalışmalarım var. Yarı ticari bir iş için geçtiğimiz yıl, içinde çarkıfelek bitkisinin göründüğü fotoğraflar yapmıştım. Büyüme hızı, tutunma şekli, davranışları ilgimi çekti. Birkaç deneme yaptıktan sonra takıntılı biçimde uğraşmaya başladım. Benimsin serisinde bir ateşin, kıvılcımların davranışları ile birlikte, iki kardeş video olarak sergileniyorlar. Çarkıfeleğin bir başka versiyonu da şu anda Halka Sanat’ta, “Uykusuzlar Atlası” sergisinde yer alıyor.
Yeteri kadar çarkıfelek çektim ama sanırım henüz yeteri kadar time-lapse çekmedim. Yani, yaparım diye düşünüyorum. Video’nun fotoğraftan farklı olanakları var. Neden kullanmayım?
IAN’deki söyleşinde insanların işlerin hakkında ne düşündüğünü önemsediğini söylüyorsun. Bence de bu çok önemli, sonuçta bu işler bir diyalog yaratmayı da amaçlıyor, bunun için bir çaban var mı? Türkiye’de henüz sosyal medya diye bir kavram olmadan önce Hezarfen Fotografya’nın forum bölümü insanların bir arada olmasa da tartışabildiği düşüncelerini paylaşabildiği çok önemli bir platformdu. Bu tip bir tartışma ortamı yaratmak için ne yapılabilir sence?
Bilemiyorum Refik, belki dergi falan çıkartılır. Benim organizasyon yeteneklerim sıfıra yakındır. O nedenle ortak bir platform oluşturmak vb. beni aşan konular. Ama kendi başıma sosyal mecrada var olmaya, ulaşılabilir olmaya, işte böyle söyleşileri reddetmemeye, üniversitelerin, kulüplerin vs. davetlerini geri çevirmemeye, ortalıkta olmaya ve kulak kabartmaya gayret ediyorum.
Geçenlerde yaptığım bir söyleşide İngiliz bir fotoğrafçı bildiğimiz anlamda fotoğrafın öldüğün söyledi. Buna gerekçe olarak dijital fotoğrafın klasik fotoğrafın bir devamı olduğunu ve getirdiği yeniliklerin sınırlı olduğunu söyledi. Bu tartışma hep yapılır ama sen bu konuda ne düşünüyorsun. Üretilen işler gitgide daha fazla birbirine mi benziyor ve bu yeni yaklaşımlar görüp heyecanlanmamızı azaltıyor mu?
İngiliz fotoğrafçıya hak vermemek elde değil. Üstelik fotoğrafı icat edenlerden Fox Talbot ile vatandaş olunca, sözü ilave bir inandırıcılık kazanıyor. Ama ben başka bir yoldan iz sürerek aynı şeyi iddia ediyorum bir süredir. Batı sanatı tarihini “kanvas” yani geleneksel resim sanatı üzerinden incelediğimizde bir dizge görüyoruz. Tanrısal, ulvi konular ile başlayıp gündelik eşyalar veya herhangi bir temsil çabası olmayan soyutlarla tamamlandığını görüyoruz. Bir mecra olarak resimde de bu anlamda uzun süredir yenilik görmek olası değil. Muhtemelen her yeni mecra ilk ortaya çıkışından itibaren benzer bir süreçten geçiyor, sıradanlaşıyor ve ifade olanaklarının sınırına dayanıyor. Aynısı, büyük bir benzerlik göstererek ama çok daha kısa sürede fotoğrafta oldu. İlk fotoğraflarda da ulvi konular, kalburüstü insanlar vs görülürken günümüzde özellikle çağdaş Alman fotoğrafçılığında Mondrian, Warhol, Pollock işlerini hatırlatan bir üretim var. Bana göre bu durum fotoğrafın sonuna işaret ediyor. Ama bu kötü bir şey değil; “deniz bitti, buraya kadarmış” demiyorum. Nitekim hâlâ resim de yapılıyor. Sadece bu mecranın sınırlarının çizildiğine inanıyorum ve çizilen sınırlar uçsuz bucaksız bir araziyi çevreliyor. Yapılacak hâlâ çok şey var.