Oğuz Nusret Bilik Tuğba Yüksel’in otobüs yolcularına bir güzelleme yazdı... Yaşamın -zamanın görüntülerin hızla aktığı, ritmini ve renklerini ıskaladığımız, akışkanlığın alışkanlığa dönüştüğü bildiğimiz- o asi kentlerinden birindeyiz. Soğuk bir kış akşamında, eksik hayatlar yaşadığımız, duygusal uçurumların ilk durağındayız. Şehrin bir noktasından başka bir noktasına savrulan yorgun bedenlerin kesiştiği otobüsler, birbirleri ile göz göze gelmemek adına yüz yüze ilişkilerden kaçınan bedenler, balık istifi duygu yükleri ile gitmenin öncesindeler.
Yaşamın -zamanın görüntülerin hızla aktığı, ritmini ve renklerini ıskaladığımız, akışkanlığın alışkanlığa dönüştüğü bildiğimiz- o asi kentlerinden birindeyiz. Soğuk bir kış akşamında, eksik hayatlar yaşadığımız, duygusal uçurumların ilk durağındayız. Şehrin bir noktasından başka bir noktasına savrulan yorgun bedenlerin kesiştiği otobüsler, birbirleri ile göz göze gelmemek adına yüz yüze ilişkilerden kaçınan bedenler, balık istifi duygu yükleri ile gitmenin öncesindeler.
Alman sosyolog Georg Simmel, “cismani yakınlık ve mekân darlığı zihinsel mesafeyi ancak daha görünür hale getirir. Belli şartlar altında, büyük kentin kalabalığı içerisinde duyumsanan yalnızlık ve kaybolmuşluk başka hiçbir yerde bu derece hissedilemez” der.
Tuğba Yüksel, almış olduğu sanat eğitiminin katkısını bize sanatın insancıl eğilimi ile yansıtıyor. Anları ve duyguları zamanın akışından koparıyor, fotoğrafları ile bir öyküye dönüştürüyor; düz bir saptamanın ötesine taşıyarak sanatsal bir kalıcılık ile ifade ediyor. Bizi Asi kentlerin mağdurlarının hüzün coğrafyasına bir yolculuğa çıkarıyor. Şehre ve yaşama yeniden bakmamıza ve daha net bir yargıya varmamıza neden oluyor. Kısacası kolay soruların zor cevapları ile yüzleştiriyor.
Sanki aralarında sessizlik anlaşması yapmış suskun, yaşamın ritmi ve hızı karşısında direnmekten tükenmiş, insanların yüzlerinde eve dönmenin mutluluğundan çok ertesi günün yorgunluğuna hazırlanmanın telaşı var.
Ülkenin doğusunda zamanın yavaş aktığı kentlerden bin bir umutla gelen insanların yüzlerini, zamanın çağlayarak aktığı metropollerin ne hale getirdiğini ve birer kent portrelerine nasıl dönüştürdüğünü görüyoruz.
Şehirleri daha sağlıklı ve yaşanır bir geleceğe taşımak yerine, yarattığımız asi kentlerin yorgun sağlıksız bedenlerini çevreyi koruyan sıfır emisyonlu araçlarla taşıma çabasını hep ironik bulmuşumdur. Bu otobüsler taşıdığı kaosun, stresin, yorgunluğun, umutsuzluğun tedirginliğin, kapılar açıldığında çevreye ve insan yaşamına verebileceği zararın farkında olmadan yolcularını gecenin dramatik karanlığına taşıyorlar.
Camlardaki buğunun imgelediği Kış’a söyleyecek sözümüz yok. Sözümüz yitik yorgun bedenlerin beklediği o hiç gelmeyen Bahar’a. İşte o buğulu camın ardındaki düşe dalmış bedenler, mutluluklarını merdiven kenarı kapı eşiğinde yaşayanlar, günün kalanını kendi için en değerli an bilip gazetesini, kitabını okuyanlar, yani onlar o buğulu camın ardından bizlere sesleniyorlar…
Yolcular, tüm bu duygularla kol kola girmiş, yine tekrarını yaşamak zorunda kalmanın umutsuzluğu ya da bu durumdan kurtulmanın umudu ile adreslerine gidiyorlar.