Eski, korunmuş-korunmamış mükemmel evleri, plajları, Aya Yorgi’si, dilekleri, huzurlu ve hareketli bir Büyükada. Prens Adaları’nın gözdesi Prinkipos! Yunanca’da ‘prens’ anlamına gelen, adalılar için o hâlâ bir prinkipos, hâlâ bir prens. Rumların eski yaşam yeri, aslında gösterişli ve artık virane, kimsesiz bir ada. 1. Dünya Savaşı ve hemen sonrasında kurulmuş olan Cumhuriyet’le birlikte halkın büyük bir kesimini kaybetmiş olan ada. Eski şaşasını 14. İstanbul Bienali ile yeniden kazanan ada. Troçki Evi, tuhaf, sular içinde bir hayvanat bahçesi, Tiamat ve İnanna, yaratılış… Tüm bunlar bir bienal çağrısı. Bu çağrıya daha fazla karşı koyamayarak başlasın adada bienal turu, bir vapura atlayarak!
Adada yedi mekânda sekiz sanatçının yapıtlarını görerek, keyifli bir bienal turu için Bostancı’dan vapura bindim. Yaklaşık 40 dakika süren heyecanımdan sonra, iskelede yer alan Kaptan Paşa Deniz Otobüsü’nü ‘bienalin gezdiğim ilk mekanı olabilecekken’ en sona bırakmaya karar verdim. Adanın kalabalık, turistik ve leziz dondurmacılarının olduğu merkezinden geçip ‘dondurmayı dönüşe saklayıp’, ilk Tuzlu Su haritası ile karşılaşıp, hemen ilerideki Büyükada Halk Kütüphanesi’ne büyük bir merakla ilerledim. 2006 öncesinde bir şahsa ait olan kütüphane, dokuz yıldır ada halkına hizmet vermekte. Kütüphanenin girişi sıradan, içine girdiğinizde yalın bir mekân, adadaki ilk yapıtı görecek olmanın verdiği heyecan ve sabırsızlıkla kütüphanenin dar merdivenlerinden hızlıca yukarıya tırmanıp Melike Kılıçer’in yaratılış hikayesini görebilirsiniz. İki el yapımı masa ve iki sanatçı kitabından oluşmuş, alanın ortasında asılı, ters, bir kuru çiçek. Tuhaf, büyüleyici, çoktan kütüphanenin bir parçası oluvermiş gibi
Splendid Palas Otel’e Doğru Faytoncularla Yürümeye Başladım...
İlk mekândan çıktıktan sonra en yakına Splendid Palas Otel’e doğru fayton ve bisikletçilerle birlikte ben de yürümeye başladım. Yolda bir faytoncu ile yaptığımız kısa sohbette bienalin adaya ekonomik olarak canlılık getirdiği kadar sanatla buluşturulduğu için de mutlu olduklarını dile getirdi. Ada huzurlu… Ada sakin… Ada yeniden hatırlanmanın mutluluğuyla açmış tüm çiçeklerini. Splendid Palas Otel Art Nouveau tarzı ile 1911 yılında Doğu ve Batı’nın bir sentezi olarak inşa edilmiş. Kapısından içeri girer girmez, yüksek tavanları, sağı-solu, tam karşınızda sizi karşılayan merdiveni ile görülecek olan beş kanallı video için yukarıya davet niteliğinde. Daveti kabul edip, yukarı tırmanışımla ‘kapalı kapılar ardındaki konuşmaların’ kapalı kapılar arkasından, kapı camlarına yansıtıldığını, bir yandan alanın ortasında sizi karşılayan masa ve sandalyeye oturup, diğer yandan konuştukça su içinde kalan Troçki’nin uğultulu nutuğunu dinlemek! William Kentridge’nin bu videosu sergileme açısından içerik, form olarak oldukça çekici bir yapıt: ‘Ah, içli makine’. Ah ki ne ah!
Hemen sokağa çık, önce sola, sonra sağa ve sonra yeniden sola dön. İşte orada Rizzo Palas! Ahşap yapının kaç yılında, nasıl bu kadar görkemli bir şekilde yapıldığını mı düşünmeli, yoksa içerideki yaşanmışlıkların bıraktığı tüm izleri mi görmeli ya da hepsini geçin Ed Atkins’in Hıslayan adlı iki kata yayılmış olan videosunu mu izlemeli? Yapı o kadar etkileyici ki iki kanallı videodan dolayı mı yoksa metruk bir şatafata kapılmış olup, hayranlıktan ağzının açık kalmasından mıdır bilinmez, bir baş dönmesidir aldı başını gitti. Videonun neredeyse tamamını izleyip, kapıları açık olan tüm odalarda kaybolup, her defasında hissettiğim hayranlık. Mekânın varlığı yapıttan daha aşkın olunca, var olan hiçbir deprem sizi kendinize getiremez.
Mizzi Köşkü’nde Bir Ses Enstelasyonu
Yola hızla devam edip hemen Mizzi Köşkü’nü buluyorum. Al Palas olarak da bilinen köşk İtalyan bir mimar tarafından 1894’te tasarlanmış. Avlusuna girdiğinizde lambalarından, tuğlasına en ince çizgilerine kadar bir İtalyan eseri karşınızda duruyor. İçerisi ise apayrı. Görkem, tüm büyüleciliği ile mekan içinde de sürüyor. Ayaklarım kumlar içinde, sadece etrafı izlerken, kumda renkli bir cam yansıması ile bir ara başımı kaldırıp, amacımı hatırlıyorum, bienal! Susan Philipsz’in Elettra isimli çok kanallı ses enstelasyonu ve fotoğraflar. Kırık camlar ardından kalmış odalara yerleştirilmiş, esrarengiz, cılız ses kayıtları ve aynı anda mekanda farklı bölümlere yerleştirilmiş fotoğraflar. Gözüm arkada kala kala, ejderhalı lambaya dokunup, kızıl kuma yeniden bakarak, yoluma dönüyorum.
Diğerlerine oranla daha basit bir ev, Çankaya 57. İçeriye girdiğimde sesin geldiği odaya değil de, solda yer alan kısma çekiliyorum. Merak duygunuz daha da kabararak sizi, yerde duran iki portreye götürüyor. İki koltuğun yanında yer alan iki ünlü portresi, karakalemden! Popüler kültürü hatırlatma çabası. Hemen diğer duvarda kalan kitaplık ve iç dizayna göz gezdirip, heyecanıma yenilerek videonun olduğu odaya koşuyorum. Her şey ritmik, her şey düzenli. Karmaşa içinde bir düzen, herkes birbirini izliyor, ama her şey saklı! İlginç düzenin, kurmaca ilerleyişi. Beni alan kırmızı, hissettiriyor tüm gizemini izleyiciye. İşte bu Daria Martin’in Eşikte adlı işi.
Bilinmeyen Bir Gizeme Doğru Savruluyorum ve Troçki’yi Selamlıyorum
Derin bir nefesle insanları izliyorsunuz. Herkes mi aynı şeyi hisseder? Bienal için gelmiş olan kişileri gözlemleyerek Troçki’nin Evi’ni bulmaya çalışıyorum. Bilinmeyen bir gizeme doğru, yokuş aşağı güz rüzgarlarıyla savruluyorum ve Troçki’yi selamlıyorum! Harap bitap Yanaros Köşkü, bahçesi ve iskelesi. Lev Troçki, sürgün edildiğinde 1932-1933 yılları arasında burada yaşamış. Neredeyse ada halkı da dahil kimse bilmiyor. İşin daha da ilginç yanı Carolyn Christov-Bakargiev bunu öğrendiği an burayı ilk bienal mekânı olarak seçmiş. Ne kadar da tezat aslında terkedilmişliğiyle. Özenle açılmış patikadan, bir ada cangılının arasından iskeleye yürüyorsunuz. Sıra sıra insanlar, bazen bir kuyruk. Ve işte deniz göründü! Deniz ve bir tuhaf hayvanlar atlası! Gerçek boyutlarında organik ve inorganik malzemeler kullanılarak yapılan Tuzlu Su’da yüzen hayvanlar… Dahası sanki gerçekmiş ama bir anda donmuş izlenimleri. Gerçekliğin bambaşka bir katmanı. Adrian Villar Rojas’ın büyük bir ekiple bu mekân için ürettiği mükemmel eserler. Mekânla bütünleşmiş ve orada yaşamlarını sürdürmesi gereken bir hayvanat bahçesi. Troçki Evi, yorgunluktan bitap düşmeden önce gözünüzü son bir kez daha kocaman açabileceğiniz bir yer. Bütün Annelerin En Güzeli görülmeye değer bir baş yapıt!
Savrularak geldiğiniz yoldan, tuhaf bir hafiflikte ayrılmak… Durun, ada turum henüz bitmedi! Yorulmanız pek muhtemel, yavaş yavaş ada merkezine dönerken gözünüze diğer eşsiz mimariler takılabilir. Ada merkezine geldiğinizde neredeyse ada kadar eski olan Prinkipo dondurmacısından bir damla sakızı tüm yorgunluğunuzu alacaktır. İskele’de ise Kaptan Paşa Deniz Otobüsü var! Giriş katında Marcos Lutyens’in düş evi. İçerisi olabildiğince serin, ortada bir tekne iskeleti, çevresinde ipten sıra sıra yataklar. Zamanınız olursa eğer randevu alarak hipnoz seanslarına katılmalısınız! Üst kata çıkınca içinden mavi sular geçen bir sürü şeffaf boru. Pınar Yoldaş’ın Tuzlu Suyun Kalbi adlı işi. 2011 yılında Venedik Bienali’nde gösterilen Ayşe Erkmen’in işini andırsa da hem kavramsal metne hem de bir çoğumuzun kalbine giren iş. Öncesinde tasarlanma şekli dışında sergilenen iş, aslında deniz suyunu arıtacakken, yapıt Marmara’nın kirliliğine dayanamaz korkusu ile bu gerçekleştirilememiş.
Büyükada’da 14. İstanbul Bienal turunuzu tamamladıktan ve dönüşe geçtikten sonra artık geride kalan adaya yeniden bir göz gezdirip, belki de Troçki’nin yoğun kalabalığını görebilirsiniz ya da belki tüm günü yeniden gözden geçirip, adayı düşleyebilirsiniz.
14. İstanbul Bienali, sisler içinde bir Tuzlu Su Hikayesi.
Puslu ada, sisli ada yeniden hayatımıza hoş geldin Büyükada!