Hemen herkesin kitaplığında okunmamış kitaplar vardır; bunlardan bazıları daha sonraki zamanlarda “işe yarayabilir” niyetiyle alınmışlardır, bazıları birileri tarafından armağan edilmişlerdir, bazıları yayınevlerinden gelen tanıtım baskılarıdır, bazıları hemen okumak hevesiyle edinilmiş, ama o ara sıkışmış işler yüzünden rafta unutulmuşlardır vb. Bu okunmamış, talihsiz kitaplar listesi uzar gider. Bazıları ise çoktan okunmuş, hatta yeri geldiğinde tekrar kullanılmak üzere el altına ya da rafların en kolay ulaşılabilir bölümüne dizilmişlerdir. Dolayısıyla bir kitaplık, ister tümü okunmuş olsun ister aralarında hiç el değmemiş olanlar bulunsun, yine de güncel ya da potansiyel ilgi alanımızdaki binlerce sayfayı barındırır.
Fakat bir kitaplık, o okunmuş ve okunmamış kitapların yalnızca kapakları yoluyla da bir şeyler anlatabilir. En basit örnekle, o kitaplığa kabaca bir göz atan bir konuk, ev sahibinin nelerle ilgilendiği konusunda bir fikir sahibi olabilir. Diğer yandan bu kitap kapakları, gruplanmış ve içerik bakımından tasnif edilmiş halleriyle, kitaplığın sahibinin o anda gerekli olan metinleri bulabilmesi adına da yardımcı olabilir. Ve o kitaplıktaki kitap kapakları, daha birçok şey için ipucu verebilir.
Bu yazıda anlatmak istediğim şu: O raflarda yan yana yer alan kitap kapakları, aynı zamanda da olmadık bir anda ilginç mesajlar verebilir ve insanın zihnine ansızın yeni düşünceler ve meraklar yerleştirebilir. İşte tam bu noktada, o kitap kapaklarının bana gösterdiği bir şeyden söz edeceğim. Birkaç gün önce, kitaplığın önünde durup çalışmakta olduğum bir konuda herhangi bir kitap ararken (oysa tam da ne aradığıma karar veremezken) dikkatimi tümüyle bambaşka bir konu çekti: Ne kadar çok yazar, ne kadar çok başka bir yazar üzerine kitap yazmıştı. İlk anda gözüme çarpan, J. M. Bernstein’ın Theodor Adorno üzerine yazdığı bir kitap oldu. Ayrıca Terry Eagleton, Williem van Reijen ve Roger Behrens de Adorno’yu yazmıştı. Adorno ise sert tartışmalara girdiği, hatta zaman zaman acımasızca eleştirebildiği Walter Benjamin üzerine (onun ölümünün ardından) bir kitap yayınlamıştı. Yine Adorno’nun Edebiyat Yazıları kitabında Honoré de Balzac, Thomas Mann ve Aldous Huxley’den söz ediliyordu. Sonra bunların yanı başında Michael Taussig’in kitabını gördüm, o da Benjamin’i ele alıyordu. Kitaplığın Benjamin rafında, onun Bertolt Brecht hakkında yazdığı bir kitap duruyordu; Pasajlar kitabında da ağırlıklı biçimde Charles Baudelaire’i kapsıyordu. İlk anda ilgimi çeken bu durum, çalışmakta olduğum konuyu unutturdu ve beni, yazarların başka yazarlar üzerine yazmış olduğu kitapları aramaya yöneltti.
Bu iş, kısa sürede benim tahminimin de üzerinde bir sayıya ulaştı; hangi yana baksam bu tip kitaplarla karşılaşmaya başladım ki niçin daha önce bu anlamda bir “sayım” yapmadığıma, niçin bunlara dikkat etmemiş olduğuma şaşırdım. Sonra Stefan Zweig’ın Balzac ve Dickens ile Rotterdamlı Erasmus kitapları karşıma çıktı; buradan aklıma yine Zweig’ın Yıldızın Parladığı Tarihsel Anlar kitabı geldi, o kitapta da J. W. von Goethe, Fyodor Dostoyevski, Lev Tolstoy bölümleri vardı. David Edmonds ve John Eidinow Wittgenstein’ın Maşası’nda bu filozofun K. Raimund Popper ile tartışmalarına odaklanmışlardı. Richard Ellmann’ın James Joyce kitabı Joyce’un edebi kişiliğini ortaya koymaktaydı. Frédéric de Towanicki Martin Heidegger kitabında onun anılarını ve günlüklerini değerlendiriyor, Adam Shar da Mimarlar İçin Heidegger’i öne sürüyordu. Karl Jaspers’ın kitabının adı doğrudan doğruya Nietzsche idi; aynı Gilles Deleuze’ün kitabının adı gibi: Nietzsche… Bundan başka Deleuze’ün Spinoza: Pratik Felsefe’si bunların arasında bekliyordu. Deleuze-Guattari’nin birlikte yazdıkları kitapta Kafka irdeleniyordu. Deleuze için de kitap yazan yazarlar vardı elbette, örneğin François Zourabichvili Deleuze: Bir Olay Felsefesi’ni kaleme almıştı.
Bir yazarın başka bir yazar üzerine yazması, yalnızca Batı’ya özgü bir durum değildi; Türkiye’ye ait örneklere de rastlamak olasıydı: Besim Dellaoğlu’nun Benjamin kitabı çoktandır okunmaktaydı. Ahmet Hamdi Tanpınar Yahya Kemal için, M. Orhan Okay Beşir Fuad için, Atilla Özkırımlı Tevfik Fikret için, Afşar Timuçin Nazım Hikmet için, Selim İleri Behçet Necatigil ve Halit Ziya Uşaklıgil için yazmıştı. Asım Bezirci ve Beşir Ayvazoğlu’nun başka yazarlar üzerine yazdığı kitaplar listesi hayli kabarıktı. Bezirci’nin listesi Nazım Hikmet’ten Oktay Akbal’a ve Sabahattin Ali’ye, Ayvazoğlu’nun listesi de Yahya Kemal’den Peyami’ye (Safa), oradan da Mehmed Akif ve Safahat’e ve Fuzuli’ye kadar uzuyordu.
Diğer yandan, başka yazarlar üzerine kurulmuş kitaplar, farklı bir tür daha ortaya koymaktaydı; onlar da kısaca şöyle örneklenebilirdi: Michel Tournier Cuma adlı romanının altına, doğrudan doğruya Daniel Defoe’nun 18. yüzyılda yazdığı Robinson Crusoe romanını yerleştirmiş ve deyim yerindeyse o romanı “yeni” koşullara göre temize çekmişti. Bunun yanı sıra Alain Badiou da Platon’un Devlet adlı eserini temize çekmiş ve Platon’un Devleti adıyla yayınlamıştı.
Artık bir yerde bu sayım işlemini bırakmaya karar verdim, çünkü kitaplıkta böyle kitapların sayısı giderek artıyor ve hâkim olamayacağım kadar geniş bir alana yayılmaya başlıyordu. Şöyle ki: Yazarların kendi kitaplarının kapaklarında yer alan diğer yazar adlarının dışında da kimi kitaplar mevcuttu ve o kapaklarda açıkça yazılmasa da içlerinde örtük olarak başka yazarlar anlatılıyordu. Örneğin Harold Bloom’un Batı Kanonu kitabında William Shakespeare’den Alighieri Dante’ye, Miguel de Cervantes’ten Michel de Montaigne’e, oradan da Jane Austen’den Walt Whitman, Henrik Ibsen, Virginia Woolf ve Samuel Beckett’e kadar büyük bir yazar listesi oluşturulmuştu (o yazarlardan hiçbirinin adı, kitap kapağında yoktu, ama kitap tümüyle onlar üzerineydi). Hilmi Yavuz’un Yazın, Dil Ve Sanat ile Roman Kavramı ve Türk Romanı gibi kitaplarında da öyleydi: Kitapların kapaklarında, içeride sunulan yazarların adları görülmüyor, oysa “içindekiler” bölümünde çok sayıda yazarın varlığı saptanabiliyordu; yani kitaplıktaki bu tür kitaplar saymakla bitmeyecekti.
Tam saymayı bırakmış ve yeniden kendi çalıştığım konuya dönmeye niyetlenmiştim ki bu kez de gözüme ilişen, Michel Foucault’nun Bu Bir Pipo Değildir kitabı oldu. Herkes bilir; Foucault orada René Magritte’in yaptığı bir “pipo” resmi üzerine saptamalarını yazmıştır. Hemen aklıma takılan şu oldu: Yazarlar, sanatçılar üzerine de kitaplar yazıyorlarsa, bunların sayısı başka yazarları ele aldıkları kitapların sayısına ulaşabilir miydi? “Sayım” işlemine son vermiş olmama rağmen, kitaplıktaki kitapların kapaklarına kabaca şöyle bir göz atmaktan da geri duramadım. Hemen karşımda Romain Rolland’ın Jean-Christope adlı romanı belirdi; üç ciltlik, müthiş bir romandı bu. O ciltlerin kapaklarında da doğrudan, kimi konu ettiğine dair bir ad verilmiyordu, oysa romandaki Jean-Christope karakterinin Ludwig von Beethoven’i temsil ettiği bilinirdi. O anda (eğer bu kez de yazarların sanatçılar üzerine yazdığı kitapları düşünmeye başlamışsanız) Emile Zola’nın Eser adlı romanını anımsamamak olanaksızdır; Zola bu romanında, tam olarak Paul Cézanne’ı anlatır.
Kitaplık, yazarların sanatçılar üzerine yazdığı kitaplarla da kaplanmıştı (buna da ilk kez dikkat ediyordum). Ve Türkiye’deki örnekleri de göz ucuyla şöyle bir taradım; çeşitli yerlere dağılmış durumda birkaç kitap daha buldum: Orhan Koçak’ın Mithat Şen kitabı… Ali Akay’ın Sanatın Durumları’nda (yine kapakta sanatçı adları verilmemekle birlikte) 1990’lı yılların sergi açmış sanatçıların neredeyse tümü yer almaktaydı. Nihayet kesin bir kararla, aramayı sonlandırdım; başa çıkılır gibi değildi.
Bir yazarın başka bir yazar ya da sanatçı üzerine kitap yazması… Bu bana son derece önemli bir çabanın varlığını hissettirdi; birinin kendi düşüncesine ait bir alan bulması ve oralarda gezinmesi, hatta oraları kendi alanı olarak benimsemesi… Fakat hemen duruma biraz daha eleştirel yaklaşmak ve başka bir tasnif yapmak gereksinimini duydum. Tasnifi acele bir yaklaşımla şöyle yaptım: Acaba bunlardan hangileri, bir kurumun (yayınevi, galeri, sponsor bir kurum vb.) o yazara bir kitap ısmarlaması sonucunda yazılmıştı? Acaba bunlardan hangileri, o yazarın akademik kariyeri doğrultusunda zorunlu olarak yapılmış bir tezdi? Acaba bunlardan hangileri, o yazarın biyografi yazma mesleğine koşut çalışmalardı? Acaba bunlardan hangileri, siyasi ya da ideolojik bakımdan bir ya da birkaç yazarı öne çıkartmak, dolayısıyla onları birer propaganda aracı gibi kullanmak amacını taşıyordu? Bunların arasında, antoloji çalışmalarını saymıyorum bile…
Ne var ki bu tasnifte yer alan ve kanımca en değerli kategoriyi meydana getiren son bir yaklaşım daha mevcuttu: Bir yazarın, yalnızca kendi isteği ile başka bir yazarı ya da bir sanatçıyı yazma işi… Nedensiz olarak, yazma isteğinin önüne geçemeyerek, her şeyden bağımsızca bir zorunluluk duyarak… İşte bu son şıkkın üzerinde düşünülmeliydi. Yukarıda verdiğim örnekleri, bu kategorilere göre yeniden düzenleyecek ve ayrı ayrı açıklamalarda bulunacak değilim. Okuyucular, bunların hangi koşullarda yazılmış olduğu konusunda düşünebilirler ve kendileri de bir araştırmaya girişebilirler. Bu noktada demek istediğim şu: Bir yazarın, başka bir yazara ya da sanatçıya kendisini adaması gibi görülebilir, bu nedensiz yazma işi… Yunan filozofların, diyaloglar sırasında başkasının yerine geçip onun ağızından konuşmasını andıran bir durum… Kavramsal kişilikler yaratmak ve düşünceleri o birliktelik içinde sunmak geleneğine bağlı bir hareket gibi… Burada öne çıkan soru şu oluyor: Kendisini başka bir yazara ya da sanatçıya adayan bir yazarın, bir başka yazarı ya da sanatçıyı kitap haline getirerek kazanacağı bir para ve bir ün yoksa, o halde elde ne var? Niçin bir yazar, diğer kişiler hakkında yazarak zaman harcıyor? Boş ve terk edilmesi gereken bir çaba mı bu? Yoksa kısa yoldan bir hüküm vermek gerekirse, düpedüz aptallık mı?
Belki pek çok kişi, bugün içinde bulunduğumuz sistem bağlamında, böyle bir çabayı, yani para ve ün sağlamaksızın, bir yazarı ya da bir sanatçıyı izleme, benimseme, içselleştirme işini “aptallık” olarak onaylayacaktır; bu onayı da hiç düşünmeye gerek duymaksızın verecektir. Bu olabilir, kimileri için öyledir. Üstelik kimileri için, bu tip bir çaba o yazarın kendisi için bir kayba yol açıyorsa, diğerleri için de bir zarar demektir. Para almadan yazmak, piyasayı düşürmekte, diğerlerinin gelirini de engellemektedir çünkü…
Yine de ısrarla şöyle düşünüyorum: Bir yazarın, başka bir yazar ya da bir sanatçı hakkında kitap yazması, önüne geçilmez bir istekle ve tam bir zorunluluk eseri olarak yazma işine girişmesi, kendi “yazar oluş” niteliğinin olmazsa olmaz bir göstergesidir; “yazarlık” rüştünün ispatlanmasıdır (öyle yazarlar vardır ki başka bir yazarın sadık takipçisi olmuşlar ve onun hakkında defalarca yazmışlardır). Eğer “bir yer”de düşüncenin örgütlenmesi söz konusuysa ve “o yer”de bir düşünce ağı örülmekteyse, bu yalnızca o ağ içinde yer alan kişilerin her bir ilmeği kendisine mal etmesiyle ya da içselleştirmesiyle mümkündür. Eleştirel gücün kaynağı budur. Bu anlamda, örneğin tabii ki Adorno, Benjamin için yazacaktır; dahası, bunu yaparken hiçbir çıkar gözetmediği gibi, kendisini tehlikeye atmaktan da kaçınmayacaktır.
Yukarıda yazılan bir tümceye dikkat edelim, şöyle diyordu: “Adorno ise sert tartışmalara girdiği, hatta zaman zaman acımasızca eleştirebildiği Walter Benjamin üzerine (onun ölümünün ardından) bir kitap yayınlamıştı.” Örnek olarak verilen bu tümceyi iyi anlamalı ve Adorno’nun yazdığı o kitaba bir kez daha göz atmalı: Adorno o kitapta Benjamin üzerine yazarken, daha önce onunla giriştiği tartışmalara da yer verir ve Benjamin’in kendisini bastırdığı bazı çıkışları da o kitaba koyar. Oysa Benjamin artık ölmüştür, bu yüzden Adorno’nun kendisini haklı çıkartan bölümleri seçerek kitabına koyması çok kolaydır; oysa öyle bir şey yapmaz (bu da mı aptallıktır?). Öyleyse Adorno’nun niyeti bir çıkar sağlamak değildir. İyi de o halde nedir?
Bunu çözebildiğimiz zaman, büyük olasılıkla anlamlı bir eleştiri ortamı yaratmış ve boş tartışmalardan kurtulmuş olacağız. Sonuç olarak: Özerklik atomize olmaktan, tek başına herkesin üzerine basarak ilerlemekten değil, düşünce ağının ilmekleri arasında gezinmekten, o ilmekler hakkında sürekli olarak “bir şeyler” düşünmekten ve o ilmeklere başka ilmekler ekleyebilmekten geçiyor; eleştirel alan da öyle…