Ateş Alpar’ın ilk kişisel sergisi “Taş Kabuk Sessiz”, Merdiven Art Space’de açıldı. Hasankeyf’in sular altında kalışını ve bölgedeki eko-yıkıcılığı gözler önüne seren, Ekmel Ertan küratörlüğündeki sergi, sanatçının uzun bir süredir üzerine odaklandığı çalışmaları kapsıyor. Ekonomik ve siyasi tercihlerin uzun bir sürece yayılan doğal ve toplumsal tahribatını belgeleyen, fotoğraf ağırlıklı çalışmaları izleyiciyle buluşturuyor.
Ateş Alpar’ın ilk kişisel sergisi “Taş Kabuk Sessiz”in anlatısı Paul Ricoeur’un sosyal amnezi yaklaşımını akıllara getiriyor. Ricoeur’un geçmişin anlamını ve toplumun hafızasını kaybetme riski olarak tanımladığı sosyal amnezi, toplumun geçmişinden insanların kimliklerinin zedelenmesine kapsamlı bir tehditten bahsediyor.
Kanıksanan, haber değerini yitiren, duymaya alışılan bir sorunun çağdaş sanatta ele alınması bir nevi sorumluluk. Ateş Alpar da bu sorumluluğu adeta coğrafyadan bir göz gerçekliği ve samimiyetiyle yerine getiriyor. Ajiteden kaçınarak, gösterebileceği çok daha fazlası varken eleme yaparak… Yaşam alanını, doğduğu büyüdüğü çevreyi, şahit olduğu dönüşüm ve değişimi, iktidar gücünün etkisini en yalın hâliyle sunuyor.
İlk kişisel sergisi “Taş Kabuk Sessiz”de büyük bir birikimi karşımıza çıkarıyor Alpar, adeta sırtında boşaltması gereken bir yükü bırakıyor ve yoluna öyle devam ediyor. 2018’e kadar uzanan çalışmalarından geniş bir seçkiye odaklanan sergi, bir hesaplaşma ve borç ödeme niyetinde sanatçıyı da özgürleştiren bir adım işlevi görüyor. Çalışmalar için bir tarih vermek yanlış olur çünkü bu üretimlerin temeli sanatçının çocukluğuna, anneannesinden dinlediği hikâyelere uzanıyor ve tüm hayatına yayılıyor. Zira anneannesi de çok şey anlatan bir karesiyle sergiye dahil oluyor.
“Taş Kabuk Sessiz” ismi, yüzyıllardır göçlerle, yalnızlaştırılan, insansızlaştırılan, yerinden edilen, hafızasızlaştırılan bir anlatının simgesi. Sergi başlığındaki her bir kelime farklı bir açıdan temayla örülüyor. Sessizlik sular altında kalan bir bölgenin sessiz çığlığına dönüşüyor, diğer bir yandan medyanın, insanların tüm bu olup bitene sessiz kalmasına da göndermede bulunuyor. Taş ile ilişkisi geçmişe dayanan, performans sanatı çalışmalarında da taş figürünü sıklıkla kullanan sanatçı, “bir taşla ev yıkılabilir, bir taşla ev inşa edilebilir” diyerek kavramın derinliğine ve sınırları olmayışına vurgu yapıyor. Kabuk ise serginin üst katıyla daha yakın temasta, siyah duvar üzerinde konumlanan mezarlık ile direkt iletişim kuruyor. Bu insansız mezarlar hikâyenin özünü ortaya çıkarıyor. Yerlerinden edilirken kendi kişisel tarihlerini de yanlarında götürmek isteyen insanlar ölülerini çıkarıp, yeni mezarlara taşıyorlar. Yaşanan dramın en güçlü ifadesi olan bu eylem ve görselleri kuşkusuz ki serginin en can alıcı noktası. Görsellerin etkileyiciliğine vurulup, konunun zorluğu ile mücadele etme hâli ile baş başa kalan izleyici, yersizleştirmenin en yalın hâliyle burun buruna geliyor. Toplu konutları andıran toplu mezarlar yaşanan gerçekliği daha önce görmediğimiz bir boyutta önümüze seriyor. Alışılmış dini ritüellerde önce defnedilme sonra mezar yapılma sıralaması burada terse dönüyor ve ölüsüz, boş mezarlar adeta sahiplerini bekler gibi sıralanıyor.
İnsanların kalanlarla baş etme, seyretme süreci Alpar’ın karelerine takılan diğer detaylar arasında yer alıyor. Yok olanı, yitirileni seyretme, kendince belgeleme (selfie çekme) hâli zaman zaman manzarayı seyreden insanları andırıyor. Halbuki karşılarındaki bir manzaradan öte tarihe derin iz bırakan bir kırım. Suyun yaşamı simgeleyen, iyileştirici, birleştirici hâli bu coğrafyada tam tersine dönüyor. Doğal yollar dışında, yapay şekilde yerleştirilen su, bilinen özellikleri aksine ölümü, yıkımı, yok edişi simgeleyen negatif bir figüre dönüşüyor. Coğrafyanın değişmesine sebep olan, ekolojik bir kırım da beraberinde yaşanıyor.
İnsan merkezli bir “uygarlaştırma” projesi olan Ilısu Barajı’nın sular altında bıraktığı devasa tarih yanında 80 bin kadar insanı yerinden ettiğini söyleyen sanatçı, çok önemli bir biyoçeşitliliğe sahip Dicle Vadisi’nin yok olmasını da beraberinde getirdiğini ekliyor. Dicle’ye yapılan barajın etkisinin sadece çevresel değil, sosyo-kültürel olarak da hissedildiğine dikkat çekiyor. Bu seride kayıt altına alınan görüntülerin zaman içindeki dönüşümlerin doğanın ve kültürün örgütlü bir şekilde yok edilişini belgelediğini söylüyor ve ekliyor: “Kadim zamanların izleri silinirken zaman ve mekân, yaşam ve ölüm, iktidar ve karşı duruş birbirine dolanır. Modern zamanlara özgü olan yaşam ve ölümün birbirinden ayrılması bu yıkımla birlikte yeniden iç içe geçer. Aşina olunan yaşam biçimi ters yüz hâle gelir. Tahribat, yaşayanlar kadar hayatını kaybedenleri de etkiler. Doğayla bütünleşen ölü bedenler kolonyalist bir zedelenişe (yeniden) maruz kalır. Müşterek yaşamın tarihsel izleri silinirken hegemonik bir kültürel inşa süreci yaşanır. Bu ‘biz’e yabancı olmayan bir hikâyedir, anlatılan bizim hikâyemizdir.”
Tek bir fotoğraftan öte bütün fotoğrafların bir araya gelerek bir söylem yarattığı sergi, izleyicinin hafızasında da bir canlanma görevi taşıyor. Herkesin kulağına çalınan, bilinen bir sorun tüm çıplaklığı ile karşımıza çıkarak kanıksanan bir haberden içselleştirilen bir gerçeğe evriliyor. Foucault’nun hafızasızlaştırmayı sadece bireylerin veya toplumların hafızalarının kaybolması olarak değil, aynı zamanda gücün bir ifadesi ve sürdürülmesi olarak ele alışı, hafızasızlaştırmanın politik, kültürel ve toplumsal boyutlarını vurgulayarak, hafıza ve iktidar arasındaki ilişkiye odaklanışı da bence Alpar’ın seçkisiyle derin bir bağ kuruyor.
Sergiyi 15 Temmuz’a dek Merdiven Art Space’de ziyaret edebilirsiniz.