"Zamanın Tozu"nun gizemli mekânı Çukurcuma Depo, Çukurcuma’nın dar sokaklarından birinde yer alan bir çerçeveci aslında. Serginin küratörü Mehmet Kahraman’ın bu çerçeveciyi geçici süreliğine sergi mekânı olarak kullanmasını istemesi üzerine başlıyor tüm hikaye. Sergiyi gezerken karşılaşma fırsatı bulamadığımız dükkanın sahibi Yakup Yılmaz’ın da desteğiyle 40 yılın çerçevecisi oluyor; Çukurcuma Depo. Mehmet’e mekânın ismini nereden bulduğunu sorduğumda, öncelikle dükkanın Çukurcuma’da oluşu ve içerisinin bir depoya benzemesinin onu bu ismi vermeye yönlendirdiğini söylüyor.
Mekâna ilk girdiğinizde klasik sergi kurulumu ve küçük çapta bir galeri ile karşılaşıyorsunuz. İçeride video, yerleştirme, fotoğraf gibi birçok farklı disiplinden eser bir arada yer alıyor. Birbiri arasındaki geçişin başarılı bir şekilde kurgulandığı eserleri gezerken sergi isminin hikayesini dinliyoruz Mehmet’ten. "Zamanın Tozu" ismini Yunan yönetmen Theodoros Angelopoulos’un aynı isimli filminden alıyor. “Her sınırda bir yol ayrımında bırakıldığımıza dair şiirsel bir dil eşliğinde yapılacak bir yolculuktur” olarak tanımlanan serginin adı geçmişin tozunu sileceğimizin de bir habercisi aslında. Bu bağlamda yıllanmış tozları silkeleyerek geçmişi sorgulamak, bugünü geçmiş ile ilişkilendirerek ele almak için eski, tozlu bir çerçeveciden daha doğru bir yer seçilemezdi diye düşünüyorum.
Gelelim Serginin Asıl Kahramanlarına…
Mekândan bu kadar uzun uzadıya bahsettikten sonra gelelim serginin asıl kahramanı olan sanatçılara. Sergide Çınar Eslek, Çağrı Saray, Maik Armstrong, Metehan Özcan, Nermin Er, Sırma Doruk, Uygur Yılmaz, Uygar Demoğlu’nun kimi daha önce bir yerde karşılaştığımız kimi ise henüz hiç sergilenmemiş işleri yer alıyor. Başlıyoruz sergiyi gezmeye. Disiplinler arası çalışan Çınar Eslek değişim sonrasında mekânların yaşam biçimlerimizi nasıl etkilediğine dair yeni bir tanımlama önerdiği fotoğraf ve yerleştirmesiyle sergiye dahil oluyor. Mekân ve dil ilişkisi üzerinden yaptığı video performans çalışmasıyla sergide yer alan Uygur Yılmaz ise konumunu mekân içinde ironik bir şekilde görünür kılmayı tercih ediyor. Çağrı Saray’ın desenleri ile mekânları dönüşüm sonrası tarihsel belleklerinden kopararak hayaletimsi imgelere dönüştürdüğü çalışmalarının etkisinde uzun süre kalıyor ve sergiyi gezmeye devam ediyoruz.
Serginin kuşkusuz en dikkat çekici çalışmalarının sahibi Maik Armstrong zihnimizdeki tanımlamaları alt üst ederek, göz alıcı eserleriyle tüm bakışları üzerinde topluyor. Kendince yarattığı müdahale tarzlarıyla yeni kimlikler kazandırdığı çalışmaları, dönüşümün habercileri olarak geçmişin hesabını soruyor. Nermin Er’in heykelleri ise tüm bu kurgunun içinde naif bir köşede arz-ı endam ediyor. Zihnimizdeki hayali ve hüzünlü manzaraları hatırlatan şiirsel birer imgeye dönüşen çalışmalar sessiz ama derinden ilerliyor.
“Şehir değiştikçe yaşam alanlarının sınırları hareketlilik kazanırken kentin farklı noktalarında birer hayalet gibi yer ve koşullara bağlı olarak görünür oluyoruz” diye bir cümle geçiyor serginin basın bülteninde. Biz yer değiştiriyoruz, hayatlarımız dönüşüyor, başrollerimiz farklılaşıyor, zaman zaman kendimize bile yabancılaşıyoruz… Ancak yarattığımız karakterler bıraktığımız yerlerde yaşamaya devam ediyor belki de. Biz zamanın tozlarını sildikçe onlar, bize bakarak gülümsüyor.