“Yüce” kavramını çok geniş bir anlam aralığında ele almak mümkün. İzleyici olarak bu sergide kavramın hangi yönleri ile yüzleşeceğiz?
“Yüce”, dağ, okyanus, çöl gibi, bizde enginlik hissi uyandıran büyük kütlelerle özdeşleştirdiğimiz bir kavram. Ancak kavramın, toplumsal ilişkilerden metafiziğe çeşitlilik gösteren, belli bir iktidar biçimini akla getiren zihinsel çağrışımları da var. Sergi ise bizi aşan olgular ve durumlar karşısındaki hislerimizle, yani “Yüce” ile olan “deneyimimizle” ilgili. Dolayısıyla sergi, bireyselden toplumsala, farklı boyutlarıyla bu deneyimin çeşitliliğini ortaya koyan çalışmaları bir araya getiriyor.
Örneğin Ahmet Doğu İpek, çocukluğuna dair hatırladığı en çarpıcı görüntülerden birini, Toros Dağları manzarasını resmederek “Yüce Doğa” temasını yeniden yorumluyor. Yağız Özgen ise “Yüce Doğa’yı”, 3D modelleme yöntemiyle, Bill Viola’nın bir videosundan yola çıkarak farklı bir gerçeklikte yeniden kurguluyor.
Kemal Özen çocukluğuna ait bir anıdan yola çıkarak, erkek çocukların dini eğitimden geçirildiği bir sahneyi tasvir ediyor. Handan Figen resminde “Yüce”, serbest çağrışımla bilinçaltından yüzeye vuran görüntülerde ortaya çıkıyor. Sevil Tunaboylu bir yüzleşme anını resmederek taciz meselesini gündeme getiriyor.
Sergide toplumsal ideallerin “Yüceliğini” sorgulayan çalışmalar da var. Örneğin Luz Blanco, kişisel koleksiyonundaki iki küçük heykelciği, Roma dönemine ait bir kadın başını ve Tibet’ten bir kemik kafatasını yanyana getirerek “güzel olan” ile “dehşet verici olan” arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmemizi sağlıyor. Zeyno Pekünlü, amfi ve dersliklerden topladığı kopya kağıtlarını sergilediği Minima Academia’da mutlak bilgiyle kurduğumuz ilişki biçimini sorguluyor. Ludovic Bernhardt, Avrupa’da son yıllarda ortaya çıkan ırkçılık karşıtı toplumsal hareketlerin bir dökümünü yaparak yeni bir Avrupa ideali ortaya koyuyor. Erol Eskici, totaliter iktidarların, mimari araçlarla kendilerini “Yüce” bir varlık olarak nasıl kurduklarını ele alıyor.
Çağla Köseoğulları ve Orhan Cem Çetin ise bu sergide, “Yücenin” niceliksel boyutuyla, yani “büyüklükle” ilgili ürettikleri işleriyle yer alıyorlar. Bu işler, detaylarda var olan sonsuzluk hissini ortaya çıkartıyor.
Nuri Sergen Şehitoğlu’nun Kill Memories adlı portresi ise, kendini aşan bütün bu deneyimlerin ortasında olanca kırılganlığı ve kuvvetiyle varolmaya devam eden bireyi temsil ediyor. Portreye kaynaklık eden bulanık görüntü, web kamerası aracılığıyla müşterileriyle ilişkiye giren genç bir kadına ait.
Farklı ortamlarda üretilmiş işlerin mekân içerisindeki birlikteliği ve dağılımı nasıl gerçekleşti? Nasıl bir süreç izlediniz?
Bu benim aynı mekânda küratörlüğünü yaptığım ikinci karma sergi olduğundan mekanı tanıyordum. Ancak çoğu iş bu sergi için özel olarak üretildiğinden mekana erken girmeyi tercih ettik. Bu sayede işlerin mekanla ve birbirleriyle olan ilişkisini görebilmek ve gerekli düzenlemeleri yapabilmek için zamanımız oldu.
Sergiyi oluştururken sanatçılarla nasıl diyalog kuruyorsunuz? Hangi eserin ne şekilde yer alacağına nasıl karar veriliyor?
Bu serginin çok kendine has bir diyalog süreci oldu. Ben sanatçılara sergi temasını açarken, çok küçükken görmüş olduğum ve beni uzun süre etkisi altına alan bir rüyadan da bahsettim. Bu sayede sanırım olayın kişisel boyutu daha iyi anlaşıldı, herkes kendi deneyimi üzerine yoğunlaştı ve bu da sanatçıları yeni iş üretmeye sevk etti.
Sergide yer alan sanatçıların tamamı Sanatorium’un kendi sanatçıları. Bunun özel bir nedeni var mı?
Küratörlü bir karma sergi yapmak, Sanatorium ekibinin ve sanatçılarının ortak isteğiydi. Ben onların ortak bir tema etrafında iş üretmelerine yardımcı oldum.
Sanatorium’da daha önce Yaşam Laboratuarı adlı bir karma sergi daha yapmıştınız. O sergiden şu ana galeri ile kurduğunuz ilişkiyi nasıl tanımlarsınız?
Etkileşime ve işbirliğine açık bir ilişkimiz var. Bu iki sergi sürecinde karşılıklı olarak birbirimizi daha iyi tanıma fırsatı bulduk. Galeri pratiği ile küratöryel pratiğin birbirini destekler hale gelebilmesi açısından bu önemli.
Bu sergi sonrası yapmayı planladığınız başka bir proje var mı?
Bir çok yeni proje fikri var kafamda . Ama özellikle çocuklarla etkileşime olanak tanıyan sergileme biçimleri üzerinde düşünüyorum. Güncel sanat ortamında neredeyse herşey yetişkinlere yönelik. Çocuklara yönelik programların çoğu ise onları baştan kategorize ediyor ve bizim zihinsel ve fiziksel dünyamızın dışına atıyor. Bunları yapmadan onları kendi pratiğimize nasıl dahil edebiliriz, bunu düşünüyorum.
Sergi 19 Temmuza kadar Sanatorium’da görülebilir.