20 MAYIS, CUMA, 2016

Bizim Muhitler: Yakın mı? Uzak mı?

Her yaratıcı fikrin arkasında onu gerçekleştirmek için sınırları ve olanakları zorlayan yenilikçi kişiler vardır. IdentityLab projesinin yenilikçi küratörleri Naz Cuguoğlu ve Susanne Ewerlöf ile ‘kimlik’ ve ‘mekan’ kavramları üzerinden yola çıkıp, kültürlerarası bir köprü oluşturmak için farklı disiplinlerden ve ülkelerden sanatçıları ve sanat insanlarını bir araya getiren projelerinden bahsettik. Uluslararası sanatçılardan ve sanat profesyonellerinden oluşan, hem düşündüren hem de vizyon geliştiren bu projeyi a’dan z’ye biraz da Naz ve Susanne’den dinleyelim… 

Bizim Muhitler: Yakın mı? Uzak mı?

Siz de IdentityLab’in parçası olmak isterseniz: İki gün sürecek performans, film gösterimleri ve sohbetlerden oluşan, 20-21 Mayıs tarihlerinde İsveç Konsolosluğu, DEPO ve Galata Rum Okulu’nda gerçekleşecek olan IdentityLab Sessions’ı kaçırmayın.

Katılımcı sanatçılar: Fikret Atay, Nancy Atakan, Hera Büyüktaşçıyan, Elmas Deniz, Işıl Eğrikavuk, Katarina Pirak Sikku, Liv Strand, Can Sungu, Lisa Torell, ve Ferhat Özgür.

Projeniz hakkında bilgi sahibi olanlar için bu soru biraz klişe gelebilir, çünkü IdentityLab ‘kimlik’ ve ‘mekan’ kavramlarından filizlenen bir platform oluşturmak üzere başladı. Bu projenin nasıl başladığına ve özellikle nelerden yola çıkarak yaratıcı kişilere ulaşmayı hedeflediğinden bahsedebilir misiniz? 

Naz: Türkiye ve AB ülkelerini kültür-sanat alanında birleştiren Tandem Kültür Yöneticileri Değişim programı kapsamında, maumau (Türkiye) ve Verkstad Konsthall (İsveç) sanat organizasyonlarının temsilcileri olarak bir araya geldik. “Kimlik sorunları”nın hem kişisel hayatlarımızda hem de küratöryel pratiklerimizde ortak nokta olduğunu fark edince bu konuya yoğunlaşacak bir sanat platformu oluşturma kararı verdik. Sanatçılar Can Sungu (Türkiye/Almanya) ve Liv Strand’ı (İsveç) da projeye davet ederek yolculuğumuza başladık. İlk durağımız olan İsveç’in Norköping, Stockholm ve Jokkmokk şehirlerinde kimlik sorunsalıyla ilgili çalışmalar yapan birbirinden farklı sanatçı, sanat profesyonelleri ve araştırmacılarla görüştük. Projenin başlangıcından bugüne kadar yaptığımız görüşmelerde “fark yaratma” kavramına odaklanmayı istedik, çünkü yolculuğumuz boyunca fikir alışverişinde bulunduğumuz kişiler; sanat pratikleri, sergileri, katıldığı konuşmalar ve yazılarıyla değişime ve yeniliklere öncülük eden bireylerdi. Bu yüzden projemizin Türkiye ve İsveç arasında kimlik konusu üzerine çalışan bireyleri bir araya getiren bir platform oluşturmasını istiyoruz. Bir defalık bir etkinlik yerine, uzun yıllara yayılan bir sanat ve bilgi paylaşımı platformu oluşturarak her iki toplumdaki kimlik sorunlarıyla ilgili çözüm sürecinde daha yapıcı ve alternatif fikirler ortaya çıkaracak ilişkilerin oluşturulmasını hedefliyoruz.

Naz Cuguoğlu ve Susanne Ewerlöf ©Nazlı Erdemirel

Azınlıklar ve onlara dair her konu hassas dengelerde duruyor. Bu hassas konu sizin projenizin farklı bölümlerinin en önemli odak noktalarından birini oluşturuyor, değil mi? Bundan biraz daha detaylı bahseder misiniz? 

Naz: Bunun her iki ülkede yaşayan farklı uyruklardan gelen azınlıklar için ne kadar hassas bir durum yarattığının farkında olduğumuz için daha aydınlatıcı çözümler üretecek, birbirinden farklı sesleri ve bakış açılarını birleştiren bir platform yaratmaya karar verdik. İsveç’teki programımızı Norrköping Sanat Müzesi’nde bir seminerle sonlandırdık. Iaspis’in sponsorluğunda gerçekleşen bu seminere, sanatsal ve kültürel birikimlerini paylaşacak ve değişik altyapılardan gelen sanatçıları davet ettik. Türk, Kürt, İsveçli ve İsveç’in azınlıklarından Sami kökenli sanatçıların bir araya geldiği konuşmalarda aslında herkesin ortak noktalarının ne kadar fazla olduğunu görmek ve çözüm süreci adına var olandan daha yapıcı alternatiflerden söz etmek bütün katılımcılar için vizyon geliştirici bir seminer oldu. Buradan yola çıkarak, projemizdeki odak noktamızı kimlik ve mekan üzerine yoğunlaştırıp, bu iki kavramın farklı bakış açılarından etkilerini incelemeye başladık. Yolculuğumuzun bir sonraki durağı olarak İstanbul’u seçtik. 20-21 Mayıs’ta İstanbul’da gerçekleşecek etkinlikte kimlik ve mekan ilişkisine dair konuşmalar, performanslar, atölyeler ve film gösterimleri olacak. Sanatçılar Fikret Atay, Nancy Atakan, Hera Büyüktaşçıyan, Elmas Deniz, Işıl Eğrikavuk, Katarina Pirak Sikku, Liv Strand, Can Sungu, Lisa Torell ve Ferhat Özgür ile İsveç Konsolosluğu, DEPO ve Galata Rum İlköğretim Okulu gibi farklı kültür elçisi sayılabilecek mekanlarda bu konuları irdeleyeceğiz.  

Ferhat Özgür

Mekânsal sınırlarla ilgili takıntıların aşılması 90’lardan günümüze uzanan uluslar ötesi bir soru. Siz bu zamansız ve mekânsız soruya Doreen Massey’in ilerici mekânsal kavramlar üzerine A Global Sense of Place isimli en bilinen makalelerinden birini baz alarak yola çıkıyorsunuz. Mekana dair benzer ama farklı bir bakış açısı ise Marc Augé’nin meşhur Non-Places: Introduction to an Anthropology of Supermodernity kitabı ve bu kitapta bahsedilen yok-yer veya yok-mekan olarak da Türkçeleştirilen “non-place” kavramının toplumlar ve mekanlar arası tüketimidir. Bu bakış açısı biraz Fransız şair Baudelaire’i anımsatsa da bu fikirler doğrultusunda size göre kimlik sorunsalı mekânsal sınırlar içinde ve dışında ne gibi süreçlerden geçiyor?

Susanne: Augé kitabında var olmayan bir “aidiyet” duygusundan bahseder. Tam bu noktada, bu varol(a)mayan duygu bizim proje boyunca sürekli geri döndüğümüz bir anahtar kelime oldu. Bahsettiğim aslında Augé’ninkinden neredeyse tamamen farklı bir bakış açısı olsa da herkesin kendine göre değişim gösteren ait olma duygu durumları ve seviyeleri var. Bu değişik seviyeler de doğal olarak kişilerin kültürel bağlarına, ana dillerine, kişisel tecrübelerine, sosyal iletişimlerine ve hatta yaşam boyunca deneyimledikleri kabul görme seviyelerine ve kemikleşmiş alışkanlıklarına göre gruplandırılabilir. Yani bu düzlemde eğer herhangi bir “yok-yer” bir kişi için başlangıç noktasıysa, alışkanlıkları içine alan konfor alanı ve ona dair aidiyet duyguları ve kapasiteleri o kişinin yaşamsal dayanaklarına bağlı olacaktır. Son dönemde dünyada devam etmekte olan göç akımlarına baktığımızda bu durumun en belirgin örneklerini de görebiliriz. Aynı zamanda bu örnekler İsveç ve Türkiye gibi farklı iki ülkeyi birbirine bağlayan özelliklerin de temelini oluşturuyor. Massey makalesinin kilit kavramlarını sosyal ve şahsi ilişkiler üzerinden yürüyen kimlik karakterizasyonlarına bağlar. Küratöryel açıdan bakarsak, Naz da ben de çalıştığımız mekanların etrafında yaşayan topluluklarla ve komşularımızla bağlantı kurmaktan keyif alıyoruz. Örneğin, Naz’ın kurucularından olduğu Creative Çukurcuma isimli bir proje var. Bunu maumau’nun komşu mahallesi olan Çukurcuma’da gerçekleştiriyor. Ben de, çalıştığım Verkstad Konstall’ın da içinde bulunduğu Norrköping isimli küçük bir kasabada bunu yapıyorum. Böyle projeler bireylerin yaşam alanlarındaki sosyalleşmelerini tetiklerken, bir yandan da onlara içinde bulundukları mekanla birlikte bir bütün olma ve mekanın gelişimine katkıda bulunma şansını veriyor.

Sanatçılar da bu sürece dahil oluyor tabii ki. Bizler yaratıcı beyinler olarak içinde bulunduğumuz mekanların evrim sürecine işlerimizle ve yaptığımız seminerlerle, sergilerle katkıda bulunmaya çalışıyoruz. Bu, kendi doğal sarmalında, tüm dünyada daha çok desteklenmesi gereken çok büyük bir eksik. 

Naz Cuguoğlu ve Susanne Ewerlöf ©Nazlı Erdemirel

Biraz da projenizdeki farklı uyruklu sanatçılardan bahsedelim. Örneğin, Türk sanatçılardan Işıl Eğrikavuk geçtiğimiz haftalarda YAMA ekranında sergilenen Havva Elmanı Bitir Kızım! / Finish up your apple, Eve! video performansıyla adından oldukça söz ettirdi. Bahsi geçen performans “görüntü kirliliği” sebebiyle görevliler tarafından yasaklandı ve yasağın ardından internette defalarca paylaşıldı. Bu durumu projenizde yer alan “The Condition of Place / Yerin Durumu” isimli Işıl’ında dahi olduğu bölüme nasıl ilişkilendiriyorsunuz? 

Naz: Işıl’ın video performansının başına gelenlere gerçekten çok üzüldük. Sansür, özellikle İstanbul’da, sanatın her alanında hızla büyüyen bir etken. Çok kısa bir sürede arka arkaya bu yönde deneyimler yaşadık: Katia Krupennikova’nın “Post-Peace / Barış Sonrası” sergisinin, Ankara’daki terör saldırıları yüzünden Akbank Sanat tarafından iptal edildiğini açıklaması; sanatçı Volkan Diyaoğlu’nun Bozlu Art Project sanat galerisindeki bir çalışmasında bulunan Kürtçe metin ve diğer çalışmasındaki sünnet konusunun işlenmesi yüzünden sansürlenmesi; Pasaj ve Çocuk Bienali konusunda yaşananlar…

Tabii ki gözetim ve denetim günümüzün gündemdeki sorunlarından birisi, buna biraz farklı bir pencereden yaklaşıp: “Mekanlarda gözetim bizim davranış ve hatta fikirlerimizin ışığında kimliğimizi nasıl etkiler?” sorusunu sorabiliriz. Bu konu bizi ister istemez sanat yoluyla otosansürü irdelemeye yönlendiriyor. Işıl önümüzdeki günlerde IdentityLab Sessions kapsamında bu konuyla ilgili Havva 2. Bölüm: Elmanın Faydaları Üzerine bir Masal isimli bir performans sergileyecek. Eğrikavuk ve diğer performans sanatçıları, tarafların demeçlerinin hikayeleştirilmesinden oluşan bir masal ile bu sansürleme kararına cevap verecekler. Ama bununla ilgili daha fazla bilgi verip sürprizi bozmak istemem! Herkesin görmesi gerekiyor! 

Tam da bu noktada sıradaki sorumuza geçebiliriz. Ben de sizlere mekânsal kimliğin nasıl sorun-çözüm sarmalından ortaya çıktığını sormak istiyordum. İçeriğinde performanslar, film görüntülemeleri, workshoplar ve seminerler olan bir proje programınız var. Panellerinden birinde “The Fragility of Place/ Mekânın Hassasiyeti” üzerine Hera Büyüktaşçıyan, Ferhat Özgür, Lisa Torell, Can Sungu ve Liv Strand ile konuşmalar yapacaksınız. Sizce sanatçının bütün bunların içindeki rolü nedir? Hangi noktaya kadar sanatçı kimliği mekânın hassasiyetine etki edebilir? 

Susanne: Projemizin, son günlerde yaşanmakta olan mekânlar arası sorunların uç noktalarda olması yüzünden daha da önem kazandığına inanıyoruz. Bu belki tarih boyunca böyleydi, ama biz hayatımızda hiç buna benzer bir durum yaşamamıştık. Buna ilaveten, içinde bulunduğumuz konum İsveç ve Türkiye gibi birbirinden farklı iki kültür ve aidiyet kavramları olan yerler için bu noktalar arasında bakış açıları geliştirmemize de yardımcı oluyor. Bu bağlamda Massey mekânsal kimlik ile ilgili yazısında yaygın bir yanlış algıyı yıkmaya odaklanır; ona göre mekânların sadece bir noktadan türeyen kimlikleri yoktur. Tam tersine, mekânların benlikleri oluşum aşamasındayken fikirler, popüler akımlar, ideolojiler ve hatta kültürel formlar gibi bilumum çevresel faktörden etkilenir. Bu açıdan bakıldığında, mekânların paylaşılması ve kültürlerin birbirine karışması ve sonucunda ortaya çıkanın çok katmanlı ve esnek bir kimlik olacağı tartışılabilir. Ama tam aksi yöndeki azınlık odak noktalı bir perspektiften yaklaşırsak, her şey olduğundan daha da karmaşık bir hâl alabilir. IdentityLab üyeleri olarak İsveç’in kuzeyinde bulunan Jokkmokk’a gittiğimizde bu konuyla ilgilenen sanatçı ve müze profesyonelleriyle görüşmüştük. Oradaki görüşmelerimizin ardından bu hassas konunun şehrin yerlileri için bile bizim tahmin edebileceğimizden çok daha sıkıntılı bir noktada olduğunu fark ettik. Sami kökenli bir İsveç vatandaşı olarak benim bile bu sıkıntıların günlük hayatımızda böyle bir yeri olduğundan haberim yoktu. Dışarıdan bakıldığında hepimiz İsveç’in ne kadar demokratik ve düzgün yönetilen bir ülke olduğunu düşünsek de aslında içeriden baktığınızda aynı durum söz konusu değil. İsveç hükümetinin kendi alt kültürlerinden biri olan Samiler ve diğer azınlıklarla olan ilişkisi yüzyıllardır çözüme ulaştırılamamış bir sürü soru işaretinden oluşuyor. Sanatçılarımızdan Katarina Pirak Sikku, 20 Mayıs’ta DEPO’daki konuşmasında bu konunun detaylarına değinecek.

Son olarak, sanatçının bütün bunlardaki rolü nedir sorunuza cevaben şunu söyleyebilirim: Azınlık sanatçı her zaman köklerine bağlı kalmalı mıdır? Ya da herhangi bir sanatçı için de aynı soruyu sorabiliriz. Köklerinize değinmeden sanat icra etmek mümkün müdür? Sanat mekânları nasıl etkiler? Ya da etkilemeli midir?

Elmas Deniz

Ve son sorumuza geldik... “Subject to erring / Yanılsama tandansı” projenizin ana damarlarından birisi. Kimliklerin kemikleşen alışkanlık alanlarımızda ve mekânlarımızda tanımlandığını düşünürsek, projenizi şekillendirirken değindiğiniz Massey, Bhabha  ve  belki Augé gibi nice düşünürlerin, sosyal antropologların ve coğrafyacıların ışığında bu soruya kadar bahsettiğimiz noktaların mekânsal mimariyle ilişkisini yorumlayabilir misiniz? 

Naz: “Subject to erring/ Yanılsama tandansı” sanatçımız Liv Strand’ın moderatörlüğünü üstlendiği ve İsveç ve Türkiye’den sanatçıların katılacağı, kimlik ve mekân üzerine bir atölye çalışması. Bu atölye, proje dahilinde tek kapalı grup konuşması olma özelliğini de taşıyor. Diğer bütün atölye ve konuşmalarımız dışardan katılıma açık olarak tasarlandı.

Liv bu atölyede Homi Bhabha’nın “Third Space / Üçüncü Mekân” kavramını ve Mary Louise Pratt’ın “Colonial Contact Zones / Kolonyal İletişim Temas Bölgeleri” fikrini baz alarak ilerlemeyi hedefliyor. Broşürdeki metinde bu durumu şöyle özetliyor: “Bu kavramlar özellikle bizlere sadece Batılı uç noktaların bakış açıları yerine, çok şekilli bakış açıları kazandırması bakımından önemlidir. Günümüzde yükselişe geçmiş olan nefret ve kin politikalarına karşı duruşta ayrı bir önem taşırlar.”

İsveç’te yaptığımız görüşmelerin ardından ben de buna tamamen katılıyorum. Bir örnekle anlatmam gerekirse, Stockholm’de “Million Program” isimli kamu konutlarının bulunduğu bir bölgeyi ziyaret etmiştik. Bu bölgenin 1965-1975 yılları arasında herkesin ulaşılabilir bir fiyattan ev sahibi olması fikrinden yola çıkılarak inşa edildiğini öğrendiğimde çok etkilenmiştim. Yapılışından bugüne çeşitli sosyal problemlerle ilişkilendirilmiş bu lojmanların çoğunluğu bugün harabe halinde ayakta kalmaya çalışıyor. Bazı insanlar bu bölgenin sempatik olduğunu düşünerek buraya yerleşirken, bazı göçmenler ve düşük gelirli aileler evsiz kalmamak için buraya geliyor. Şehrin biraz uzağında oluşturulmuş bu yerleşkelerde sosyal içerikli problemler ve suç oranı oldukça yüksek, hatta Stockholm yapısal ve sosyoekonomik olarak semtler arası ayrımcılığın üst seviyelerde gezindiği toplumsal oluşumlar barındırıyor. Tabii ki, bu tip bir ayrımlaştırma şu an İstanbul içinde de gözle görülür bir şekilde fark ediliyor. Peki, bunun sebebi, hızla artış göstermekte  olan göç mü? Bununla nasıl baş edebiliriz? Alternatif çözümlerimiz neler olabilir? Çünkü yaşadığımız alanlar, benliğimizin ve kimliğimizin oluşumunu etkileyen ana etkenler.  Bu tabii ki hepimizin kendi yolculuğundan bir parça taşıyan bir detay ama genel açıdan bakıldığında mimarlara ve kent planlamacılarına bu konuyla ilgili, özellikle gönüllü ve zorunlu göçten çokça bahsettiğimiz şu günlerde, daha da fazla iş düşüyor.

Naz Cuguoğlu ve Susanne Ewerlöf ©Nazlı Erdemirel

Susanne: Fiziksel muhitimizin nasıl yönetildiği ve şekillendiği kültürel ve sosyal yaşam alanları üretirken büyük önem taşır. Projemize katılımda bulunan bazı sanatçılar kamusal alan ve onun kullanım limitleriyle ilgili, çok mühim bir nokta olmasına rağmen sadece mekânsal mimari açısından değil, geri kalan bütün detayları da irdeleyen performanslar hazırladılar. Örneğin, Lisa Torell küçük beden hareketleri üzerine yoğunlaşıyor.

Bir bireyin kendi alanını ve/veya nesnesini kamusal gerçeklikte yaratma ve koruma çabalarının altını çizerken, ilişkiler ve kemikleşmiş tabulara da göndermeler yapıyor.

Figure 3582 videosu Pleasure Culture isimli Gdansk kentinin Nowy Port bölgesinde çektiği belgeselinden uyarlanmış üç farklı açıdan görülen parçalı bir enstalasyon.

Bu görüntüler bir adamın belli bir Leh şehrinde ya da bize tanıdık gelen başka bir şehirde her gün aynı sokakta gerçekleştirdiği olağan aktivitelerini tasvir ediyor. Görüntülerdeki adam kırmızı ve beyaz demir çubuklardan oluşan ve semtin trafiğini etkileyen bir parmaklığı boyamaktadır.  Bu ve bunun gibi mekânsal hareket devinimleri de aynı mimari bakış açıları gibi ulaşılabilirlik ve görünüşle ilgili kimliksel sıkıntıları sorgular. Lisa, İstanbul’daki seminerde bahsettiğim video performansının yenilenmiş halini Figure 2224 ismiyle DEPO’da izleyiciyle buluşturacak. 

0
6857
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage