Nilhan Sesalan varoluşunun ifadesini şiirsel bir bakış ile harmanladığı hissedişi, işlenmesi yoğun emek ve fiziksel güç gerektiren taş, bronz, ahşap gibi malzemelerle bize aktarıyor. Yeni sergisi "İstanbul’da Gece" ismini, sanatçının karanlık, tedirginlik ve lirizm imgesi üzerine yoğunlaşan düşüncelerinden ve varoluşunun başladığı kentten alıyor.
Güncel olayların uydusu olma girdabına kapılmadan, varlığını konumlandırdığı ortamın verilerine de yakın durmaya çalışan sanatçı ile sanatsal üretimlerini ve Art On İstanbul’da açacağı kişisel sergisi “İstanbul’da Gece”yi konuşmak üzere bir araya geldik.
Art On İstanbul’da açılacak olan “İstanbul’da Gece” başlıklı serginiz için ilham kaynaklarınız neler oldu?
İki yıldır bendeki süreci devam eden ‘İstanbul’da Gece’, güncel olayların uydusu olma girdabına kapılmadan, varlığımı konumlandırdığım ortamın verilerine de yakın durmaya çalıştığım, doğanın ve onun bir parçası olan insanın küresel ölçekteki köklü değişimine, yaşadığım coğrafyanın sosyo-psikolojik ve kozmolojik yapısı üzerine gelişen düşüncelerimden besleniyor..
Gece’nin de İstanbul’un da kolay olmadığının farkındayım. Anlamaya çalıştığım bu süreçte karanlık, tek başına kendini bana tarif edemiyordu. Sanırım bu sebeple ışığa ihtiyaç duydum ve "İstanbul’da Gece" serisinde doğduğum kentin, Dünya’nın ve Kozmos’un bir parçası olduğunu hatırlatan ve karanlığı tanımamı sağlayan yıldızların peşine takıldım. Prehistorik dönemde, açık denizde, ormanda ya da çölde insanlığın yönünü belirleyebilmek için yıldızları takip etmesi gibi... Sadeleşmek ve kendi çekirdeğime ulaşmak isteği duyduğum bu ara kesitte madde ile arasında bütünlüklü bir yapı ortaya koymaya çalıştığım fikirlerimi taş , bronz ve ahşabın yanı sıra, başka bir dili öğrenmek gibi gördüğüm yeni tekniklerle maddeleştiriyorum.
Bu serginizde de önemli bir yeri olan “gece”, “yıldız” gibi sık sık kullandığınız imgelerin sanatsal pratiğiniz içinde nasıl bir yeri var? Bir umut ışığı gibi mi konumlandırıyorsunuz bunları?
Sürekli koyu karanlığın içindeysek onun varlığını algılayabilir miyiz? Karanlığın karanlık olduğunu anlamamızı sağlayacak bir çeşit turnusol kağıdı var mı? Gece metaforu içinde yıldızlar ve Ay yoksa ‘Gece’ ne kadar ‘Gece’dir? Yapıtlarımı üretirken cevaplardan çok sorular geçiyor aklımdan…bir de sözcükler.. Erimek,karanlık,gece,İstanbul,bronz,kozmos,ağaç,yeşil,siyah, koyu mavi,
beyaz,taş,ışık,yıldız,ay…gibi sürekli zihnimi meşgul eden, sonradan şiire dönüşebilme ihtimali taşıyan sözcükler.
Bir fikri heykele dönüştürme süreciniz nasıl gelişiyor?
Heykel yaparak geçirdiğim son yirmi beş seneye baktığımda , malzemeyi seçip onun peşinden gitmek yerine önce fikrin peşinden koştuğumu görüyorum. Benim çalışma şeklimde fikir, malzemeyle örülerek yapıta dönüşüyor. Fikir, beni ikna etme sürecinde istediği malzemeyi kendi seçiyor. Daha sonra geriye bu fikri fiziksel dünyaya aktarmak kalıyor.
Bazen fikir bana, önceden hiç bilmediğim bir malzemeyi önerebiliyor, ben de böylece yeni maddeleri işlemeyi öğreniyorum. Benim için yeni bir malzemeyi öğrenmek yeni bir dil öğrenmeye benziyor. Mesela iki dil öğrendikten sonra diğer dilleri daha kolay öğrenirsiniz… çünkü dillerin kökenleri birbirine benziyordur. Maddelerin de kökeni birbirine benzer.
“Bu sergide büyük bir sadeleşmeye yöneldim. Arzum İstanbul’la başbaşa kalmak ve bu coğrafyayla zamanlar arası bir hissediş yakalamaktı.”
“İstanbul’da Gece” serginizde ahşap bronz ve taş heykelleriniz yer alacak. Bu malzemelerle ilişkiniz nasıl?
Benim gibi heykeltıraş olan kız kardeşimle birlikte akademiye başladığımızda, bir iki ay içinde burada öğrendiklerimizin bize yetmediğini düşündük. Mimar Sinan Üniversitesi bize fikirsel olarak donanım sağlıyordu ama zaman olarak yetersiz geliyordu. Atölyeler saat 5’te kapanıyordu. Biz de bu yüzden Esenler Sanayi Mahallesi’nin içinde, malzemenin çok bol olduğu bir yerde çalışmaya başladık.
Diğer taraftan akademideki her olanağı da değerlendirmek istedim. Bu olanaklardan biri bronz heykel atölyesiydi. Orada bu maddenin sadece mum ve model aşamasını değil, dökümün potasından sıcak metaline, polisajına kadar kendim yapabilecek düzeyde öğrendim.
Taş ile hep küçük boyutlu çalışmalar yapıyordum ve onun malzeme olarak fikirle uyumunu biliyordum. İlk defa çok büyük boyutlu bir taş heykel yapmaya giriştiğimde çok zorlandığımı hatırlıyorum çünkü dakikada on bir bin devir dönen elmas kesicilerle en az altı saat taş yonttuğumdan ve yüzlerce kilo taş taşıdığımdan dolayı ağrılarım vardı hem de heykeli yetiştirip yetiştiremeyeceğimden de endişe ediyordum. Bugün hala taştan bir heykel yaptığımda kaslar bu ritme alışkın olmadığı için acı çekiyorum ama artık tabi ki neyi ne kadar sürede bitirebileceğimi, hangi teknikleri kullanabileceğimi ve çıkabilecek sonucu çok daha net görebiliyorum. Taş yontmayı ise teknik olarak akademide değil sempozyumlarda öğrendim. Endüstri mahallesindeki atölye çalışmalarından da bahsettiğimize göre hem alaylı hem de akademili olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim.
Malzemeler arasında nasıl farklar gözlemliyorsunuz?
Taş ile çalışırken hissettiklerimle ahşap ile çalışırken hissettiklerim birbirinden çok farklı. Ahşap daha yumuşak, esnek ve beni daha rahat bırakan bir madde. Taş ise teslim alıyor, bir çekim kuvveti var. Bronz ise çok daha farklı. Farklı malzemelerle deney yapmayı da seviyorum; bazen mumu tel örgülerle karıştırıyorum, bazen çamurdan kalıp alıp içine mum döküyorum, bazen pamuk ipler kullanıyorum.
Yurt dışında katıldığınız heykel sempozyumlarındaki tecrübelerinizden bahseder misiniz? Bu tecrübeler eserlerinize nasıl yansıyor?
Sempozyum kelimesi Grekçe’den geliyor ve beraber oturup sohbet etmek, yemek, içmek anlamına geliyor. Bu sempozyumlarda heykeltıraşlar açık pota dediğimiz bir yapı içinde bütün bilgi ve birikimlerini paylaşıyorlar. Bugünün dünyasında bilgi paraya dönüşmediği sürece paylaşmaktan uzak duruluyor ama sempozyum heykeltıraşları için bu geçerli değil. Sempozyumlar çok insancıl ve paylaşıma acık platformlar. Burada Japonya’nın bir kasabasından, Arjantin’den, Hindistan’dan, akademide eğitim görmüş ya da çekirdekten yetişmiş birçok farklı heykeltıraşla aynı anda, aynı mekânda sadece paylaşmak üzere bulunuyorsunuz. Onların tekniklerini, yaşama bakış açılarını öğreniyorsunuz, yaşamlarını doğrudan sanat üzerinden okuyabiliyorsunuz. Tüm bunlardan dolayı sempozyumların bana katkıları çok büyük. Bu sadece heykel alanı için değil başka disiplinlere de önerebileceğim bir davranış biçimi.
“Görsel bilginin bireyleri geliştirici ve iyileştirici bir etkisi var.”
Heykelleriniz hem Türkiye’de hem de Almanya, Arjantin, Fransa gibi birçok ülkede kamusal alanlarda sergilendi. Bu sizin için ne ifade ediyor?
Heykel kamusal alanda bulunduğunda insanlar ile doğrudan bir temas kurma şansınız oluyor. O heykelle ekmek almaya giden bir çocuk bile karşılaşabiliyor. İşitsel iletişimin ötesinde görsel bilginin de insanları geliştiren ve iyileştiren bir niteliği olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden kamu heykellerimde yapabileceğim her türlü fedakarlığı yapmaya çalışıyorum.
Yedi yıl aradan sonra ilk defa bir kişisel sergi yapıyorsunuz. Geriye dönük bir bakışla, eski sergilerinizle “İstanbul’da Gece” arasında nasıl bir yol haritası var?
Aslında bunu dışarıdan bir gözün analiz etmesine ihtiyaç duyabiliriz çünkü hâlâ sürecin içinde sayılırım. Fakat şunu söyleyebilirim ki, hayattaki ağır hissedişleri hafifletmekle, daha akışkan, daha barışçıl olmakla ilgili çabam devam ediyor.
“İstanbul’da Gece” sergisi 8 Eylül – 14 Ekim 2017 tarihleri arasında Art On İstanbul’da görülebilir.