Gurbetçi, Sadece Davetliler ve The Other Kemal gibi işleriyle bildiğimiz Ahmet Polat, bu kez uzun yıllar yaşadığı ve kısa bir süre önce ayrıldığı İstanbul’u konu alan bir sergiyle karşımızda. Hollanda doğumlu olan ve 1999 Marmara Depremi sonrasında geldiği Türkiye’de köklerini araştırmakla başlayan Türkiye macerasına pek çok şey sığdıran Ahmet Polat ile 2 Nisan’a kadar x-ist’te görülebilecek “A Bridge Too Far” vesilesiyle bir söyleşi gerçekleştirdik.
“A Bridge Too Far”, geçtiğimiz yılın sonunda Belçika’da gerçekleşen ve programını Türkiye’ye ayıran Europalia festivali kapsamında BOZAR’da (Brüksel) sergilenen “Imagine Istanbul”da ilk kez görücüye çıkan İstanbul işlerinden oluşuyor. Neden İstanbul diyerek başlayalım mı?
Bu Europalia’dakinden daha farklı bir seçki aslında. Orada yer alan kimi fotoğraflar bu sergide yok, ayrıca bu sergide orada olmayan yeni fotoğraflar da var. “A Bridge Too Far” halen üzerinde çalışmaya devam ettiğim bir seri. Yaklaşık olarak 2013’te, Gezi Parkı olaylarından sonra başladığım bu seride sadece İstanbul’a odaklanıyorum. Değişmekte olan ve aynı anda değişik şeylerin olmakta olduğu -kendi başına bir ülke de diyebileceğimiz- İstanbul’a… Aslında yaptığım işleri basitleştimeyi, daha basit kelimelerle tanımlamayı seviyorum. Bu nedenle İstanbul’daki gündelik yaşantımda karşıma çıkan ve geleceğe dair nüveler barındıran kareler olduklarını söyleyebilirim bunların.
Uzun bir süre İstanbul’da yaşamış olmak İstanbul’a bakışını etkiledi mi?
Araya bir takım kesintiler girse de toplam 10 sene bu şehirde yaşadım. Bu sürenin son beş senesindeyse kesintisiz olarak İstanbul’daydım. Kariyerimin büyük bir çoğunluğunda da ağırlıkla Türkiye ve insanları üzerine işler ürettim. Elbette ki İstanbul’da yaşamış olmamın hem hayatımda hem de işlerim üzerinde büyük bir etkisi var. İstanbul, hem benim hem de işlerimin bir parçası. Bir süre önce İstanbul’dan ayrıldım ve Hollanda’ya döndüm ama İstanbul beni bırakmadı. Sık sık gelip fotoğraf çekmeye devam ediyorum İstanbul’da. Bu nedenle de insanlar halen burada yaşadığımı sanıyorlar.
Peki, bunca yılın ardından İstanbul'dan ayrılmış olmak sana ne hissettiriyor?
Şehrin hüznünde kendimi kaybetmemek için biraz mesafeye ihtiyaç duyuyordum. Son zamanlarda kiminle konuşsam kimi dinlesem herkesin ve her şeyin kutuplaştığını görüyordum. Kendimi tüm bunlara kapamak istedim bir süre. Türkiye peşi sıra birçok değişikliğin yaşandığı zor zamanlardan geçiyor. Çok yoğun bir hüsran, öfke ve hayal kırıklığı var. Bunlar da değişimin bir parçası. Neyse ki halen bir umut var. Ama şu an değişimin tam ortasındayız ve biraz uzak kalıp bakmak iyi geliyor.
Son dönem fotoğraflarında ve özellikle bu sergideki işlerinde, ana bir konu/karakter ekseninde aynı anda pek çok ufak tefek olayın ve/veya kişinin yer aldığı görülüyor. Aslında bu tip yan/eş olaylar, tüm bu hüznün ortasında halen bir umut olduğuna dair birer işaretmiş gibi geldi bana…
Teşekkür ederim bu tespitin için. Aslında acaba daha müstehzi bir bakışım mı var diye düşünüyorum. Sergiye “A Bridge Too Far” ismini niye verdiğimi de gerçekten bilmek istiyorum doğrusu. İstanbul’daki son iki yılımda Koç Üniversitesi’nde çalışıyordum ve 3. köprünün yapımını sürekli uzaktan izliyordum. Zaman zaman köprünün yakınlarına gittim, çalışmaların nasıl ilerlediğini ve genişlediğini görmek için. Kimi zaman balıkçılarla birlikte denize açıldım ve onların hikâyelerini dinledim; yeni köprüyle ilgili eleştirileri okudum; deniz, orman, su kaynakları ve çevre üzerindeki olası etkilerine kafa yordum. Tüm bu yaşananların geleceğimiz için önemli olduğunu hissediyorum. Ama tarih dediğimiz şey çoğu zaman sübjektiftir ve bu köprünün de işe yarayıp yaramayacağını, şehre neler katacağını, şehirden neler götüreceğini şimdiden söylemek çok zor. Bu nedenle de Cornelius Ryan’in II. Dünya Savaşı’ndaki gerçek bir hikâyeden yola çıkarak yazdığı ve daha sonra sinemaya da uyarlanan ama eleştirmenlerin gerçeklere dayanmadığını söylerek eleştirdiği filmle aynı ismi taşıyan kitabının başlığının sergiyle uyuştuğunu düşünüyorum.
Hazır söz Koç Üniversitesi’ndeki pozisyondan açılmışken, biraz ondan bahsedebilir misin? Sanırım farklı bir modeldi oradaki çalışma pratiğin?
Tasarım bölümüne daha sanatsal bir yön katmak için hayata geçen bir uygulamaydı. Bana iki yıl sürece -bir nevi- misafir sanatçı programı önerisiyle geldiler. Bölüm daha çok akademik ağırlıklıydı ve iş üretime geldiği zaman uygulama kısmında fazla akademik kalabiliyordu kadro. Ben daha çok bir uygulayıcı olduğumdan faydalı bir girişim olduğunu düşünüyorum bunun. Koç Üniversitesi bu tür şeylere açık olan ve sanat eleştirisini önemseyen nadir okullardan biri. Orada çalışmak benim için de çok verimliydi, hem çalışma pratiğimi aktarma fırsatı buldum hem de yurt dışında ilişkide bulunduğum diğer okullarla bağlantılar kurdum onlar adına.
Tekrar işlerine dönersek… Seni çok uzun zamandır tanıdığım ve işlerini bildiğim için çok rahatlıkla söyleyebilirim ki zamanla fotoğrafların formların hiyerarşisinden kurtularak çok daha katmanlı bir hal almaya başladı. Az önce de değindiğim gibi aynı anda birçok olay gelişebiliyor fotoğraflarında. Bu yeni bakma biçimini sen nasıl değerlendiriyorsun?
İlk dönem işlerime baktığımda kompozisyonla ilgili bir takıntım olduğunu görüyorum. Ve bir noktaya kadar da insanlarla kurduğum ilişkide… O zamanlar sadece tek bir kişiye ya da birbiriyle etkileşimde olan iki kişiye odaklanırdım. Ama şimdi neyin daha iletişimsel olduğuna bakıyorum. Süjelerin hissettiklerinin fotoğraftan dışarı nasıl sızabileceğine, samimi düşüncelerinin ne olabileceğine kafa yoruyorum. Bunda elbette Türkiye’de uzun bir zaman geçirmiş olmamın ve insanları daha iyi tanıyor olmamın da etkisi var. Özellikle Türkiye’de diyorum çünkü işlerimin büyük bir kısmı buraya dair. İlk başlarda bir fikrim yoktu burayla ilgili, neyi nasıl kavramsallaştırabileceğimi tam olarak kestiremiyordum. Fakat şimdi, bütün bu yılların ardından bunu nasıl yapacağını çok iyi biliyorum. Senin de dediğin gibi artık katman katman açılıyor/işliyor fotoğraflarım. Mesela sergide çiğnenmiş sakızdan yapılmış bir Amerikan bayrağı var. Başka hiçbir yerde birinin bayrak yapmak için bu kadar uğraştığını görmedim. Türkiye’deki Amerika diyebiliriz buna, aslında dünyanın pek çok ülkesinde ya da pek çok kültürde Amerika’nın etkisini görmek mümkün. Bu etkileri gördüğümde elbette kafamda pek çok soru işareti beliriyor. Ama bu ilişkiyi nasıl görünür kılabilirim? Bunu popüler kültür üzerinden de yapabilirsin ama o sakızdan bayrağı gördüğümde aradığım sembolü bulmuş oluyorum. Kısacası anlatım şeklim çok değişti.
Peki ya çalıştığın diğer yerlerde durum nasıl?
Türkiye hakkında diğer tüm ülkelerden, hatta doğup büyüdüğüm Hollanda’dan bile daha karmaşık bir algım var. Türkiye ve özellikle İstanbul’a dair bilgim çok daha derin. Örneğin bomboş bir köprüde yan yana neredeyse birbirlerinin omuzlarına değecek kadar yakın bir şekilde dikilmekte olan iki gencin fotoğrafı... Tüm o koca alana rağmen birbirlerinin dibindeler. Bu şehirde insanlar baskın olmak istiyorlar; koskocaman boşluk içindeki o küçücük alan üzerinde tek hâkim olmak istediklerinden dip dibeler. Toplumumuzla ilgili bu tip küçük detayları hayatın içinden çekip çıkarabiliyorum, bu yüzden burayla ilgili bir fikrim var diyebiliyorum gönül rahatlığıyla.
Bugünün İstanbul’unu nasıl tanımlarsın?
Artık Ara Güler’in İstanbulu yok. Belki bir turist olarak bu şehre gelirsen, o fotoğraflardakine benzer yerleri bulmaya çalışır ve onları fotoğraflarsın. Fakat artık onlar da yeni İstanbul’un öğeleri tarafından kuşatılmış durumlar. Bugünün İstanbulu o değil. Ben yeni İstanbul’un nasıl bir şey olduğunu keşfetmeye çalışıyorum. Bunu sadece yeni inşaat alanlarını göstererek yapmak istemiyorum. Bu inşaat alanlarının hayatımız, kültürümüz üzerindeki etkilerine bakmak istiyorum. Eskiden çok daha dostcanlısıydı insanlar bu şehirde. Hâlâ Anadolu kökenlerimizi hatırlıyor muyuz? Bu şehirde çok fazla şey oluyor ve başka bir ülkeye dönüşüyor İstanbul.
Geçtiğimiz yıl Hollanda’da Yılın Fotoğraf Elçisi seçildin. Bu tam olarak nedir merak ediyorum. Senin kariyerine nasıl bir katkısı oldu?
Bugüne dek Türkiye’de hep iyi karşılandım. Türkiye dışında da hep İstanbul’dan bir fotoğrafçı olarak görüldüm. Yer aldığım uluslararası sergilerde de yayınlarda da bu algı değişmedi. Sanıyorum bu böyle devam edecek. İstanbul’dan ayrılıp Hollanda’ya döndüğümde, doğrusu özel bir beklentim yoktu. İstanbul’daki son eşyalarımı da alıp döndükten iki gün sonra, şu anda World Press Photo’nun direktörü olan Lars Boering’ten bir telefon geldi. Hollanda’ya döndüğümü duyduğunu ve Hollanda’nın fotoğraf elçisi olmakla ilgilenip ilgilenmeyeceğimi sordu. Bu harika bir haber ama nedir bu fotoğraf elçisi dedim. (gülüyor) Biliyorsun fotoğraf Hollanda’da çok güçlü temsiliyeti olan bir mecra. Birçok fotoğraf müzemiz, kurumumuz ve dergimiz var. Boering, tüm bu kurumların bir araya gelip bir jüri oluşturduğunu ve her yıl bir fotoğraf elçisi seçtiklerini söyledi. Bu, fotoğraf alanında Hollanda’daki en prestijli ödül. Vizyonuyla diğer fotoğrafçılar arasından sıyrılan ve geleceğe kalacak işler üreten bir fotoğrafçıya verilen bir ünvan. Hem belgesel işler üretmem hem Vogue gibi dergiler için moda fotoğrafları çekmem hem de film gibi başka mecralarla da uğraşıyor olmam nedeniyle bu ünvana layık görüldüğümü ve yıl boyunca çeşitli etkinlikler yapacağımı öğrendim. Bu, doğduğum ülkedeki ilk sıcak karşılamaydı diyebilirim. Bir anlamda işlerime yönelik bir övgüydü. Basın çok ilgi gösterdi. İşlerim daha fazla ilgi çekti, daha fazla kişiye ulaşma fırsatı buldum.
İstanbul’daki sergiden sonra yakın zamanda neler var?
Mayıs ayında, x-ist ile, dünyanın önde gelen fotoğraf fuarlarından Photo London’a katılıyoruz. Galerinin benim işlerimle fuara seçilmiş olması heyecan verici. Sadece Hollanda ve Türkiye’de değil uluslararası platformda farklı yerlerde de işlerimin kabul görmesi muhteşem. Bunun dışında 2-3 yıldır Miami’de bir seri yapıyorum, Miami’nin gizli tarihi üzerine. Bu yıl içerisinde oradaki bir galeride sergilenecek. Yeni bir kitap yapmam için teklifler geliyor ama onun için doğru zamanı bekliyorum. Zaten kimsenin benim kitabımı beklediğini de sanmıyorum. (gülüyor) Zaman değişiyor ve fotoğraf deneyimi de değişiyor. Amsterdam’da bir medya vakfının organize ettiği çok enteresan bir masterclass’a katılıyorum. Sanal gerçeklik, interaktif tasarım, video gibi farklı mecralardan 25 yetenekli ismin bir araya gelip çalıştığı, ilham verici bir grup. Fotoğrafın geleceğine ve ne gibi yeniliklerle karşılaşacağımıza dair ufuk açıcı fikirler ediniyorum.
Son olarak eklemek istediğin bir şey var mı?
Bugüne dek hep kendimi ileri taşıyacak işler yaptım. İnsanlar kimi zaman bunlara hazır değildi. Ama şimdi daha açık ve bilinçli yeni bir nesil var fotoğrafta. Türkiye’de de fotoğraf üreten, fotoğraf üzerine konuşup tartışan yeni bir nesil olmasından dolayı çok mutluyum. Her şeye rağmen güzel şeylerin olmaya devam etmesi heyecan verici...