Bu yılın Nisan ayında “Kaos, Kozmos” sergisiyle Merkur Galeri’de dikkatleri üzerinde toplayan Metin Çelik, 15. İstanbul Bienali’nin komşu etkinlikleri kapsamında Mebusan 25’te yerini aldı. Post-Apocalyptic (Kıyamet Sonrası) adıyla ilk kez bir yerleştirme işi gerçekleştiren Çelik’in komşuluğa dair gösterdikleri, hepimizi yakından ilgilendiren, burnumuzun ucunda duran kıyametteki payımızı ve başımıza gelecekleri sorgulatan kusursuz bir temsil.
Metin Çelik, çokça derdi olan ve bunu kendine has bir tavırla tuvale döken bir ressam; büyülü gerçekçiliğe dem vuran, uykuyla uyanıklık arası dediği bir tekinsiz aralıktan izleyicisine seslenen ve seslendiği yerden yankı bulan bir sanatçı. Bir önceki sergisi olan “Kaos, Kozmos”ta duygusuzluk ön plandaydı, keza son derece gerçekçi çizgilerden hayat bulmuş, fakat gerçeküstü bir dünyaya sirayet eden sahnelerde yüzleri maskeli, duygularından arınmış, ilişki kuramayıp yalnızca ama yalnızca izleyicisi olarak kaldığımız figürler vardı karşımızda. Çelik, derdinin zaten onlarla duygusal bir bağ kuramamamız olduğundan dem vurmuştu işleri hakkında konuşurken. Kıyamet Sonrası’nı gördüğümdeyse tam tersiyle karşı karşıya olduğumuzu fark ettim, zira önceki sergide ne kadar “izleyici” konumundaysak, burada o kadar figürün kendisi haline gelmemizi bekliyordu Metin bizden. Çünkü kıyamete giden yol duygusuzluktan, burnumuzun ucundakiyle empati kuramamaktan, ona el uzatamamaktan geçiyordu ve işte şimdi bu ruhsuzluğumuzun bedelini kopan kıyamet sonrası içinde kaldığımız yıkımla ödüyorduk.
Beyaz Küp’ün stabil, güvenli alanını yıkarak, taş üzerinde taş bırakmadan gerçek bir savaş sonrası ortamı kurarak ve bizi onu içine çekerek verdiği mesaj çok belirgin. Çünkü ülkenin ve dahi dünyanın büyük bir kısmı yanıp yıkılırken, o beyaz küp misali steril olan konfor alanımızın başına bunlar gelebilir. Başımızı çevirdiğimiz, dikkatimizi dağıtmasına izin vermediğimiz savaşlar ve çatışmalar aslında o kadar yakınımızda, o kadar komşumuzun bahçesinde ki bizim salonumuza da ateş düşmesi çok da beklenmedik bir durum olmaz. Kıyamet sahnesinin ortasında yer alan boynuzlu geyik başının anlattıklarınıysa perdeyi aralayıp girdiğimiz dar alanda kavramak mümkün oluyor. Bu dar küp, hâlâ içinde olduğumuz evimiz yahut konfor alanımız olarak bize açılıyor ve karşılıklı duran iki tablonun ortasında kalıyoruz. Bir duvarda “renkli” küçük boyutlu bir eskizde çarpışan iki geyik duruyor, karşısındaysa çok daha büyük “karakalem”den üretilmiş orijinal hâli. Eskizlerin karakalem, eserin yağlıboya yahut akrilik olmasını beklediğimiz düzende bir al aşağı etme söz konusu oluyor ve kim kimin eskizi, yahut kim kiminle yer değişecek bu kavgada sorusu sessizce odayı dolaşıyor.
Rekabetin, hırsın, kazanmaya odaklı sonu kanlı bir düzenin temsili iki erkek geyik, bize az önce çıktığımız savaş alanında uzanan ölü geyik başını hatırlatıyor. Konfor alanlarımızda süregelen; devletler, yahut şahsi ilişkiler düzleminde bir türlü dinmeyen iktidar savaşının ve mülk kavgasının belki yeni bir perde açarak başka bir savaş alanına yol verebileceğini gösteriyor. Geyiklerin boynuzuna taktığı kuş kafesi ise bizlerin yaşam, eğitim, aşk, huzur, sağlık, barınma, doyma ve doyurma haklarımızı barındıran kişisel alanlarımıza işaret ediyor ve bizler tıpkı uçup gitmek yerine yuvasının kimin elinde kalacağını gözleyen, tablodaki yapay kuş gibi haklarımız üzerinde süren başka güçlerin kavgalarını izliyor, konfor alanımıza dönmek için havada turlar atıyoruz. Ve böyle böyle dün, dönüp bakmadığımız savaşlar, bugün kapımıza dayanan kıyametlere dönüşüyor.
Metin Çelik’in Post-Apocalyptic (Kıyamet Sonrası) yerleştirmesi, 22 Ekim’e dek Mebusan 25’te herkesi kendi kıyametini ve komşuluğunu sorgulamaya davet ediyor.