İstanbul gibi birçok efsaneyi içinde barındıran bir şehrin doğuşuna dair bir araştırma sürecine dayanan sergin ‘’Körler Ülkesinin Karşısında ‘’ nasıl bir süreçten sonra tamamlandı?
Sergi çok katmanlı ve kendi içerisinde farklı dönemlere ayrılabilecek bir süreç sonrası ortaya çıktı. Esasında tüm bu süreç, yaz kış adada yaşamaya başladığım yıl olan 2011’den bu yana ada ve şehir arasındaki gidip gelmelerim sırasında deneyimlediğim çeşitli kavramları sorgulamam ile başladı. Bunlardan ilki adalaşmak ve beraberinde getirdiği fiziksel olan ile zihinsel alanın birleşme ve bağlanma biçimleriydi. Ada bir nevi kentten ve toplumdan uzakta, kişinin kendisi ile baş başa kaldığı bir yer. Yeri geldiğinde bütün zaman dilimlerini aynı anda yaşarsınız. Fiziksel olan çevreden çok zihninizde yaşarsınız. Kentten uzaktasınızdır ancak geçmişinize bir o kadar yakınsınızdır. Bütün bunları deneyimlerken ‘ötede olanı görme’ meselesi üzerine düşünürken ‘Körler ülkesi ve ötesindeki kenti gören Byzas’ın görme efsanesi ‘ ile karşılaştım. Günlük vapur yolculuklarım sırasında bu hikayeyi düşünürken kent ve ada arası bağlantıyı sağlayan gemi bir şekilde görme aracının ta kendisi haline geldi ve su da onun taşıyıcısı.
2012’de gitmiş olduğum İsveç ve Almanya’daki misafir sanatçı programları süresince görme aracıları olarak adlandırdığım; ada, su, gemi, iskele ve balkon gibi elemanlar üzerine çalışmalar gerçekleştirmenin yanı sıra esas olarak sergi sürecinin en önemli adımlarından biri olduğunu düşündüğüm ve yine 2012’de Galeri Mana’da katılmış olduğum ‘’Yansıma Üzerine Düşünceler’’ sergisindeki mekânın altında bulunduğu söylenen sarnıç üzerine bir iş üretmiştim. Görünmez olanı görünür kılma ve görme meselesine odaklanan bu iş zaman içerisinde farklı hikayeleri ve katmanları da görünür kılmaya başladı. Tüm bu sürecin görünürleşen katmanlardan biri olan Venedik, su ile beraber tarihsel ve kişisel olan birçok zamansal hikayeyi birleştirmemi ve uzun süredir çalıştığım görme araçları olan balkon ve iskeleleri bu doğrultuda biçimlendirmeme olanak sağladı.
Bu açıdan bu sergide farklı zaman dilimlerinde birikmiş olan birçok tarihsel ve kişisel hikaye ve izlenimin yansımalarını görmek mümkün.
Daha önce Galeri Mana'da gerçekleşen "Yansımalar Üzerine Düşünceler" karma sergisinden galeri mekânının bir bölümünde yer alan bir sarnıcın sırrını ortaya çıkarmıştın. Yapacağın bu kişisel sergide de mekânın belleğine dair yeni keşifler ortaya çıkarmayı planlıyor musun?
‘’Yansımalar Üzerine Düşünceler’’ sergisindeki işim olan ‘’Taşıma suyla değirmen dönmez’’; mekânın altında olan görünmez gerçekliğini ortaya çıkararak belleğini görünürleştirmeyi amaçlıyordu. Aynı iş bu sergide farklı bir biçimde karşımıza çıkarak, mekânın bulunduğu bölgenin su ile olan tarihsel geçmişi ile bağlantı kuruyor. Bölgenin su kronolojisi üzerine çalışırken İstanbul’un Venedik ile olan su tarihi üzerine odaklanmam da bu süreç sırasında ortaya çıktı.
Bir önceki sergide yerin altında bulunan suyu gün yüzüne çıkarırken, bu sefer o su bir biçimde taşarak mekânı hayali bir su katmanının altında bırakıyor ve bir su altına dönüştürüyor.
Bunun dışında mekânın kimliği ile doğrudan ilişkide olan bir başka iş ise; bir vapur halatı ile sarılmış olan binanın balkonu. Binanın yüksekte olan bu parçası mimariye ait değilmiş gibi bünyesinden kopartılıp adeta asılı kalıyor ve üzerinden sarkan halat ile alt kattaki batık olan iç balkona bağlanıyor.
Sergi metninde geçen körlük durumu çalışmalarla nasıl bir ilişki içerisinde tanımlandı?
Sergideki işler gerek iskeleler olsun gerekse balkon ve diğer elemanlar… Hepsi metaforik olarak farklı görme enstrümanları gibiler ancak diğer yandan da geçmişten bugüne giderek artan bir ‘görme kaybı’ durumuna da işaret ediyorlar. Alt kattaki hayali su altında bulunan ‘’Batık’’ isimli balkon işi, görüş kaybına işaret eden işlerden bir tanesi örneğin.
İleriyi görememe olduğu kadar önümüzde var olanı göremez hale gelme durumuna işaret edercesine suyun dibine batmış bir balkon bu. Balkon genelde mimarinin yüksekte olan ve genelde sokak seviyesinden görünmeyenleri görmemizi sağlayan mimari bir eleman. Ancak kimi zaman bu bakış açısı da yıkılabiliyor. Bu sergide yer alan görme-körleşme arası ilişkiye dair örneklerden sadece biri.
Bir diğer örnek ise alt katın su hayali bir su altı olması… Buz dağının su altında kalmış olan görünmeyen kısmı gibi… Yükselen su da, birçok şeyi kaplayıp görünmezleştiriyor. Görünür olanın belleğini silerek onu ‘göremememizi ‘ sağlıyor…
Sergide yer alacak mimari formlar içeren balkon ve iskele çalışmaları dışında farklı mimari çağrışımları olan çalışmalar da görebilecek miyiz ?
Evet var. Bunlardan biri bölgenin Venedik ve İstanbul’un ortak tarihsel geçmişinden yola çıkarak gerçekleştirdiğim ve suyolu ile Venedikliler tarafından Konstantinopolis’ten götürülmüş birçok eserden biri olan ‘’’Tetrarch’’ lara göndermede bulunan ‘’Tetraplegia’’ adlı iş. Dört ayağın felç olması ve hareket edememesi anlamına gelen bir hastalık olan Tetraplegia, geçmişte bulunduğu noktadan koparılmış ve farklı bir mekânın anlamını değiştirmek /dönüştürmek üzere su yolu ile taşınmış olan bir eserin/nesnenin hareketi ve hareketsizliği üzerine odaklanmakta. Sergideki bir diğer mimari ile ilişkili iş ise daha önce de bahsetmiş olduğum halatla sarılı olan balkon işi. Binanın dış balkonunu saran gemi halatı aşağıya inip içeri girerek bir noktadan sonra ağırlaşarak mekânın ilk su kaynağına doğru ilerlemekte.
Daha önceki çalışmalarında da gördüğüm üzere mekânların bellekleri üzerine ilişkiler kurarak hikayeler anlatıyorsun. Bu ilişki nasıl ortaya çıkarak tamamlanıyor?
Her mekânın farklı bir zamansal süreci ve hikayesi var. Bu açıdan içerisinde bulunduğum ve bağlantı kurduğum mekânların geçmişleri üzerine düşünüp araştırıyorum. Ancak bütün bunların ötesinde her mekân ne şekilde görünür olmak istiyorsa onu yansıtarak bana aracılık ediyor. Doğru zamanda doğru biçimde görünürleşerek, geçici değil kalıcı bir biçimde varlığını sürdürmek üzere ortaya çıkıyor.
Stockholm ve Münih’te gerçekleştirdiğin konuk sanatçı programları sonrasında kurguladığın hikayelere izleyiciler ne gibi tepkiler verdi?
Her iki kentin izleyicisi çok farklıydı elbette. 12,000 adadan oluşan bir şehir olan Stockholm, tüm benliğiyle bir ada kültürüne sahipti. Gerçek anlamda insanların ‘ada’laşmasını orada keşfetmiştim. Bu anlamda ortaya çıkan işler ile izleyicinin iletişim kurması çok zor olmadı. Bu açıdan çok deneysel bir üretime dönüştü oradaki işler.
Münih’te ise üzerinde çalıştığım balkonlar bireysel alanlar oldukları için, sergilendikleri yer olan galeride kamusal ve bireysel olanın birleşimi gibilerdi. Bu açıdan izleyicilerin katılımı da çok performatifti.
Bu sergi sonrası programın nasıl ilerleyecek?
Sanırım gerek tarihsel gerekse kişisel hikayeleri ortaya çıkarmamı sağlayan ve onları şu ana bağlayan hayali halat ve gemilerimi yakacağım ki tüm bu sergi sürecinde deneyimlediğim ve halen deneyimleyeceklerimi hazmedip farklı görme biçimlerini keşfedebileyim. Bu açıdan bir nokta değil. Bir virgül koyarak devam etmek istiyorum. Bu sergi sonrasında birkaç grup sergisinde yer alacağım ve yaz döneminde Londra’da bir misafir sanatçı programına katılacağım.