Contemporary İstanbul Art Fair (muhtemelen bir marka değeri yaratmak adına kullanılan ismiyle “CI”) yani İstanbul Çağdaş Sanat Fuarı’nın dokuzuncusu henüz tamamlandı. Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı ile İstanbul Kongre Merkezi’nde iki kata, bir ara koridora ve koridorla ulaşılan bir başka geniş salona yayılan onlarca galeri, birkaç bin eser, yüzlerce sanatçı-sanat profesyoneli ve elbette binlerce ziyaretçi… Sanata dair gündelik pek çok söz, hem de tarafsızlık bahanesiyle artık rakamlara indirilirken, biz bunu es geçip, bilinçli bir tercihle gayet öznel bir değerlendirme yapmaya çalışalım.
Şu oldukça rahat söylenebilir ki, Türkiye’de fuar anlayışını uluslararası standartlara ilk kez yaklaştıran CI olmuştur. Bunun en önemli kanıtı yabancı katılımcıların sayısının epey artması ise ondan sonra gelen, sanat alıcısı ile satıcısını buluşturan bir platform olmanın ötesinde, sanat izleyicisinin katılımını da amaçlamasıydı. Geçmiş fuar örneklerine kıyasla CI meseleyi bir adım öteye taşıdı. Dolayısıyla son fuarı değerlendirirken, gelinen noktadan bakmak gerek.
Üretilenden olduğu kadar fuardan da farklı beklentiye sahip sanatın her alanındaki aktör ile ilişkiler bütününü bir kenara koyarak, öncelikle dört gün boyunca sunulan sanatı değerlendirmeye çalışalım. Şu bir gerçek: Tıpkı bir bienal dili oluştuğu ve bunun aşılmaya çalışıldığı gibi, artık bir fuar dili de oluştu ve –belki kestirmeci bir yaklaşım gibi gelebilir ama– izlediğim kadarıyla pek kimse bu fuar dilini aşılmaya da çalışmıyor; en azından CI’de öyleydi. Kabaca, genç İngiliz sanatçıların (Young British Artists), Pop’un yöntemini Amerika’dan devşirerek ve yeniden yorumlayarak oluşturduğu nesne temelli sanat dili, çağdaş sanat piyasasını 90’larda adeta salladı. Damien Hirst, Chapmen Brothers, Gilbert&George, Tracey Emin vd. pek çok ismin yanına bir de Jeff Koons, Takashi Murakami gibi isimleri dahil edebileceğimiz bu sanatçılar, ironik, esprili bir dille ilgi çekmeyi, şaşırtmayı hatta şoke etmeyi, ötesi irkiltmeyi, kızdırmayı amaç edindiler. Çalışmalarındaki ortaklık, plastik dili çok belirli, muğlaklığa pek yer bırakmayan tarzda üretimler olmaları. İnsan ve hayvan bedenine odaklı, biz sanat eleştirmenlerinin sarf edebileceği en büyük olumsuzlama nitelemelerinden biri olan “dekoratif”ten bile, kaçmak bir yana, onu özellikle amaçlamaları. İşte, CI’deki, neredeyse her galerinin standında en az bir tane yer alan sanat tarzı… Bunun nedeninin fuardaki kalabalığın ilgisini çekmek olduğunu düşünmek ise ne kadar doğru olur; tartışılır.
Bir genelleme daha yapmayı göze alarak, öne çıkan bir başka üretim tarzının foto-manipülasyon olduğunu eklemek gerek. Yani fotoğraf medyumu temelli, bundan bazen başka bir medyumla, bazen de fotoğrafın gereği olan temsil niteliklerini bozarak uzaklaşmaya uğraşan bir çalışma biçimi. Peki o halde “the medium is the message” mı oldu hakikaten? 1 Aslında genelleyerek saptadığımız bu iki tarz, bugün çağdaş sanat adına yapılan tüm üretimlere hakim ve belki tam da bu yüzden günümüz sanatı için sık sık “tıkanma noktası”na geldiği şeklinde yorumlar yapılageliyor ki bu başlı başına bir tartışmanın konusu.
Pek çok farklı ülkeden gelen yabancı galerilerin sergi politikalarını da bu genellemelere dahil edebiliriz elbette. Belki bir de üstüne, özellikle Uzakdoğu ve Arap coğrafyasından gelen galeriler için self-oryantalist sosu ekleyebiliriz. Yabancı galeriler arasında en ayrıksı duran ise, çalışmaların altında-yanında, edisyonlarını da sattığını gösterir en az sekiz-on kırmızı noktayla, satış değeri kadar seçtiği nitelikli çalışmalar sayesinde de başarılı sayılabilecek Londra’dan Whitechapel Gallery idi. Üstelik –eğer bir şey kaçırmadıysam– neredeyse hiçbir galeride fiyat listesi bile bulunmazken, bir tek Whitechapel Gallery fiyatları, çalışmaların yanındaki etiketlere yazmıştı. Berlin Art Project de dikkat çeken galeriler arasındaydı ancak Pınar Yoldaş’ın “biyoyapı” önermesiyle “Vulva Caterva” isimli çalışmasını adeta saklar gibi stand arkasında sergilemesi enteresandı. Andipa Gallery’deki, küçük insanları kent sabitleri ile birlikte ele aldığı yerleştirmeleri, ölçekle oynarken kavramları da sorgusuna dahil eden Londralı sanatçı Slinkachu da dikkat çekiyordu. Öte yandan, özellikle yabancı galerilerin standlarında Takashi Murakami, Banksy, Damien Hirst, Francis Bacon, Richard Serra, Calder, Picasso, Wesselmann, Rirkrit Tiravanija, John Baldessari, Marc Quinn, Jannis Counellis, Fernando Botero gibi star isimleri görmek mümkündü.
Elbette yağlıboya gibi formel malzemeyle gerçekleştirilen ve niteliği malzemesinden bağımsız değerlendirilmesi gereken çokça çalışma da vardı. Nitekim pek çok “iyi” çalışmasıyla sanatçılar; tümüyle “iyi”yi hak eden belki daha az ama neyse ki var olan galeriler; sadece varlıklarıyla bile takdiri hak eden çok sayıda bağımsız oluşum, inisiyatif; pek çok yerli ve yabancı yayın ile sanat kurumu da fuarda yerlerini almışlardı. Sergi ve satış politikasında çizgisinden yine ödün vermeyen örneğin Galerist, Rampa, Krampf Gallery, farklı diliyle Galeri Milk kendilerini belli ediyorlardı. Fuarın en ilgi çekici sergilemelerinden birini, Ermeni sanatçıların çalışmalarını görme fırsatı yaratan, özellikle Daron Mouradian’ın resimleriyle, sanatçıyı tanıma konusunda izleyeni kışkırtan Galeri 77’nin gerçekleştirdiği iddia edilebilir. Kimi galeriler ne kadar çok çalışma sığdırabiliriz kaygısı ile gezmeyi ve algılamayı zorlaştırırken, kimileri dekorasyonda sınır tanımayan standları ile zaten zorlanan algıyı iyice yoruyorlardı. Türkiye sanat pazarına taaa New York’tan girmeye çalışan “Anadolulu” sanatçılardan, çalışmaları daha açılış günü neden ve nasıl o kadar yüksek fiyatlara satıldığı anlaşılmayan sanatçılara… Yere pembe halı sermekten çekinmeyen galerilerden, “Avustralya’dan katılan tek galeri” olduğunu gururla (!) ilan edenlere… Kulislerde konuşulanlar da fuarın bir parçasıydı.
Hem ana girişin alt katında hem de diğer salonda yer bulan inisiyatifler, geçen senelerle birlikte sayıca artmış gibi görünüyordu. Ayrıca, çağdaş sanatın çoksesliliği amaçlama, sorgulama, belirlilikleri ve sınırları zorlama, piyasa karşısında var olma gibi temel gereklerini sürdürmeleriyle bu ana sermaye odaklarından bağımsız oluşumlar, çevrelerine de “ışığı gören” galerileri toplamaya başlamışlar ki bu iyi bir şey olarak yorumlanmalı.
Müzelerin başını çektiği kurum standlarını anlamak ise zordu; çünkü pek çoğu sadece standa ismini yazdırmak ve içeri bir masa koymakla yetinir gibiydi. Çoğunun görevlisini bulmak bile her zaman mümkün değildi. Bu, fuarda sadece ismen bile yer almanın önemli olduğu anlamına mı geliyor?
Bu yılki CI’nin Program Direktörü, Türkiye’de çağdaş sanat alanında önemli işlere imza atmış bulunan küratör ve sanat kuramcısı Marcus Graf oldu. –Yine biraz sınırları zorlayarak söylersek– Graf’ın belki bir sanat fuarı direktörü olmayı önceden hiç tasarlamadığı seziliyordu; ancak kendini çoktan kanıtlamış olduğu küratöryel çalışmalardaki başarısı, bu fuarda izlenebilir durumdaydı. Örneğin bu yıl ikinci kez gerçekleştirilen Yeni Medya bölümü Plugin, hakikaten zengin, doyurucu bir içerik ve sunuma sahipti. Plugin sahnesinde gerçekleştirilen yeni medya tartışmaları bilahare gerekli ve önemliydi. Öte yandan Çin’den video çalışan sanatçıların çalışmalarının izlendiği Now You See sergisi, halen ontolojisi itibariyle sanat piyasasına mesafeli duran yeni medya sanatının öne çıkmasını sağlayan bir diğer etkinlikti. Yenilikler arasında, sanat edisyonlarının pek çok baskı tekniğiyle üretimi ve dağıtımını gerçekleştirerek bir iletişim platformu olmayı amaçlayan CI Editions da vardı. Ancak Graf’ın getirdiği hissedilen asıl farkın, fuarın genelinden ziyade 90 Minute Shows olduğu söylenebilir. Sanatçılara 90 dakikalık kişisel sergi, sunum, daha ötesi varlık alanı açan bu 50 m2’lik kutu biçimindeki konteynır çalışması, Graf’ın daha önce gerçekleştirdiği konteynır sergilerinden esinlenmiş, ancak fikir olarak öteye taşınmış bir projeydi. Sürece yayılan ve farklı pek çok isimle bambaşka üretimlere sahne olan projeyi, sadece niceliği itibariyle bile tek günde gezmenin imkânsız olduğu bir fuar içinde bırakmak yazık olur. Umarız sanat izleyicisi 90 Minute Shows’u yine görme şansı yakalar.
CI Dialoges ve Pazar Seminerleri, Türk ve uluslararası sanat pratiklerine, kuramlarına, piyasasına dair sorulabilecek pek çok soruyu soran ve geniş skalada panelistleriyle yanıtlar arayan yararlı iki programdı. Artful Living tarafından günlük bülten olarak hazırlanan CI Daily de, fuarın kelimenin tam karşılığıyla niteliğini arttıran diğer uygulamalar olarak takip edildi.
Bu çapta ve asıl amacı piyasa hedefi olan böylesi bir organizasyonu değerlendirmeye çalışırken yaptığımız genellemelere birkaç tane daha ekleyerek son sözü de söylemiş olalım. Dünyanın en önemli galerileri bu fuarda da yoktu. Yine ilkokul öğrencisinden meraklı sanatseverine herkes çağdaş sanatı görmek için koşmuş, ancak maalesef izlemek ve anlamaya çalışmaktan çok fotoğraf çekmek ve paylaşmak için orada gibiydi. Geniş izleyici katılımıyla ortaya çıkan satış amacı ile gösteri amacının birbirine karışması sorunu, bu fuarda küratörlü sergiler ve etkinliklerle bir nebze aşılmıştı.
Tarihine kısacık göz attığımızda da görürüz ki sanat fuarları, hem yerli hem uluslararası alıcı ile buluşmak, hatta bizzat alıcıyı oluşturmak için düzenlenen etkinlikler. Dolayısıyla sanat ile paranın belki de en barışık olduğu yerler. Ancak şu da bir gerçektir ki her zaman en iyi olan satacak ya da çok satan en iyi olacak diye bir koşul yok. Yani sanatın teorisi ile pratik her zaman birbirini tutmuyor. CI 2014’te zaman zaman bunu görmek olasıydı. Sağduyusu, samimiyeti, kendi dilini bulması ile özgünlüğü, meselesi, tavrı belirli, “iyi” olan sanatçının zaten iyi olduğu, ona ne galerinin ne de fuarın bir şey katıp çıkarmayı pek de başaramadığı bir fuar oldu Contemporary İstanbul, nam-ı diğer CI… Galerilerin ya da fuar organizasyonunun kazancı ise, herkesin farkında olup dillendirmeye çekindiği ekonomik durgunluk ortamında ne kadar oldu bilinmez… Öte yandan fuardan asıl kazançlı çıkan umarız sanat izleyicisi olmuştur.
1 “Medyum mesajdır”; Kanadalı edebiyat profesörü Marshall McLuhan’ın (1911-1980) özellikle sanat alanında karşılık bulan temel sloganı.