Üretim pratiğinde çizgi ve desene önem veren sanatçı İlhan Sayın ile insan ve doğa arasındaki girift ilişkiye odaklandığı eserlerinden oluşan, 4 Haziran’a kadar Millî Reasürans Sanat Galerisi’nde sanatseverlerle buluşan “İncir Ağacı” başlıklı sergisi üzerine konuştuk.
Sanat üretimlerinin içeriğinde sıkça yer alan unsurlardan birinin insan ve doğa arasındaki gerilim olduğu söylenebilir. Aslında gerilimden öte insan ve doğa arasındaki girift ilişkiyi irdeleme biçimin göze çarpıyor. Bana kalırsa insan ve doğa, kırsal ve endüstri, canlı ve cansız, oluşlar ve var olamayışlar arasında, doğa ve kültürün kopmaz bağlarını yakınsayan bir akışın içine yerleşiyor çizgi ve desenlerin. Bu yerleştirmeyi kavradığın gerçekliğin sahnesinin üzerine kuruyorsun. Bu yüzden, bir çatışma ya da gerilim değil de bu girift ilişkinin iki ucunu hissettirdiğini düşünüyorum. İnsan ve doğa arasındaki ilişkiye dair bu zemini nasıl kurdun? Bu ilişkiyi nasıl tartışıyorsun?
Karşı karşıya kaldığımız çevre sorunları düşünüldüğünde, doğayla olan ilişkimizi gözden geçirmemiz gerektiği aşikâr. Yıkımın büyüklüğü endişe verici. Kimimiz bunu görmezden geliyor, kimimiz ise bu durum karşısında suçluluk duygusu taşıyor. Sanayileşme süreciyle birlikte, kentleşme ve nüfus yoğunluklarının artması, doğanın ve doğal yaşamın hızla bozulmasına yol açıyor. İnsan, doğanın bir parçası olduğunu, ölümlü olduğunu unutup sonsuz tahakkümle sürekli doğadan bir şeyler almak ve talan etme peşinde. Doğanın da aslında her zaman huzur verici ve barışçıl bir yer olmadığını, insan-doğa ilişkisinin girift bir ilişki olduğunu deprem, heyelan, kuraklık gibi doğal afetlere baktığımızda görebiliriz.
Kentte ya da taşrada olmak, doğaya yakın ya da uzak olmak, insan-doğa ilişkisini sana göre nasıl biçimlendiriyor? İnsana ait olanla doğanın olan arasındaki üleş, sınır savaşları, felaketlerle biçim değiştiren güç dengeleri ya da iktidar stratejilerine dair yaklaşımını, hatta iç sesini paylaşabilir misin?
Kentte olmak veya taşrada olmanın farkını, en çok şehir dışına tatile çıktığımda ya da bir taşra yolculuğunda, doğa yürüyüşünde, kendi üzerimizde kendi ruh hâlimizin değişmesinde görürüz. Kırsaldaki insan ile kentli arasındaki farklı kültürel algılar dışında doğayı algılamada da bir fark olduğunu hissederiz. Şehirde insan biraz kendini doğanın üstünde, dışında bir yerde konumlandırıyor ancak yaşamak için doğal kaynaklara muhtacız ve doğal kaynaklar sınırsız değil. Bu hem insanlar arası paylaşım savaşlarına, göçlere, krizlere hem de doğanın geri dönülmez biçimde tahribatına neden oluyor.
Ele aldığın kavramlara öznel sınırlar çizmek mümkün oluyor mu? Doğanın oluşu, insanın dokunuşu, kalıcılık-geçicilik, yıkım ve yaratım, rastlantısallık gibi kavramlar üzerine çalışmanda seni motive eden öğelerden bahsetmek ister misin? Üretim sürecinde bu kavramlara yaklaşımın biçim değiştiriyor mu?
Yaşadığımız çağda bu toplumda sanatçının kendisini dışarda bir yerde konumlandırması, bütün bu olan bitenden azade, hiçbir şeyden etkilenmeden, duygusal tepkiler vermeden yaşaması mümkün değil gibi geliyor bana. Neredeyiz, ne yapıyoruz, neler oluyor, sonrasında ne olacak gibi sorulara cevap bulma arayışı diğer sanatçılar gibi beni de motive ediyor. Üretim sürecinde kavramlara keskin sınırlar çizmediğim gibi çalışma esnasında kendimi küçük yön değiştirmelere ve tesadüflere açık bırakıyorum.
Mekâna özgü tarihsel referanslar nasıl bir kaynak oluşturuyor? Yapıtın içeriğinde nasıl konumlanıyor? Bu mekânsal referansların varlığını sezebiliyoruz ama izleyiciye beyan etmiyorsun. Bu tercihin izleyici deneyimini nasıl etkiliyor ya da belirliyor? Bu aynı zamanda politik bir içerik kaybı potansiyeli barındırmıyor mu?
İnsanı serseme çeviren ve hızla yön değiştirebilen bir politik ortamın içinde işlerimde referans olarak mekân isimlerini kullanmaktan kaçınıyorum. İçinde olduğumuz bu yıkıcı ortamda işlerimi konumlandırabilirdim ama bu kolaycı bir fayda ilişkisi olabilirdi. Ben daha genel bir perspektiften bakmayı tercih ettim, çizgisel bir tarih kurmak istemedim. Bu ortamda güncel politik süreç biçim değiştirdikten sonra da işlerimin bir anlamı olsun, bir şeyler söylemeye devam etsin isterim. Bu endişeyi taşıyarak mekân isimleri vermekten kaçındım.
Bütün kış bu sergiyi hazırlamak için çalıştığın anlaşılıyor. Çalışma ritüellerinden söz edebilir misin? Yoğun emek gerektiren bu üretim süreci içinde ne tür deneyimler barındırıyor?
Sabırlı ve dikkatli çalışmayı gerektiren sekiz aylık bir süreçti. Özel bir çalışma ritüelim olduğunu söyleyemem. Atölyede kenara koyup biriktirmiş olduğum imajlar üzerinden ilerleyerek ya da kâğıt üzerine mürekkeple olan çalışmalarda olduğu gibi tesadüfleri ve kazaları da memnuniyetle kabul ederek çalıştığımı söyleyebilirim. Üretim esnasında bu beklenmedik tesadüflerin ve ilginç kazaların benim gibi diğer sanatçıları da mutlu ettiğini düşünüyorum.
Fotoğrafı üretimlerine kaynaklık eden bir araç olarak kullanıyor musun? Fotoğrafların, içeriğin doğasını etkileyişi ve işlevselliği hakkında ne düşünüyorsun?
Fotoğrafı bir araç olarak kullanıyorum. Fotoğrafları, zihnimde uyandırdığı etkiye ve çoğunlukla anlatmak istediğim konuya uygunluğuna göre seçiyorum. Bir başlama vuruşu ya da işaret fişeği olarak düşünebilirsiniz onları. Fotoğrafları bire bir kopyalamaktan kaçınıyorum; bunun hem sıkıcı hem de yaratıcılığa alan açmayan bir tavır olduğunu düşünüyorum. Farklı fotoğrafları, imgeleri kâğıt üzerinde bir araya getirip kompozisyonlar oluşturduğum bir kolaj tekniğini sıklıkla kullanmaya başladığımı söyleyebilirim.
Serginin içinde yer alan gece serisinden söz etmek istiyorum. Kavramlara gece bakmak, yere, göğe ve iskelelere mürekkeple alacakaranlığı düşürmek zihnimde farklı bir pencereyi araladı. Gündüz Vassaf’ın Cehenneme Övgü kitabında yer alan “Gece düzen güçleri uykudadır, tüm totaliter yapılar aile, din, devlet kurumları geceye korkuyla bakar.” sözlerini sarf etmeden geçmek olmaz. Bu ifade, tuval üzerine mürekkep ile çalıştığın Düzen isimli yapıta bağlanıyor. Kurguladığın gerçekliğin üzerine geceyi örtmek senin için ne tür bir anlam taşıyor?
Gece sorgulamaları, endişeleri, korkuları ya da rahatlama, gevşeme ve özgürlük gibi duyguları daha yoğun hissettiğimiz, kendimizle baş başa kaldığımız bir zaman dilimi. Belki bu yüzden bütün totaliter güçler geceye korkuyla bakar, kontrol edilemez olanı kontrol etmeye çalışır. Düzen ise ironik olarak bir çatışmanın, kaosun, bir güç gösterisinin resmi. Otoritenin “düzeni” sağlamaya çalışmak iddiasıyla gücünü sonuna kadar gösterip ortalığı yakıp yıkmasını, “düzeni” tesis etmesini anlatıyor.
Sergide yer alan isimsizler bir bütün ve benzer katmanlar yapıtların her birinde ardı ardına üretilmiş gibi hissettiriyor; sanki bir katman hepsine arka arkaya yerleştirilmiş sonrasında diğer katman ve bir diğeri gelmiş… Böylece tüm bu katmanların bir araya gelişleri ve yarattıkları formlar tamamlandığında, hepsi son bir dokunuşla aynı anda bitivermiş duygusu veriyor. Burası mürekkebi suya en çok bıraktığın aynı zamanda toposu özgürleştirerek yeniden kurduğun yer; belki de doğanın ve insanın birbirini örgütleyebileceği bir gelecek imkânı taşıyor. İsimsizler, doğada suyun varlığına ve kıymetine dair başka bir göndermeyle de zenginleşiyor. İsimsizlerin hikayesini ve soyutlama güçlerini anlatabilir misin?
Kâğıt üzerine yaptığım titizlik isteyen desenleri yaparken bir noktada sabrım tükenir gibi oldu. Biraz nefes almak ve üretim sürecinin sonuçlarını hızlıca görmek açısından mürekkeple çalışmak özgürleştiriciydi. Daha serbest ve önceden planlamadan yaptığım, tesadüflere izin veren yarı kontrollü yarı serbest yeni bir çalışma biçimi oldu benim için. Kompozisyon dengelerini de gözeterek arka arkaya ve hızlıca çıktılar elimden. Bu yüzden suyun akışı gibi, birbirinin devamı gibiler. Mürekkebin ozalit mavisi tonunun da rahatlatıcı bir etkisi var, şüphesiz.
İncir ağacı arsız bir ağaç. Kayalık yamaçları ya da insan eliyle inşa edilmiş bir yapıyı yok edebilecek güçte bir ağaç, üstelik incir çekirdeğini doldurmayacak bir başlangıç yaprak. İnsanın da arsız bir canlı olduğunu söylersek yanlış olmaz sanırım. En azından tarih perspektifinden bakarsak doğaya karşı arsız davrandığını görüyoruz. İncir ağacına dair mitleri de düşününce bu ismi bir metafor olarak sergiye yakıştırma süreci nasıl oldu? Serginin kendi bağlamı içinde incir ağacı neyi temsil ediyor?
İncir ağacını isim olarak seçmemin nedeni hafta sonu bir doğa yürüyüşünde karşılaştığım ve fotoğraflarını çektiğim incir ağacından kaynaklanıyor. Onun, yaşama tutunmayı geçtim arsızca bulunduğu yeri işgal edip çevresine taşması, çitleri aşması etkileyiciydi. Bir var olma mücadelesinin hırsa dönüşmesini metafor olarak kullandım. Ama incir ağacının insanla yarışamayacağının da farkındayım.