İpek Duben’in kırk yılı aşan sanat üretimine yeni bir bakış sunan, 1980’lerin başındaki resim ve desenlerinden 2020 tarihli Angels and Clowns’a kadar birçok eserini bir araya getiren kapsamlı sergisi “Ten, Beden, Ben” üzerine bir yazı.
İpek Duben’in 40 yılı aşkın pratiğini içeren, şu güne kadarki en kapsamlı retrospektif sergisi “Ten – Beden – Ben”, Salt Beyoğlu’nda toplumsal arşiv niteliği taşımasıyla ve eleştirel gerçekçi tavrıyla seyirci ile buluşuyor. Türkiye’deki öncü kavramsal sanatçılardan biri olan Duben’in, resim ve enstalasyon gibi çok çeşitli disiplinlerde üretimlerine tanıklık ediyoruz. Yapıtları üzerinden toplumsal kimlik, cinsiyet politikaları, şiddet, yerinden edilme, hafıza – bellek, önyargı ve küresel tüketim alışkanlıkları gibi olguları işleyen Duben’in, bu sergisinde tüm bu kavramlar, toplum yapısı ve kültürel paradigmalar çerçevesinde zincirleme bir ilişki kuruyor. Çalışmalar hâlâ dinamizmini korumakla beraber, bireye, toplumlara ve küresel ölçekteki meselelere odaklanıyor. Salt Beyoğlu’nun üç katına yayılan yapıtların “an”ları ve birbiriyle olan diyaloğu, mekânı da mikro fakat çok sesli topluluğa dönüştürüyor.
Çok katmanlı yapıtları okurken, sanatçının kişiliği ve hayatı, izleyiciye her zaman ipuçları verir. İpek Duben hem Türkiye’de hem de Amerika’da yaşayan, önce siyaset eğitiminde uzmanlaşan fakat yoluna sanat pratiğiyle devam eden bir sanatçı, yazar ve eleştirmen. Batı ve Doğu kültürlerinin farklılıklarına ve benzerliklerine tanıklık eden Duben’in üretimleri, tarihsel olaylardan bağımsız düşünülemez. Girişte yer alan ve kronolojik olarak Türkiye’de açtığı ilk sergisinin ismini taşıdığı Şerife isimli desen ve resim serisi, köyden kente göç eden, temizlikçi olarak çalışan bir kadın üzerinden toplumsal yaşamdaki karakterinin ve emeğinin görünmezliğini vurguluyor. Şerife’nin, gündeliğe giderken giydiği ve kendisiyle özdeşleşen elbisesi, seride bedensiz fakat ikonik bir sembol olarak tasvir ediliyor. 20 yılı aşkın süre geçmesine rağmen kadının bu bağlamdaki kimliğinde çok da bir değişiklik olmadığını hatırlatıyor. Ve bu noktada, Duben’in, “öteki” kavramına bakışına şahitlik ediyoruz. Şerife’lerin aksine Adale Adam ataerkil düzende, fiziksel gücüyle öne çıkan üçlü bir seri olarak aynı katta yerini alıyor. Cinsiyet eşitsizliği, beden üzerinden yan yana ve zıtlıklar içerisinde ilk katta egemenliğini ortaya koyarak konumlanıyor.
LoveGame ve LoveBook, ikili enstalasyonu ise, birbirine ters düşen atmosferleri sentezliyor. LoveGame, aile içi şiddet konusunu, bir oyun üzerinden sunuyor. Kurbanların ve katillerin gazete kupürlerinden alınan portreleri, rulet masası ve kumarhane atmosferi olarak kurgulanan yerleştirmede yer alıyor. İnsanın yaşamını yitirmesinin ne kadar da kolay ve ucuz olduğu, bu rulet masasında ironik olarak sunuluyor. Ortamdaki disko topları ve müzikler de umursamaz bir hisle buna eşlik ediyor. Katılımcının önemli olduğu yerleştirmede, oyunun başına geçen seyirci, aynaya baktığında kendisiyle yani temsili katil ile yüzleşme şansını yakalıyor. Duben’in birçok kez gösterime çıkan bu yerleştirmesi, katılımcıyı oyuna davet etmesine rağmen, genellikle seyirci izlemeyi tercih ediyor. LoveBook ise ağırlıklı olarak Türkiye’deki şiddet haberlerini konu alıyor ve LoveGame’in arkasında yer alan mekânı sarıyor. Ortada yer alan masa ve tepeden aşağı inen rahatsız edici loş ışık, soğuk bir sorgu odası niteliği taşıyor. Bu sergi özelinde, “Anıt Sayaç” sitesinde, şiddet sonucu cinayete kurban giden kadınların isimlerinin yıl bazlı dağılımlarının yer aldığı veriler de akışına devam ederek, durumun sürekliliğini vurguluyor.
Son dönem işleri arasında yer alan, Melekler ve Soytarılar serisi ise doğal felaketleri, gelir eşitsizliklerini, tüketim toplumu alışkanlıklarını yani 21. yüzyıldaki, evrensel literatürde de artık yer alan insanlığın nasıl dünyayı mahvettiğini, küresel ekonominin nasıl insanları aç bıraktığını ve teknolojiye yapılan büyük bütçeli yatırımların, dünyaya ve bireylere etkisini, melek ve palyaço gibi figürler üzerinden, toplanan kartpostallara yapıştırarak anlatıyor. “Dünyanın sonuna doğru hızla gitmekteyiz ne yapılabilir?” gibi sorular soran hikâyelerde, kontrast temalarla ironik olarak sorgulanıyor. Örneğin, Ay’a inen astronot görürken bir yandan da zorunlu göçe maruz kalan ve kırık bir köprü üzerinde yürüyen insan topluluğunu aynı çerçeve üzerinde görüyoruz. Başka bir çerçevede ise tanrılar nerede diye düşünürken oluşan hortum gibi doğal felaketleri görüyoruz. Duben’in her zaman üzerinde durduğu bir mesele olan çıplaklık, kadınlık ve kimlik konuları da tüm bu konuların içerisinde, moda ve reklam dünyasına ayrılan bir bölümde yer alıyor. Seçilen kadın ve erkek imajlarındaki pozların gerçek dışı güzellikleri, alay ve trajedi içerisinde sunuluyor. Kartpostalların adeta resim algısı yarattığı bu seri, eğlenceli gözükmesine rağmen ürpertici gerçekliklere kapı aralıyor. Gerçek olaylara dayanan bu kartpostallara yani belgelere eklenen, melek ve soytarı figürleri durumu şaşkınlıkla izliyor. Burada yer alan palyaçolar aslında temsili İpek Duben olarak yer alıyor ve kendisi tüm bu olayların içerisinde dolanıyor. Çerçeveleri saran gösterişli altın varaklı malzeme seçimi de tüketim alışkanlıklarını gözümüze sokuyor ve mekânın duvarlarını sararak izleyiciye sunuluyor.
Yerinden edilme kavramı da, Duben’in sanat yaşamında önemli yer tutuyor. Duben’in tüm işlerinde öne çıkan “öteki”ye bakış burada da pozisyonlanıyor. Zorunlu göçe maruz kalan kişilerin yer aldığı sanatçı kitabı ve enstalasyonun ismini aldığı Farewell My Homeland de, yine mekânın aktif kullanılmasıyla devletler arası sınır algısı yaratıyor. Temel görsel malzeme, tellerle yapılan geçiş niteliği taşıyan bir konstrüksiyon ve neon ışık kombinasyonu, mekânda mültecilerin deneyimlemek zorunda bırakıldığı sınır görüntüleri tadında bir hafıza mekânı yaratıyor. Tellerle kaplanan koridor, izleyiciyi de içine kıstırıyor ve gidilecek zorunlu rota belirlenmiş oluyor. İnsanın aradığı özgürlüğü sunmayacak şekilde ve hatta kişiyi cezalandıracak şekilde insanlığa dayatılan baskıyı işaret ediyor. Tıpkı LoveBook’ta olduğu gibi bir polis istasyonunun da orada yer aldığı hissi ile sorgulama odası izlenimi veren, yalın ve minimal malzeme kullanarak dizayn edilen mekânda, girdiğiniz zaman bir baskı içine girdiğini hissedebilen seyirci/katılımcı, çıkınca da duvarlardaki yazılarla yüzleşiyor. Elveda yurdum diyen, Farewell My Homeland ve bu böyle gelmiş böyle gider anlamını taşıyan One Billion Year. Enstalasyonla beraber sergilenen kitapta ise yer alan belgelerde, insanın kırılganlığını temsil eden ipek malzeme kullanımıyla zenginleşen, fakat dikenli tellere gönderme yapan kitap kapağı ve o kitap için seçilen görsellerde yer alan sınıra doğru yürüyen ve sınırda bekleyen kalabalıklar bulunuyor. Göç konusu ve Duben’in bu konu özelindeki çalışmaları bir süreklilik ile ilerliyor. 2004 yılında üretimine başlanan, 1912 Balkan Savaşları’nın öne çıkmasıyla şekilleniyor fakat bu enstalasyona geçmişten günümüze eklenen durumlar üzerinden bakmak gerekiyor. Göç problemi, devamlılığı olan bir problem olması sebebiyle zaman aşımına uğramanın aksine güncelliğini koruyor. Duben’in in via incognita kitabında portreler, dikiş nakışla işleniyor. Portrelerin isimleri, seyahatleri, tarihleri ve ayrıca insanların gerçek çizimleri yer alıyor. Bu sebeple aslında tüm göç başlığı altındaki eserleri birlikte düşünmek daha anlaşılır kılıyor. Kolektif bellek oluşturan bu işler beraberinde, zorlu durumların arasında sıkışan insanlara bakmaktan öte görmeyi, duymaktan öte algılamayı hedefliyor.
Duben’in, 1991 yılında açtığı sergide yer alan İzler serisi, sanatçının üslup değişimindeki kırılma olarak ortaya çıkıyor. İzler serisini takip eden, Kayıt, Manuscript 1994 ve Suspended ile dönüştürmeye, eklemlenmeye devam eden sanatçının üretimlerinin, beden üzerinden sorgulama yaptığına tanıklık ediyoruz. Tıpkı Farewell My Homeland’de olduğu gibi burada da anlam zenginliği üremeye devam ediyor. Beden aslında hem kendimizle hem de dünya ile kurduğumuz ilişkide bir avatar görevi görüyor. Duben’in yapıtlarında da beden ve ten kavramı, sanatçının kendi çıplak bedeni üzerinden çok katmanlı ve gerçekçi anlamlar barındırarak ortaya çıkıyor. İzler ve Kayıt serilerinde, teni iç ve dış birliktelik üzerinden, mahrem ve kamusal olan arasındaki sınır olarak tanımlayan Duben, Batı - Doğu ikilemi, çıplaklık ve modernite karşısındaki mahremiyet gibi kavramları hem ayrıştırarak hem de iç içe geçirerek çok kültürlü bir yaklaşımla sorguluyor. Duben, kadın kimliğini ikonografiye dönüştürerek hem kendine dair soruları ortaya atıyor hem de kadına dair tüm ahlaki ve dinsel meseleleri irdeliyor. Bu üretim süreci ise İzler serisinden başlayarak Suspended’a kadar ilerliyor. Suspended’da ise artık bu figürler, Duben’den koparak herhangi bir şahsa, bir kadın veya erkek kimliğine dönüşüyor.
İzler ve Kayıt serilerinde, sanatçının kendi bedenini kullanarak, hem tensel hem de tinsel bir çıplaklıkla pozlandırılmış çeşitli stüdyo fotoğraflarının desenleri, jestüel ve lineer çizimler olarak yer alıyor. Beden ve yüzey burada bir protesto ve mücadele alanına dönüşüyor. Anı yakalayarak hapsediyor ve tinsel bir yüzleşme sunuyor. Seçilen renkler, özellikle altın boya kullanımı, İslam mimarisindeki dekoratif motiflerin modern yaklaşımla kurgulanması ve zengin görüntüsü, sanatçının tekniğine dair fikirler veriyor. Figürler, saydam kağıtlara basılıyor ve kalın ve tok boya kullanımıyla deri intibakı veriyor. Canlı bir birey olmak yerine, İslam’da yer alan süslü ve cansız bireyler şeklinde modellenerek var oluyor. Serilerde, sanatçının pozlandırılmış stüdyo fotoğrafları yer alırken, çıplak ama üstü örtük imgeler ortaya çıkıyor ve sanatçının figür kullanımındaki, Rönesans’a dair göndermeler, Soyut Dışavurumcu yaklaşım, Pop Art ve Minimalizm gibi akımlardan beslenen üslubuna dair yaklaşımını ve figür yaratımındaki çok boyutlu üretimine şahit oluyoruz.
İzler, Kayıt ve Suspended serileri ile beraber yer alan Manuscript 1994, sanatçının kutsal kitabı misyonu taşımasıyla mekânın ortasında yere yakın, bize bakar şekilde konumlanıyor. Kitap kapağında, kutsal kitaplarda olduğu gibi altın rengi kullanımı ve tasarımı ile bu fikir güçleniyor. Kutsal kitabın içerisinde, sanatçının kendisinden yola çıktığı beden ve düşünce kalıpları yer alıyor. Bu kutsal kitabı bir özne olarak düşününce, ortada yer alan öznenin etrafında toplanan İzler serisindeki imgeler aracılığıyla bir tapınma ritüeli fikriyle oluşan bir düzenleme karşımıza çıkıyor. Yerleştirmede, duvarlar aracılığıyla etrafını sarmalayan Duben’in çeşitli imgeleri, kutsal kitaptaki kendi öz benliğiyle bütünleşiyor ve biz de kutsal mekâna girerek, o ayine dahil oluyoruz. Burada yer alan iki portre ve iki beden imgesi, İzler ve Kayıt serisindeki görsellerin fotokopisi olarak yer alıyor. Manuscript 1994, aslında 151 plakadan oluşuyor. Bu sergilemede ise imajların dört tanesi bulunuyor. Ayakta duran ve elleri yukarı doğru uzanan beden, teslimiyeti çağrıştırırken, diğer beden yere uzanarak belki de ölümü çağrıştırıyor. Portrelerin ise ön ve yan duruşları, aynı suçluların verdiği ön ve yan pozlar gibi toplumla yüzleşen sanatçıyı temsil ediyor. İslam’da yer almayan figüratif resim, anıtlaştırmamak, figüre tapmamak veya canlandırmaya karşılık, çıplaklığı bu yolla sunarak tezat oluşturuyor. “Suçluyum” algısı ama her ne kadar suçlu olsa da ahlaklı olma vurgusu yer alıyor. Orta Çağ plakaları ve İslam minyatür sanatından referans alan dört cümle barındırıyor. Bu dört cümle ise aslında sanatçının kendi bedenini ve yüzünü kullandığı kelimeler yani plakalar. Burada ritmik ve ahenkli bir düzenleme ile sunuluyor. Hep aynı imgeyi görüyor kanısı verse de, her figürasyon kendine dair farklılıklar barındırıyor. Benzerliğin içerisindeki farklılık ve farklılığın içerisindeki benzerlikle çok katmanlı bir işe dönüşüyor.
Manuscript 1994’ün karşısında yer alan İngilizce ve Türkçe dilleriyle sunulan “the skin on my body” adlı şiiri ise, tenin sembolik olarak yarattığı, ayrışmada iç mekân - dış mekân, ruh ve dünya gibi kavramlarını ele alıyor. Ten, arafta bir yerde pozisyonlanarak, dünün ve bugünün ahlak meselelerine dair hafıza alanı oluşturuyor. “Ben kimim?” sorusunu soruyor. Osmanlı fermanlarındaki emirlerin buyrulması gibi sergilenen şiirde, yer alan ten kavramı ve yerleştirmede kullanılan çıplak imgeler, tüm bu kültürel kısıtlamalar içerisinde yaratılan suçlu algısının özünde, masumiyeti barındırdığı burada da görülüyor. Sanatçının kendini üretmesini; düşünce, inanç ve sembol sistemlerini kullanarak, kimliğine dair soruları, sınır koymadan ve kültürel kaynaklar ekseninde işlediğini görüyoruz. Şiirde, tenin arafta pozisyonlanması ise Suspended serisindeki, imgelerde görülüyor. Figürlerin, filmmatik hâli yani hareket edip etmediği konusundaki belirsizlik içerisinde bir dinamizmle ve lineer bir kompozisyonla aktarılıyor. Kolların yukarıda oluşu isyanı yani teslimiyetin bir isyana dönüşmüş hâlini gösteriyor. İzler, Kayıt, Suspended ve Manuscript, tüm katı sararken, temsil ettiği anlamların tümevarım ile okunması gerekiyor.
Duben’in retrospektif sergisinde yer alan üretimlerde, çeşitli global meseleler ve kriz ortamları, birey ve toplum ölçekli olarak çeşitli enstalasyonlarda işleniyor. Kimlik politikaları ve kültürel sıkışmalar ise özellikle sanatçının desen ve figür çalışmalarında irdeleniyor. Sanatçının öncelikli olarak kendini öne attığı İzler serisinde “Ben Kimim” sorusuyla başlangıç noktası görünür kılınıyor. Bu başlangıç noktası, yıllar içerisinde takip eden diğer serilerle beraber çoğulcu bir anlatım biçimi ortaya çıkarıyor. Mikro ölçekten makro ölçeğe yayılan bir topluluk hem de çok fazla ses barındıran bir topluluğa dönüşüyor. Her bir yapıt, farklı bir konu bağlamında kendi problemlerini aktarırken bir yandan da bütüncül bir tavırla, dünya düzenini işliyor. Öteki kavramı, her daim kendini hatırlatıyor. Belgesel malzeme kullanımının sanat eserine evrilmesindeki titizliği ve serginin küratöryel yaklaşımında, gövde görevi gören mekân kullanımıyla izleyici, onları rahatsız eden konularla yan yana yürümek zorunda bırakılıyor ve bu yöntemle sanat eserleriyle ilişki kurmaları öneriliyor. Bu durum, imgesel bir hafıza mekânı yaratıyor. Duben, özne olarak, kendini nesneleştirerek, bir hakikat yaratmayı ve bu hakikatin başkaları tarafından da anlaşılır olmasını sağlıyor. Öz benliğin sahip olduğu kendini ifade etme ve konumlanma yaklaşımıyla ürettiği bilgi, yeniden ürettiği bilgi ile iç içe geçiyor ve “Ten – Beden – Ben” üçlemesi kimlik ve içerisinde bulunduğumuz kültürel ve toplumsal süreçlerle tamamlanıyor.