Bugün güncel hafıza, hatırladığımız ya da unuttuğumuz şeylerin değişim süreçleri ve işlemlerindeki sekmelerle yeniden üretiliyor. Özellikle İstanbul gibi megalopollerde, neyin nasıl algılanacağına, hatırlanacağına, unutulacağına, speküle edileceğine, dinleneceğine, anlatılacağına, dahil edileceğine ve dışlanacağına çok merkezli ve yaygın bir şekilde müdahale edilip duruluyor.
Bu durumda demansa giren hafıza, istenilen yere odaklanmayı zayıflatan, ancak belirli bir kanala yoğunlaştırarak yöneten ve iç içe geçen akıntılarla git gide daha çok dalgalanıp duruyor. Dalgalar susmuyor.
“ey dinleyenler sorum şudur; hangi dengbej, dalgaların sesini dinleyicilerine ulaştırabilir? Her yerde, her zaman sesleri duyulan dalkavuk dengbej’ler mi? Yoksa seslerinde kuşku, eziklik, tedirginlik ve endişe barındıran, unutulmuş sesleri dinleyicilerine ulaştıranlar mı?”
Bugün unutulması ve hatırlanması beklenen gündelik şeyler yığın. Kısa süreli hafıza kullanım alanı dolmuş. Nöronlar işgal altında. Kafa karışıklığı, ani öfke, tahammülsüzlük, rahatsızlık, agresiflik, mod çalkantıları ile demans ara şoklarla atakta. Düşünebilme ve eyleyebilme yetileri politik, ekonomik ve kültürel “kakofoni” nedeniyle arıza verip duruyor. Hatlar kesik.
Alışılan gündelik ritmin içinde başka bir şey deneyimleme, öğrenme ve yeni öğrenilenleri hatırlayarak ifade etmede çekilen güçlük, giderek birinden diğerine mutasyona uğrayarak bulaşıyor, yayılıyor. Bilişsel kapitalizmin karanlık yüzü dili kullanma yollarındaki işlev kaybı (afazi), beceri gerektiren hareketlerde işlev kaybı (apraksi) ve tanıma işlevlerindeki bozulmayla semptomlarını açığa çıkarıyor.
>
Hafıza, mnemotik yani hatırlamaya yardımcı olan sistemler aracılığıyla depolanıyor. Şeylerin duyu organlarımızla algılanmış olmaları önemli bir vurgu çünkü bir imgeyi ne kadar çok sayıda duyu organımızla algılıyorsak, hafızamızda edineceği yer o kadar kuvvetli ve yerleşik oluyor. Bu nedenle en güçlü anımsamalar, birden fazla duyu organımızla algıladıklarımız, ve hafızada en iyi saklanabilen olgular da dikkatimizi en çok uyaran ve çekenler oluyor.
İlginçtir, hafıza kökünü Arapça “hıfz” sözcüğünden alıyor ve muhafaza eden şey ya da kadın anlamında kullanılıyor. O halde güncel koşullar altındaki hafıza farklı kanallar yoluyla birden çok duyu ile uyarılmada aşırılık ya da yoksunluk deneyimi yaşadığında sekmeye uğrayarak işliyor.
Mnemotik bir teknik olarak mekânsallaştırmayı kavramsallaştıran Pierre Nora, insan bedeni dışındaki hafıza taşıyıcılarını, yani muhafaza eden şeyleri, anlatmak için “hafıza mekanları” kavramını kullanmış. Milli mirasın odak noktalarını oluşturan kültürel hafıza, özellikle modern toplumlarda tarihi oluşturan müze, sergi, kütüphane, heykel, anıt, abide gibi kamusal alanlarda şekilleniyor. Bunların hepsi aynı zamanda hafızanın çökeltileri; birer kalıntı.
Bu hafıza kalıntılarını bugün bir medya arkeoloğu gözüyle incelersek acaba ne gibi bir sanatsal ve kültürel üretim ortaya çıkar?
Nora’ya göre bu hafıza kalıntıları, zaman ve mekâna bağımlı yapıları nedeniyle belli bir mekânda cisimleştirilmelidir. Hafıza kalıntılarının hatırlattığı ve unutturduğu işlemler, içerikler ve süreçler, geçmiş olaylarla b(ağ)ları kurar/bozar. Hatırlama ve unutmanın periyodik ritmi sayesinde zamansallık kazanır.
Nora “Bir grup kimliği kazanmak isteyen her topluluk, kimliklerinin ve öz algılarının dayanak noktası olarak bu tür mekânlar yaratmak zorunda” diyor. Burada topluluk açısından mekân ile kurulan sembolik b(ağ)ların ortaklık ve gruba aidiyet duygularının korunması açısından önemli olduğu ileri sürülüyor.
Oysa mekânla kurulan sembolik b(ağ)lar, Tarde’çı bir deyişle, ait olma değil, gruptaki maddi ve manevi değerlere sahip olma isteği ve inancı ile ilişkilidir. Günümüzde yerinden edilen ve yeni oluşturulan hafıza mekânları, toplumsallığa neden olan bu etkileşim ve aktarım ilişkilerinin yanı sıra belirli değerlere sahip olma isteği ve inancı ile şekilleniyor.
Kuşkusuz sahip olunan bazı değerler kimileri tarafından olumsuz da bulunabiliyor ve karşı-taklite, yani başka tür bir toplumsallığa yönelmeye neden olabiliyor. Örneğin iktidara sahip olmak için grotesk bir zavallılığa adanmışlıkta bir güç görmek, bu güce sahip olma arzusu ile inancını taşımakta bir değer görmek ve bu değere dayalı bir iktidar b(ağ)ı olmak ile hafıza mekânları arasındaki ilişkiler, hafıza kalıntılarıyla birlikte yeniden düşünülebilir.
Sonuç itibariyle sahip olmak istenen ve sahip olunduğu takdirde bir güç kazanılacağına inanılan değerlerin kaydedildiği, saklandığı, depolandığı ve paylaşıldığı “kutsal” hafıza mekânlarının ve hafıza kalıntılarının sembolik olarak nasıl yeniden üretildiği, bugün yaşadığımız demans ve hafıza sekmeleriyle birlikte kültürel ve sanatsal üretim bakımından güncel bir nitelik sunuyor gibi duruyor.
Bu konuyla ilgili olarak Nora ayrıca hafızanın kullanım biçimiyle değer kazandığını belirterek, hafıza mekânlarının anımsanan şeyler olmadığını, hafızanın mayalandığı yerler olduğu tespitinde bulunuyor. O halde bugün hafızanın mayalandığı yerleri oluşturma süreçleri ile işlemlerine acaba güncel sanat aktörleri nasıl dahil oluyor ve müdahale ediyor?
> >
Güncel kentsel hafıza, toplumsal hafıza ile iç içe geçmiş bir niteliğe sahiptir. Halbwachs’a göre toplumda yaşayan insanların anılarını yerleştirebilecekleri ve dilediklerinde yeniden bularak kullanabilecekleri tek hafıza türü toplumsal hafızadır. Burada kaydeden, depolayan, yerleştiren, yeniden kullanan ve dolaşıma sokarak eylemde bulunan bir fail olma söz konusu.
Şunu özellikle belirtmek gerekir ki, toplumsal hafıza bireyler yoluyla kurulmuyor. Toplumsal hafıza, varlığını hafıza mekânları ve anma pratiklerine dayanan etkileşimler ve aktarımlar aracılığıyla sürdürüyor.
Uğraştığımız soruyu tekrar edelim:
Çeşitli hafıza mekânları ve anma pratikleriyle gerçekleştirdiğimiz etkileşimler ve aktarımlar yoluyla başka bir hafıza yaratma sürecine acaba hangi işlemler ile açılıyoruz?
Burada bir tür “medya-oluş” halinden bahsettiğimizi vurgulamalıyım. Yani bir şeyleri aktarırken, iletirken ve naklederken tekrar ederek yeniden ürettiğimiz ve dönüştürdüğümüz unsurları fark edebilmemiz, aynı zamanda nasıl bir hafıza yapmaya –bazen ister istemez – b(ağ) olduğumuzu da bize yansıtıyor.
Bir kentin hafızasının dinamik bir şekilde dönüştürülmesi, çeşitli grup veya toplulukların ortak kimlik inşasına, varsayılan ve kurgulanan ortak geçmiş referanslarına, ve böylelikle geçmiş ile şimdiki zaman arasındaki devamlılığı kavramanın aracılığına bağlıdır.
Zamansal devamlılığın sekteye uğraması ise akışta bir sorun, hatta yönetilemeyen bir kriz olarak kavranıyor. Hafıza oluşturanların birliğindeki yarılmalara ve parçalanmalara neden olan bir engel olarak bu sekmelerin ve kopuşların frekansının artmasıyla birlikte bugüne kadar hakim olan kültürel, siyasi ve ekonomik devreler bozulmaya başlıyor.
Oysa bana kalırsa bir diğer mesele, bugüne kadar hakim olan kültürel, siyasi ve ekonomik devrelerin bozulması ya da yarılmalara ve parçalanmalara yol açan hafıza sekmeleri değil, hafıza yapma sürecinin ve işleminin manipüle ve işgal edilerek yeniden tahakküm edilmesidir.
Trolleme ve hackleme pratiklerinin mal edinilmesiyle bugün namlu yine tersine dönmüş durumda. Tetik çekilmiş. Günümüz çilecisi için sürekli kaçmak ve kaçış çizgilerinin de izlerini yok etmek gerekiyor.
Buradan bir kentin hafıza dönüşümünün, hafıza mekânları ve anma pratiklerine dayandığına tekrar bir ilmek atacak olursak, tahakküm eden tarafından mal edilen bu trolleme ve hackleme pratikleri ile birlikte çalışarak (ve onu yeniden ters yüz ederek) nasıl başka tür bir hafıza yaratılabileceği meselesi, güncel kültürel demans ve hafıza sekmeleri bakımından yanıtlanması gereken bir soru olarak karşımıza dikiliyor.
Tabii bu noktada faşizmin, tarihin mutlak gerçekliğini öne sürerken hafızanın ve hafıza mekânlarının kutsallığını her zaman yücelttiğini unutmamak gerekiyor. Faşizm tarih yaratmak için, kültürel hafızayı her zaman etkin bir şekilde oluşturmaya girişmiştir. Afişler, sergiler, müzeler, oyunlar, arşivler ve anıtlar gibi görsel sanatın pek çok aracı kullanılarak ya da yıkılarak bir hafıza yaratılmıştır.
O halde hafızanın devamlılığının sekmesi ve anma pratikleriyle gerçekleştirdiğimiz etkileşimler ve aktarımlar yoluyla kültürel ve sanatsal üretim bugün acaba başka türlü nasıl yapılabiliyor?
Erdal İnci’nin tekrar ilkesiyle çalıştığı bir yeni medya formu olan GİF’ler kültürel demans ve hafıza sekmelerine dayalı sanatsal üretimin en önemli örneklerini sunuyor.
Işık ve hareket katmanlarının frekansındaki tekrarlar ile oluşturulan hipnotik akışlar çeşitli yoğunlukları, hacimleri ve formları algılanabilir kılıyor. Hafıza sekmeleri nedeniyle unuttuğumuz ve akılda tutmadığımız gündelik hayatın mikro parçacıkları ile düzenli ve aksak ritmli sekanslar oluşturan İnci, hem yaşadığımız anı nasıl deneyimlediğimizi hem de bu deneyim aracılığıyla yarattığımız dönüşüm dizilerinin farklı formlarını yeniden sunuyor.
İncinin çalışmaları için bir karşı-hafıza oluşturuyor denemez sanıyorum. Foucault için “karşı-hafıza” (counter-memory), tarihsel devamlılığın resmi versiyonlarına karşı koyan kalıntısal ve baskılanmış anlatıları içeriyor.
Hafıza ve karşı-hafıza arasındaki ikilikle kesişerek diyebiliriz ki, kültürel üretimle iç içe geçen tarih yazımının pozitivist mantığı ve farklılaşan hafızaların kurduğu çeşitli b(ağ)lar içinde önemli olan, tarihin ilerlemeci totaliterlik iddiasını bozan ve yerle bir eden gündelik ve anlık deneyimleri, hikâyeleri, jestleri, sesleri, suskunlukları, olayları ve anlatıları gündeme getirerek egemen tarihin sakladıklarını dipten kazıyan, yüzeye çıkaran ve sorgulayan emektir.
Dolayısıyla İnci’nin çalışmaları, kültürel demans ve hafıza sekmeleri ile birlikte çalıştığı için belki de dolaşımdaki dinamik bir tür hafızanın çeşitli karşılıklarına denk düşüyor.
Hafızanın mayalandığı yerler olarak GIF’ler, tekrara dayanan yapısı ve tekrarlar arasında çıkan minör bir farkı akışlar içinde algılanabilir kılması bakımından güncel sanat içinde bu nedenle en dikkat çeken formlardan biri bugün. Yıllar önce de yine tekrarlar ve hafıza kalıntılarıyla gerçekleştirilen bir örnek olarak temsil tiyatrosunun karşısında konumlandırılan Tekrar Tiyatrosu yaklaşımından bahsetmiştim.
Öte yandan bir de şunu vurgulamak gerekir ki, “toplumsal hafıza” derken yalnızca insanlardan değil, sel basmış bir ana caddede neye uğradığına şaşıran kedilerle, yerinden edilmiş bir sinema, pastane ya da bir kitapçıyla, işgal edilen bostanlarla, pavyon ışıklarına bezenmiş köprülerle, bir ıssıza terk edilmiş köpeklerle, Kuzey Ormanları’nda yollarını şaşırmış leyleklerle, kaybolan tohumlar, malzemeler ve tariflerle, kimyasal poşetin içine tıkılmış çay taneleriyle, adanın yükünü taşımaktan ölen atlarla, HES’ler nedeniyle kuruyan ve kurutan derelerle, asfalt yarığında inadına açan o çiçek ve ağaçla, kelebek korselerle ve hortumlamayı öğrenmiş bir kent coğrafyasıyla kurulan etkileşim ilişkilerinden de bahsediyoruz. Onların yaşadığı demans ve hafıza sekmelerinden de...
Sürekli uğranan felaketlerin tekrarı, ancak seslerin, imgelerin ve sözlerin başka dalga hareketleri ve frekansları yaratan tekrarlarıyla hatırlanabilir ve unutulabilir.
Ancak çoğunlukla görüyoruz ki, toplumsal hafızanın hem bir parçası hem de üreteni olarak, güncel sanat aktörleri hafıza mekânlarının ve anma pratiklerinin tahribatına dair nostaljik ve romantik yakınmalara, şikayetlere, söylenmelere ve sızlanmalara dayalı kayıp dalgaları içinde boğulabiliyor ve boğabiliyor.
Güncel sanat aktörlerinin sürekli hakim akıştaki devamlılığı ve kopuşu vurgulamaktan ibaret kalması ve kendi ağıtını yakamaması, güncel hafızanın yapılma süreci ve işlemlerine müdahil olamamasına ve tahakküm edenin yönetimine karşılık kendi yönetme gücündeki yetersizliği yüceltmede bir değer bulmaya karşılık geliyor.
Üstelik bu işlem, kendisinden daha alt seviyede gördüğü bir diğerine kendi güçsüzlüğünü yüklemek suretiyle gerçekleştiriliyor. Şiddeti tekrar eden bu taşeron b(ağ)lar, demans ve hafıza mekânlarının sekmelerle dönüşmesi sürecinde görüyoruz ki daha fazla klonlanıyor, çoğalıyor ve yayılıyor.
Bu durumda mevcut olanı yeniden tekrar ederek ve başka olanı yok sayarak, ona direnerek ve onunla ilgilenmeyerek, manipüle edilmeye, trollenmeye ve hacklenmeye (yakınarak, söylenerek, şikayet ederek ve eski kodlarla üretmeye çalışarak) tabi olmayı seçmiş, ve bu teslimiyette bir değer de bulmuş olunuyor.
Dahası, güncel sanat aktörlerinin kendi ağıtını yakmak bir yana (bazen işiyle de ortaya koyduğu) tepkisel üretimiyle tam olarak ne yarattığı, neyi yeniden ürettiği ve paylaşım yollarını çoğaltıp çoğaltmadığı soruları geri plana atılıyor. Tahakkümün yol açtığı şiddet arttıkça, zulüm savuruyor. Hafıza tekrar tekrar sekteye uğruyor. Ağıtlar yitiyor. Demans atakları sıklaşıyor.
Bu savrulma, daha önce Çağdaş Sanat ve Faşizm: Meydan Okuma ve Alkışlar Arasında yazımda da tartıştığım üzere, oryantalizme bulanmış hayırsever, müşfik ve “iyi niyetli entelektüellerin” taklit edilmesine ve atalete neden olan bir ortamın sürdürülebilmesini sağlıyor. Bu da tahakküm edenin yönetebilmesini sağlayan b(ağ)lardan biri.
Oysa biz niyetlerle değil, muhabbeti ve dostluğu pekiştiren eylem yollarının nasıl çoğaltılabileceği ile ilgileniyoruz. Bu nedenle kültürel demans ve tekil hafıza sekmeleriyle karşılaşıldığında ifadeyi mümkün kılabilecek alanlar ve anlar yaratmak, yol vermek önemli.
> > >
Kişisel hafızanın nasıl oluşturulduğuna baktığımızda ise anımsanan ve unutulan şeyin kişisel deneyimlere dayandığını görürüz. Bu aynı zamanda unutulan ve hatırlanan şeylerin, kişisel geçmiş b(ağ)larına yerleştiğini de bize gösteriyor. Bu nedenle mesele çoğu zaman yalnızca unutulan ya da hatırlananların ifade edilebilmesi değil, kişisel deneyimlerle sıkı ilmekler atılmış ifade edilemeyen unsurların hangi değerlerle bağlanarak mübadeleye ve dolaşıma sokulduğunun açığa çıkarılmasıdır.
Nitekim algı nesnesiyle geçmişte karşılaşmış olmak, onu bir şekilde deneyimlemiş olmak ve o deneyimi yaşatan bir algı nesnesini ikame etme becerisini kullanmak yaratıcılığa açılmayı da sağlar.
Bu karşılaşmalar, alışkanlığı ve farkında olmadan yaptığımız eylemleri gerçekleştirmemizi sağladığı için aynı zamanda nasıl başka tür bir hafıza yaptığımızı da bize gösteriyor. Füsun Onur’un “Tekir’e Ağıt”ı tam da bu tekil ağıtların ve kendi ağıtını yakabilmenin karşılığını bizimle paylaşmıyor mu? Ya da Kaan Müjdeci’nin şu anda 71. Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan için yarışmaya seçilen filmi “Sivas” için Nekropsi’nin yazdığı “Kış Kış” bir türlü tutulamayan bir yasın ağıtını bizimle paylaşmıyor mu? Önce dostluk kuran ve sonrasında dövüşe tutulanların ergenlik hallleri, bize büyürken nasıl da bir şiddetin içinden geçtiğimizi yeniden sunmuyor mu?
Muhafaza edilen “Alışkanlıklar uygun durumlarda eyleme geçmek için çağrılmayı bekleyen hazır beceriler” olduğuna göre alışkanlıkların hafıza yoluyla canlı tutulması ve güncellenmiş halleriyle gerektiğinde kullanıma sokulması, direnişin yönetilebilmesini sağlayan politik bir mesele haline geliyor.
Bu durumda akılda tutma, unutmaya karşı bir direniş eylemine dönüşüyor. Unutma da bir o kadar belirli şeylerin tekrar koşuluyla hatırlatılmasına direnmekle mümkün olabiliyor.
Geçmiş, bu haliyle, unutulduğunda ölüme benzetiliyor. Geçmişin unutulması, ölümü çağırdığı için bu unutma deneyimini yaşatan, yok sayılabiliyor, dışlanarak baştan savılabiliyor ve defedilebiliyor. Bu durumda ise ölen yalnızca dostluk ve muhabbete dayalı etkileşim ilişkileri ve aktarım yolları oluyor.
Hermes, oğlu Ethalides’i ölümsüz kılmak için ona hiç bozulmayan bir hafıza veriyor. Peki acaba tufanın geleceğinden haberdar olan çocuk, babasına hiç bozulmayan bir hafızayı nasıl verebilir?
Ölüleri hafızalarını yitirmiş olarak sayanlar da var, hakikati bilen olarak da... Örneğin Platon’a baktığımızda anımsamak öğrenmekle ilişkilendiriliyor. Ruh, idealar evreninde hakikatin bilgisine kavuştuğu için bu dünyada onları yalnızca hatırlıyor. Dolayısıyla bu dünyada öğrenmek, hatırlamanın kendisi haline geliyor.
Platon, Phaidon diyalogunda “Unutmuş olanlar için anımsama bir erdemdir ama yetkin bir hafızaya sahip olanlar, hiçbir zaman gerçeğin görüntüsünü yitirmezler ve onu anımsamaya gereksinimleri yoktur” diyerek hafıza, akılda tutma (mneme) ve anımsama (anamnesis) arasındaki farka dikkat çekiyor.
O halde hafıza sekmeleri ile kültürel demans yaşayanlar cehalet, kölelik, tutsaklık ve ölümle hep burun buruna kaldığı için sürekli unutma ve anımsama eşiklerinde yaşadığını aklında tutmak suretiyle var oluşu hissedebiliyordur belki de.
Bu nedenle çağrışım ve andırma gibi b(ağ)lar, hafızada ne kadar hızlı ve yoğun bir şekilde etkileşim ilişkileri oluşturuyorsa kısa süreli hafıza kullanım oranı da bir o kadar artıyor. GIF’leri bu nedenle örnek gösteriyorum.
Dolayısıyla şu ya da bu şekilde her anımsama, bir unutmayı içeriyorsa, anımsamanın ön koşulu da unutma, hatta hakikatin bilgisinin unutulması ise, belirli şeylerin sık aralıklarla unutulması koşuluyla hakikatin bilgisine erişebileceği kanısı Platonik kalıyor.
Bu durumda karşılığı sorgulanmayan bir aşktan haberdar olan çocuk, unutmayı sorun etmek yerine tufanı yaşamakta ve tufana şahit olmakta inandığı ve istediği bir değer bulabiliyor. Bu değer ancak bir diğeri tarafından sahip olunası bir güç olarak görüldüğü takdirde başka bir dönüşüm yaratabiliyor. Bir dalga oluşturabiliyor.
İşte bu nedenle kültürel demans ve hafıza sekmeleri bakımından şahitlik ve şehitlik arasındaki b(ağ) bozumu zamanı gelmiştir belki de...
Şehit, hakikatin bilgisine doğrudan şahitlik eden sayılıyor. Kendini kurban etmek ve feda etmek koşuluyla adalete ve daha yüksek bir statüye kavuşan. Ancak şehit olabilmek ve şehitliğe atfedilen değere sahip olarak güç kazanabilmek için şahitlik ve şahitler arasındaki etkileşim/aktarım b(ağ)ları gerekiyor. Geçmişteki olaylar her zaman tam olarak hatırlanamayacağı ve olaylara doğrudan şahit olabilme olanakları giderek kısıtlandığı için toplumsal bir eylem olan şahitlik ve şahitlik etkileşim/aktarım ağlarının nasıl işlediği günümüzde giderek önem kazanıyor.
Burada ilginç olan aslında hiç şahit olunmayan olayların hafızasının da kişisel deneyimlerle bağlanarak bellenebilmesi ve aktarılabilmesidir. Dolayısıyla şehitlik ve şahitlikle ilgili etkileşim ve aktarım b(ağ)larından bahsederken bireye iktidar tarafından atfedilmiş spesifik bir medya işlevi bulunduğuna bir kez daha dikkat çekmek istiyorum.
Sanatçı ve sanat eleştirmeni de kurduğu etkileşim ilişkileri yoluyla unutulmaktan kurtulmuş olan olayın hafızasını aktarmakla, nakletmekle ve taşımakla yükümlü kılınıyor. Belirli bir grubun içinde işlev sahibi olarak araçsallaştırılmaya rıza göstermek zorunda bırakılmakta, iktidarla kurduğu b(ağ)lar nedeniyle bir güç görebiliyor. Dolayısıyla baskıcı, dayatmacı ve zorlamacı olan, tam da aktarım ve etkileşim süreciyle birlikte arzulanan ve inanılan değerlerle ilişkilendirildiği için siliniyor, inkar edilebilir hale gelebiliyor. Çünkü bir hafıza taşıyıcısı olarak kendini kurban ve feda eden o, iktidarın şehitlik ile birlikte önerdiği güce sahip olmak, o gücü kendine mal etmek istiyor.
Dolayısıyla geçmiş, olduğu gibi korunamayacağı için geriye daima geçmişi anlatan hafıza kalıntıları ve hafızanın mayalandığı yerler olarak bir anlatı ve hikâye kalıyor çünkü artık anlatılan bizzat şahit olunmuş olay değil, olayın hikâyesinden ve hikaye kesitlerinden ibaret kalıyor. Kendini bir şekilde kurban olarak betimleyen ve feda edenlerin arasındaki bu etkileşim ve aktarım b(ağ)ları ile hangi değerlerin vurgulandığı ve mübadele edildiğine bakmak gerek.
Diyeceğim: Olayın kendisinden çok hikayesine ve hafıza sekmelerine şahit olmak, bireyin olayın hafıza sekmelerini ve hafıza kalıntılarını hakikat saymasına ve kendisinin de olaya şahit olduğu yanılsamasına dayanıyor. İktidar b(ağ)ına katıldığı için etkileşim ilişkilerindeki yanılsamayı bir gerçeklik saymakta bir güç bulan birey, kendisine atfedilen hafıza aktarma işlevini gerçekleştiren bir medya atığına dönüşüyor.
Sanatçının ve sanat eleştirmenin işlevi bu noktadaki çatallanmanın arasında kalıyor. Kendi hikayesini yaratmak ve verili hikaye ya da hafıza kalıntısını kendi deneyiminden süzerek, hem kendini verili bir şekilde kodlamak, hem de iktidarın şehitlik ile inşa ettiği politik ekonomik tahakkümü sürdürmeye ve yüceltmeye aracı olmak arasındaki çatallanma...
Demans ve hafıza sekmeleriyle birinden diğerine sıçrayarak hikaye ve hikaye parçacıklarının izini sürebilmek, b(ağ)lar kurmak ve bozmak, ve bu akışa kendini kaptırarak üretimini bu süreç içinde gerçekleştirmeyi becerebilmek, günümüz sanatçısının ve sanat eleştirmeninin gündelik deneyiminin bir parçası olmak durumunda gibi duruyor.
Günümüz sanat işleri açısından şahit olma ya da deneyimleme olanaklarını şeffaflık, katılımcılık ve açıklık gibi performatif unsurlar ve çeşitli süreçler/işlemler yoluyla kurgulayarak çoğaltmak, aslında mahremden ve mahremiyetin korunmasından daha çok önem kazanıyor. Çünkü ilki kaynakların açık bir şekilde kullanılmasına ve paylaşılmasına olanak sağlayan muhabbete dayalı etkileşim ilişkileri yaratmanın yollarını çoğaltma peşindeyken, diğeri iktidarın güvenlik üzerine inşa ettiği dayatmacı tahakküm söyleminin işlemesine aracı oluyor.
Öte yandan son olarak belki de geçmişi sonraki kuşaklara aktarılacak bir hazine olarak değil, bir enkaz olarak gören Walter Benjamin’in, kültürün sürekliliğini oluşturan değerleri değil; “tüketilmiş, bir kenara atılmış, maddi temelini yitirmesine rağmen –tam da bu yüzden– son kez ışık saçan, bu ışığın aydınlığında bütün imkanlarıyla son bir kez beliriveren şeyleri”, yani kültürel hafıza artıklarını toplayarak çalıştığını vurgulamalıyız.
Zira görüyorum ki küçücük anlarda ve alanlarda yaşanan demans ve hafıza sekmeleriyle birlikte çalıştığımız zaman belki de son kez ışık saçan ve bu ışığın aydınlığında bütün imkanlarıyla ansızın beliriveren, sesinde kuşku, eziklik, tedirginlik ve endişe barındıran diğerinin hafıza kalıntılarını dinleyebilmeye de açılıyoruz. Böylelikle onda da hikaye anlatıcılığı hediyesinin ortaya çıkma ve paylaşılma olasılıklarını çoğaltmış oluyoruz. Yoksa faşist bir iktidarın kurban ve feda hikayelerinin yavan tekrarlarına ve kakofonisine maruz kalan uyurgezerler gibi o unutulmuş aşklara varmadan habire göç veriyoruz.