Her şey nasıl başladı?
Mixer’deki ArtLab ile Mehmet (Kahraman, sanatçı ilişkileri sorumlusu) ilgileniyor. Ortak bir tanıdığımız var, bana da kendi ilişkilerini kullanarak bu şekilde ulaştı. Bu proje için uygun ve güzel olabilecek 4-5 sanatçı ile iletişime geçti, bunlardan biri de bendim. Bana bir e-posta atarak sordu, ben de İstanbul’da iki hafta geçirme fikrini güzel buldum. Ona önerimi yolladım, hoşlarına gitmiş olacak ki buradayım. Istanbul’a ilk gelişim, dolayısıyla çok heyecanlıyım.
Burayı sevdin mi?
Evet, kesinlikle! Çok, çok sevdim. Hala da seviyorum. Hala gitmek istemiyorum!
İşlerini hiç bilmeyen birine sanatsal üretimlerini nasıl anlatırdın?
Ben heykel eğitimi aldım. Ama aynı zamanda fotoğraf çekiyorum, genelde mimari fotoğraflar. Fotoğrafı objeler ve enstalasyonlar için birer şablon olarak kullanıyorum. Burada, Art Lab’de gördükleriniz de bunlar. Etrafta geziniyorum ve çevrenin fotoğraflarını çekiyorum, göğü fotoğraflıyorum ve binaların oluşturduğu formları kaydediyorum. Bunları kesiyorum ve başka materyallere dönüştürüyorum. Iki boyutlu şeyleri, yani bu şablonları, fotoğrafları, düz şeyleri üç boyuta taşımak ilgimi çekiyor. Onları uzayda varolan materyaller haline getiriyorum. Hem de bunu en kolay şekilde yapmayı seviyorum, bir
şeyleri kesmek, bükmek, esnetmek yoluyla yani. Bu şekilde bir anda üç boyutlu nesneler oluyorlar. Örneğin burada kağıttan yaptıklarım var: katlayıp geri açtığım için artık bir hacimleri var.
Dolayısıyla, ArtLab için bir şablon olarak bir daktilo kullanmaya başladım. Dilin yalnızca bir araç olması fikri bana güzel geldi, ben de bunu sonunda ortaya üretimlerin çıkacağı bir araç olarak kullanmak istedim. Sonuç olarak bir şeyler çizer gibi kullanmaya başladım daktiloyu. Işlerimde gördüğünüz gibi, kağıtları katlayarak daktiloda yazıp açtığım zaman dilin artık yazı ile ilişkisi kalmıyor. Artık o kullanabileceğiniz bir şey, tek tek kelimeler veya tek tek harfler ile yapabileceğiniz bir şey haline geliyor. Sonrasında daha da soyuta gidebileceğimi farkettim, yani yazının içeriğiyle değil de, sadece yazının yazı olması ile ilgilenmeye başladım. Aklıma Türkçe’yi kullanma fikri geldi, Almanca şiirler yazmak için Türkçe harfler kullanma fikri diyebiliriz. Istanbul hakkında yazdım; şehirde gezindim, gördüklerim, gözlemlerim, izlenimlerim ve duygularımla ilgili düşündüm ve Almanca kısa şiirler yazdım. Bunları Mixer’deki Serhat’a okudum ve o fonetik olarak duyduklarını Türkçe harflerle yazdı. Bana bir daktilo buldular ki ben duyduklarımı Türkçe alfabeyle yazabileyim. Dolayısıyla, eğer benim yazdıklarımı okursanız, aslında Almanca okuyor oluyorsunuz. Yani eğer bu şiirleri Alman birine okursanız, sizin dediklerinizi anlayacaktır. Benim dilimdeki bazı sesler Türkçe’de olmadığından dolayı bazen zor olabilir, belli bir aksanla da konuşuyor olursunuz elbette, fakat yine de gerçekten anlaşılır bir Almancayı seslendiriyorsunuzdur. Almanca veya Türkçe bilmeyen kişiler için ise bu hala sadece bir araç ve görsellik daha ön planda. Kağıdı
katladığımda ve tekrar katladığımda, veya açtığımda, bu görsel bir araç ve gittikçe daha da soyutlaşıyor. Aslında fotoğraf şablonlarını kullanmamla aynı şey. Soyut biçimler.
Yani karşıt alan kullanıyorsun?
Örnek olarak, evet. Bazen de binaların farklı kısımlarını kullanıyorum. Ama asla şablon olarak kullandığım fotoğrafı ve üretimin kendisini bir arada göstermiyorum. Fotoğrafı çekme eylemi çok kısa bir an. Fotoğrafladığım şeyler ise genelde maddesel değil, bir ışık, veya ters alan, veya binanın gölgesi. Hiçbirinin maddesel bir değeri yok. Bunları kesip kullandığımda ise bu maddesel olmayan şeylerle çalışmak beni mutlu ediyor. Genelde bu tür negative formlarla çalışıyorum.
Fakat pozitif formlarla çalıştığım da oluyor. Companion (Yoldaş) isimli bir serim var örneğin. Artık şeylerle yolculuk ediyorum, artıkları yanımda taşıyorum ve bunları belgeliyorum. Onları elimde tutuyorum ve yoldaş olarak adlandırıyorum. Benimle beraber seyahat eden bir yol arkadaşı o, ama aynı zamanda o fotoğrafları çeken kişi de benim yoldaşım. Bu artık malzemeyi, o görüntüde bir şeyleri kapatmak için, kesmek için de kullanıyorum. Bu maddesel – maddesel olmayan cut-out’lar ilgimi çekiyor. Yuvarladığım, büyük üç boyutlu işlerim için de aynı prosedür geçerli. Basit şeyler yapmayı seviyorum. Rulo haline getirmek, katlamak, üstüne bir şeyler çizmek veya esnetmek gibi. Bu sayede orijinal işler haline de geliyorlar. Çünkü biliyorsunuz, herhangi bir çıktıyı sonsuz üretebileceğiniz gibi, benim şablonlarımı da sayısız kere üretebilecek lazer kesim makinaları var. Aynı fotoğraf gibi. Ama bir şeyi rulo yaptığınız an ona kendi el emeğinizi veriyorsunuz, ve üretim özgün bir işe dönüşüyor.
Üretimlerinin isimlerini neye göre seçiyorsun?
Hepsi mekanlardan yola çıkarak oluşuyor. Örneğin fotoğrafı çektiğim sokağın adı. Bazen o görseli nereden çetiğimi hatırlayamıyorum, ama örneğin oranın bir arka bahçe, bir çıkmaz sokak olduğunu biliyorum ve ismini de o şekilde
koyuyorum. Böyle bir sürü işim var. Çünkü üretimde hala o şablona ait bir şeyler, bir referans olmasını istiyorum. Metinlerle ilgili konuşurken bahsettiğim form olayı da bununla aynı. Rastgele kelimeler, cümleler yazmıyorum; bir metin oluşturuyorum, dolayısıyla hala arka planda ayrı bir anlam var. Bir şeyler yansıtıyor. Açık seçik görülmese de baz alınan bir şeylerin olması hoşuma gidiyor.
Avrupa ve Asya yakalarını anlatan bir şiirim var. Bir yakayı daha yeşil, birini daha sarımsı; birini daha sakin, birini daha hızlı, sesli ve telaşlı bulduğumu anlatıyor bu. Bir başka şiirim de ilk günlerimde hissettiklerimle ilgili. Kendimi kaybolmuş hissediyordum, çok zordu; hava, zaman değişmişti ve resmen fazla izlenimden patlayacak gibiydim. Kayıp hissediyordum ve bu duygu ile ilgili yazdım. Şehir çok gürültülü ve fazla telaşlı, nemden, tozdan ve sıcaktan nefes alamıyormuş gibi oluyordum bazen. Koşmak istiyordum ama bu sefer de adımlarıma dikkat etmem gerektiğini hatırlıyordum.
Açık stüdyo konusunda ne hissediyorsun? Herkesin gözleri önünde sanatsal pratiğini sunmak hoşuna gidiyor mu?
Evet ve hayır. Tophane Artwalk’un açık pazarında çok güzel bir gün geçirdim. Gelen bütün insanlar çok açık fikirli ve iyilerdi. Bazıları sanatçıydı, ve uzun uzun konuşma fırsatımız oldu. Birçok fikir ve önemli kritikler aldım işlerimle ilgili, çok keyif aldığım bir gündü. Diğer günlerde ise insanların kafası burayı, bu masayı ve duvarımı görünce karıştı sanırım. Çünkü özellikle ilk başlarda böyle değildi, neredeyse hiçbir şey yoktu. Iki tane küçük çerçeve getirmiştim başlangıç olarak. Ne tür şeylerle ilgilendiğimi gösteriyorlar biraz: fotoğraf ve lisan ile çalışmak. Bir tanesi bir ev ve gölgelerini gösteren bir fotoğraf. Genelde çok büyük işler üretiyorum, buraya ise küçük olan işlerimden getirmek ihtiyacı duydum, çünkü bir yerden başlamak gerekiyordu. Duvara bir şey koyayım da, sonradan ne ortaya çıkacağını görürüz diye düşündüm. Duvara bir şeyler asarak başladım, çoğunlukla çektiğim fotoğrafların çıktılarıydı. Bu kadar basit. Burada oturup çalışmadığım sürede ise insanları inceledim. Ama genel olarak insanlarla konuştuğum zaman açık ve ilgililerdi, ArtLab fikrini de sevdiler. Burada olmak ilginç, çünkü bir anlamda kendimi sahnede hissediyorum.
koyuyorum. Böyle bir sürü işim var. Çünkü üretimde hala o şablona ait bir şeyler, bir referans olmasını istiyorum. Metinlerle ilgili konuşurken bahsettiğim form olayı da bununla aynı. Rastgele kelimeler, cümleler yazmıyorum; bir metin oluşturuyorum, dolayısıyla hala arka planda ayrı bir anlam var. Bir şeyler yansıtıyor. Açık seçik görülmese de baz alınan bir şeylerin olması hoşuma gidiyor.
Avrupa ve Asya yakalarını anlatan bir şiirim var. Bir yakayı daha yeşil, birini daha sarımsı; birini daha sakin, birini daha hızlı, sesli ve telaşlı bulduğumu anlatıyor bu. Bir başka şiirim de ilk günlerimde hissettiklerimle ilgili. Kendimi kaybolmuş hissediyordum, çok zordu; hava, zaman değişmişti ve resmen fazla izlenimden patlayacak gibiydim. Kayıp hissediyordum ve bu duygu ile ilgili yazdım. Şehir çok gürültülü ve fazla telaşlı, nemden, tozdan ve sıcaktan nefes alamıyormuş gibi oluyordum bazen. Koşmak istiyordum ama bu sefer de adımlarıma dikkat etmem gerektiğini hatırlıyordum.
Açık stüdyo konusunda ne hissediyorsun? Herkesin gözleri önünde sanatsal pratiğini sunmak hoşuna gidiyor mu?
Evet ve hayır. Tophane Artwalk’un açık pazarında çok güzel bir gün geçirdim. Gelen bütün insanlar çok açık fikirli ve iyilerdi. Bazıları sanatçıydı, ve uzun uzun konuşma fırsatımız oldu. Birçok fikir ve önemli kritikler aldım işlerimle ilgili, çok keyif aldığım bir gündü. Diğer günlerde ise insanların kafası burayı, bu masayı ve duvarımı görünce karıştı sanırım. Çünkü özellikle ilk başlarda böyle değildi, neredeyse hiçbir şey yoktu. Iki tane küçük çerçeve getirmiştim başlangıç olarak. Ne tür şeylerle ilgilendiğimi gösteriyorlar biraz: fotoğraf ve lisan ile çalışmak. Bir tanesi bir ev ve gölgelerini gösteren bir fotoğraf. Genelde çok büyük işler üretiyorum, buraya ise küçük olan işlerimden getirmek ihtiyacı duydum, çünkü bir yerden başlamak gerekiyordu. Duvara bir şey koyayım da, sonradan ne ortaya çıkacağını görürüz diye düşündüm. Duvara bir şeyler asarak başladım, çoğunlukla çektiğim fotoğrafların çıktılarıydı. Bu kadar basit. Burada oturup çalışmadığım sürede ise insanları inceledim. Ama genel olarak insanlarla konuştuğum zaman açık ve ilgililerdi, ArtLab fikrini de sevdiler. Burada olmak ilginç, çünkü bir anlamda kendimi sahnede hissediyorum.
koyuyorum. Böyle bir sürü işim var. Çünkü üretimde hala o şablona ait bir şeyler, bir referans olmasını istiyorum. Metinlerle ilgili konuşurken bahsettiğim form olayı da bununla aynı. Rastgele kelimeler, cümleler yazmıyorum; bir metin oluşturuyorum, dolayısıyla hala arka planda ayrı bir anlam var. Bir şeyler yansıtıyor. Açık seçik görülmese de baz alınan bir şeylerin olması hoşuma gidiyor.
Avrupa ve Asya yakalarını anlatan bir şiirim var. Bir yakayı daha yeşil, birini daha sarımsı; birini daha sakin, birini daha hızlı, sesli ve telaşlı bulduğumu anlatıyor bu. Bir başka şiirim de ilk günlerimde hissettiklerimle ilgili. Kendimi kaybolmuş hissediyordum, çok zordu; hava, zaman değişmişti ve resmen fazla izlenimden patlayacak gibiydim. Kayıp hissediyordum ve bu duygu ile ilgili yazdım. Şehir çok gürültülü ve fazla telaşlı, nemden, tozdan ve sıcaktan nefes alamıyormuş gibi oluyordum bazen. Koşmak istiyordum ama bu sefer de adımlarıma dikkat etmem gerektiğini hatırlıyordum.
Açık stüdyo konusunda ne hissediyorsun? Herkesin gözleri önünde sanatsal pratiğini sunmak hoşuna gidiyor mu?
Evet ve hayır. Tophane Artwalk’un açık pazarında çok güzel bir gün geçirdim. Gelen bütün insanlar çok açık fikirli ve iyilerdi. Bazıları sanatçıydı, ve uzun uzun konuşma fırsatımız oldu. Birçok fikir ve önemli kritikler aldım işlerimle ilgili, çok keyif aldığım bir gündü. Diğer günlerde ise insanların kafası burayı, bu masayı ve duvarımı görünce karıştı sanırım. Çünkü özellikle ilk başlarda böyle değildi, neredeyse hiçbir şey yoktu. Iki tane küçük çerçeve getirmiştim başlangıç olarak. Ne tür şeylerle ilgilendiğimi gösteriyorlar biraz: fotoğraf ve lisan ile çalışmak. Bir tanesi bir ev ve gölgelerini gösteren bir fotoğraf. Genelde çok büyük işler üretiyorum, buraya ise küçük olan işlerimden getirmek ihtiyacı duydum, çünkü bir yerden başlamak gerekiyordu. Duvara bir şey koyayım da, sonradan ne ortaya çıkacağını görürüz diye düşündüm. Duvara bir şeyler asarak başladım, çoğunlukla çektiğim fotoğrafların çıktılarıydı. Bu kadar basit. Burada oturup çalışmadığım sürede ise insanları inceledim. Ama genel olarak insanlarla konuştuğum zaman açık ve ilgililerdi, ArtLab fikrini de sevdiler. Burada olmak ilginç, çünkü bir anlamda kendimi sahnede hissediyorum.